Huntıngton'un medeniyetler çatışması tezine sosyologca bir reddiye

Dr. Batuhan Yıldız Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Wikipedia

Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte yalnızca iki kutuplu dünya düzeni çökmedi, aynı zamanda bu sistemin ideolojik payandalarını oluşturan "konvansiyonel" anlatılar da eski işlevini yitirdi ve yerini yeni söylem arayışlarına bıraktı.

Bu sarsıcı dönüşüm karşısında, küresel sistemdeki primus inter pares (eşitler arasında birinci) konumunu muhafaza etmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri, 20'nci yüzyılın başlangıcından bu yana her daim "cebinde tuttuğu" Samuel Huntington gibi "kalburüstü" sosyal bilimcileri öncülüğünde "büyük bir ustalıkla" geliştirilen "rıza üretimi" stratejilerine başvurdu.

George H.W. Bush (Baba Bush) önderliğinde Amerikan müesses nizamı tarafından kurgulanan "yeni dünya düzeni" (İng. New World Order) projesine toplumsal ve siyasal düzlemde meşruiyet kazandırmak amacıyla oluşturulan bu aksiyon planları, uluslararası siyasetin yönünü tayin eden "kutup yıldızlarından" biri haline geldi.

Mezkûr stratejilerden en dikkat çekeni ise dünyayı 8 ana "medeniyet" havzasına ayırarak bu medeniyetler arasında çıkması muhtemel çatışmalara karşı ABD'yi küresel asayişin garantörü olarak konumlandıran "Medeniyetler Çatışması" tezi oldu.

İlk bakışta "masumane" bir çağrıyı andıran bu söylemin, Neo-Con çevreler ve onların ardılları tarafından cevapsız bırakılmaması da son 30 yılda daha çok savaş ve sefalet üretmekten başka hiçbir işe yaramadı.

İşte tam da bu noktada, Samuel Huntington'un mevzubahis tezinin ortaya atılışından pratiğe dökülüş "serüvenini", sosyolojik bir bakış açısıyla incelemek hem dünün hem de günümüzün dünyasında olan biteni etraflı bir biçimde anlamak açısından son derece kıymetlidir.

Öyleyse başlayabiliriz.


Bölüm 1: Medeniyetler çatışması tezinin uluslararası ilişkiler sistemine eklemlenmesinin kronolojisi

Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington, ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs adlı uluslararası ilişkiler dergisinde yayımlanan makalesinde "medeniyetler çatışması" tezini ortaya koydu ve 1996 yılında bu tezi aynı adla kitaplaştırarak geniş bir okuyucu kitlesine sundu.

Kendini reel politik akımının savunucusu olarak addeden bazı politik çevreler de bu eseri, 1991 sonrası ortadan kalkan "komünist tehdit"in tahtına, yepyeni bir yapay "düşman oturtma" çabasının doğal bir ürünü olarak tanımladı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Öte yandan, ideolojik pusulasını pro-liberal pozisyonda konumlandıran birçok kıta Avrupası kökenli kanaat önderi bu yaklaşımı sert bir biçimde kritize ederek Huntington'un tezini "hastalıklı bir zihin kontrolü yöntemi" ya da "Goebbelsyen bir beyin yıkama aygıtı" olarak değerlendirdi. 

Bu eleştirilerin temelinde Huntington'un, özünde "eşyalarının tabiatı gereği" uyum içinde yaşamaya programlı kadim medeniyetlerin; Batı, İslam, Konfüçyüs, Ortodoks-Slav, Latin Amerika, Afrika ve Japonya olmak üzere, keskin sınırlarla ayrıştırarak kompartmantalize etmesi ve "birbirine düşman" siyasal entitelermişçesine yeniden kurgulaması yatmaktaydı.

Huntington'un bu uygarlık blokları arasındaki çatışmayı bir "terzi tarihçi" edasıyla çeşitli "anakronik" argümanlarla kaçınılmaz bir gerçeklik gibi sunması, tezin en çok tartışılan bir diğer yönü oldu.

Özellikle İslam ve Konfüçyüs medeniyetleri, Huntington tarafından Batı'nın "üstün" değerlerine tehdit oluşturan en ciddi "şer odakları" olarak "şeytanlaştırıldı" ve bu durum Avrasyacı olarak tanımlanan çevreler tarafından tüm insanlığa edilen büyük bir hakaret olarak algılandı.

Söz konusu teze yönelik en çarpıcı eleştirilerden biri de Filistinli düşünür Edward Said tarafından dile getirildi. Said, "Medeniyetler Çatışması Miti" (The Myth of the Clash of Civilizations) başlıklı meşhur konuşmasında, Huntington'un yaklaşımının oryantalist temellerine dikkat çekti; Batı dışındaki toplumların indirgemeci bir şekilde ötekileştirildiğini ve bu tez aracılığıyla yeni bir tür "sömürgeci" anlatı inşa edilmeye çalışıldığını öne sürdü.


Bölüm 2: Medeniyetler çatışması tezinin ortam hazırladığı müdahaleler ve savaşlar

Yukarıda söylenenlere ek olarak, özellikle 9/11 (11 Eylül 2001) saldırılarından sonra ağzımıza pelesenk olan medeniyetler çatışması söylemi, adeta küresel bir hegemonik anlatıya dönüştü.

"Teröre Karşı Savaş" (İng. The War on Terror) adı altında başlatılan "soğuk kanlı" askerî operasyonlar, bu tez üzerinden meşrulaştırıldı.

İlk olarak Afganistan işgal edildi, ardından Irak "kimyasal kitle imha silahları kullanımı" bahanesiyle istila edildi.

Bu operasyonlar kimi Türk ve İranlı yetkililerce İslam medeniyetine yönelik "sinsi" bir yayılmacılık stratejisi olarak da okundu.

Ayrıca, Ebu Gureyb Hapishanesi ile Guantanamo'da Müslüman mahkumlara yönelik "insanlık dışı" işkence uygulamaları ve Batı'da adeta bir kanser hücresi gibi yayılan İslamofobi dalgası, Huntington'un ortaya koyduğu "medeniyet temelli düşmanlık" söyleminin yalnızca dış ilişkilerde değil, iç güvenlik politikalarında da dehşetengiz bir biçimde vücut bulduğunu gösterdi.

Mark L. Haas ve David W. Lesch'in de The Arab Spring: The Hope and Reality of the Uprisings adlı ünlü eserinde de çeşitli şekillerde bahsini geçirdiği üzere, Arap Baharı sonrasında Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde yaşanan iç savaşlara Batı'nın doğrudan ya da dolaylı entervansyonları, ABD'li "patrisyenler" tarafından medeniyetler çatışması teziyle uyumlu biçimde sunuldu.

Sözde demokrasi ihracı ve insan hakları müdafaası söylemleriyle gerçekleştirilen bu "emperyalist" müdahaleler, aslında Batı'nın kendi değerlerini evrensel norm olarak dayatma çabasının "olmazsa olmaz" bir parçası hâline geldi.

Böylece Huntington'un teorisi, yalnızca geleceği öngören bir analiz olmaktan çıktı; bizzat Batı'nın "medenileştirme görevi 2.0" ajandasının ideolojik altyapısını oluşturan bir enstrüman hâline geldi.


Bölüm 3: Rusya ve Çin'in malum teze karşı geliştirdiği tepkiler

Garp dünyasının, özellikle Atlantik İttifakı'nın, "medeniyetler çatışması" söylemini kendi küresel hegemonyasını sürdürmek amacıyla araçsallaştırması, başta Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere yeni dünyanın yükselen güçlerinde ciddi tepkilere ve karşı politik anlatıların geliştirilmesine yol açtı.

Huntington'un Ortodoks-Slav ve Konfüçyüs medeniyetlerini Batı ile "otantik doğalarının gereği" doğrudan çatışma halinde konumlandırması, bu ülkelerin politik çevreleri tarafından hem bir "ötekileştirme stratejisi" olarak okundu hem de kendi medeniyetlerinin varoluş hakkına (Fr. raison d'être) bir ontolojik meydan okuma şeklinde değerlendirildi.

Tüm bunlara ek olarak Alexander Dugin tarafından o ya da bu şekillerde Avrasya'nın incisi olarak tasvir edilen Putin Rusya'sı, bu söylemsel yapıyı tersine çevirerek kendi dış politikasına meşruiyet zemini oluşturdu.

Özellikle NATO'nun doğuya genişlemesi, Turuncu Devrimler ve benzeri süreçlerde, Huntington'un çizdiği medeniyet hatları pro-Rusçu bir biçimde yeniden yorumlandı; Kırım'ın ilhakı, Gürcistan ve Ukrayna gibi post-Sovyet coğrafyalarında gerçekleştirilen özel askerî operasyonlar, "Batı'nın vahşi saldırganlığına karşı asil Slav medeniyetinin savunusu" olarak lanse edildi.

Vladimir Vladimiroviç Putin, Batı'nın liberal değerlerini "ahlaki dejenerasyon" ile özdeşleştirerek Rusya'yı geleneksel ve muhafazakâr bir medeniyet gücü olarak da konumlandırdı.

Hussein Askary'nin Beijing's Initiatives Can Bury Clash of Civilizations adlı köşe yazısında sıkça bahsini geçirdiği üzere, Çin Halk Cumhuriyeti de başta Rusya olmak üzere, birçok uluslararası ilişkiler aktöründen farklı olarak medeniyetler çatışması söylemine karşı daha stratejik, etkili ve tutkulu bir direniş sergiledi.

"Barışçıl Yükseliş" doktriniyle Huntington'un öngördüğü çatışma senaryosunu reddederek "Bir Kuşak Bir Yol Girişimi" ile, herhangi bir ideolojik dayatma olmaksızın ekonomik iş birliği temelli bir global köprü kurmayı hedefledi. 

Bunlara ek olarak Çin yönetimi, Batı'nın müdahaleci söylemine karşı "medeniyetler arası diyalog" fikrini savunarak Konfüçyüs mirasını; barış, istikrar ve çok kutupluluğun temel taşı olarak sundu. Ancak Tayvan meselesi gibi kritik alanlarda Batı'nın bitmek tükenmek bilmeyen müdahaleleri, Çin tarafından medeniyet bütünlüğüne yönelik doğrudan bir tehdit olarak algılandı.

Tüm bu gelişmeler ışığında, mezkûr iki Avrasyalı aktörün ortaklaşa geliştirdiği Şanghay İşbirliği Örgütü ile BRICS gibi alternatif küresel bloklar sayesinde şekillenen "Batı değerlerine karşı direnç söylemi", Huntington'un çatışmacı dünya tasavvuruna karşı daha dengeleyici, kapsayıcı ve çok kutuplu bir küresel düzen inşa etme çabasının en güzel örneklerinden biri oldu.


Bölüm 4: Türkiye'nin medeniyetler arasındaki konumu

Yukarıda da değinildiği üzere, Samuel P. Huntington'a göre İslam medeniyeti ile Batı arasındaki çatışma kaçınılmazdı.

Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca İslam medeniyetinin bir parçası olarak değil; bu medeniyetin modern, demokratik, kalkınmacı ve çoğulcu bir yorumu olarak dikkat çeken özel bir merkez konumuna yükseldi.

Türkiye'nin sahip olduğu Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarından miras kalan tarihsel derinlik, bu türünün tek örneği liderliğe güçlü bir meşruiyet sağladı.  

Özellikle 2000'li yıllarda ve Arap Baharı sürecinde, Türkiye, birçok Müslüman ülke için bir model ülke olarak öne çıktı.

Aynı dönemde Türkiye; Suriye, Filistin, Myanmar, Keşmir, Balkanlar, Merkez Asya, Kafkasya ve Afrika gibi "kriz" bölgelerinde, sessiz Doğu dünyasının sesi olmayı başararak küresel adaletsizliklere karşı cengâver bir dış politika çizgisi geliştirdi.

Bu diplomatik aktivizm, İslam coğrafyasında olumlu yankılar uyandırdığı kadar, Batı başkentlerinde dikkatle izlendi ve zaman zaman hatırı sayılır bir rahatsızlıkla karşılandı.

Ancak Türkiye, bu "oldukça hesaplı" rahatsızlıkları kale almayarak kendi medeniyet aklını özgün bir biçimde geliştirmeye devam etti. 
 


Bölüm 5: Çok kutuplu dünyada Türk tipi bir stratejik manevra yeteneği

Küresel güç mimarisinin tek merkezli bir yapıdan uzaklaştığı günümüzde Türkiye Cumhuriyeti, "Türkiye Yüzyılı" vizyonu çerçevesinde çok kutuplu sistemde etkin bir aktör olarak yükselmektedir.

Batı ile olan stratejik ortaklıklarını korurken Rusya, Çin, İran ve Afrika ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiler sayesinde çok yönlü ve esnek bir dış politika yürütmektedir.

Bu denge politikası, Türkiye'yi yalnızca bölgesel değil, küresel düzeyde de söz sahibi bir ülke konumuna taşımaktadır.

Bu çerçevede;

  1. Rusya ile geliştirilen enerji temelli iş birlikleri,
  2. Suriye krizinde çeşitli aktörlerle sağlanan pragmatik diplomatik denge(ler),
  3. Azerbaycan-Ermenistan ve Rusya-Ukrayna çatışmalarının yatıştırılması yolunda oynanan aktif rol,
  4. Çin'in Bir Kuşak Bir Yol Girişimi'ne kimi zaman dolaylı kimi zaman doğrudan bir şekilde entegrasyon stratejisi 
  5. Afrika ile Asya kıtalarında artan insani (İng. humanitarian) ve diplomatik etkinlik,

Türkiye vizyonunun yalnızca Batı eksenine bağlı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Huntington'un öngördüğü medeniyetler çatışmasına dayalı sabit bloklar arasında sıkışmayan, aksine bu bloklar arasında hareket kabiliyeti olan, yeni merkezler inşa eden, çatışma yerine diyalogu önceleyen dönüştürücü bir güç olarak tanımlanabilir.


Sonuç

Sonuç olarak, Türkiye medeniyetler çatışması tezinin sunduğu karşıtlıkların ötesine geçerek uluslararası ilişkiler sisteminde sembolik bir figüran olmanın çok ötesinde, bağımsız, çoğulcu ve çok yönlü bir dış politika geliştirmeyi başarabilen global bir lider olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.

Şanghay İşbirliği Örgütü ile BRICS gibi Batı dışı kurumlarla kurduğu ilişkiler, Rusya ve Çin ile stratejik düzeyde derinleştirdiği iş birlikleri ve "Bir Kuşak Bir Yol Girişimi"ne aktif katılımı, Türkiye'nin kendi bahçesini ekmeye dönük stratejik hamleleri olarak da okunabilir.

Her ne kadar bu vizyoner yönelimin Batı ile olan ilişkilerde zaman zaman gerilimlere yol açtığı görülse de Türkiye'nin en büyük avantajlarından biri, Doğu ile Batı'nın kesişim noktasında yer alması ve her iki medeniyetle de tarihsel, kültürel ve ekonomik bağlara sahip olmasıdır.

Bu müstesna konum, Türkiye'ye yalnızca bir "oyun bozucu" rolü kazandırmakla kalmayarak aynı zamanda, medeniyetleri çatıştırmak yerine buluşturan bir arabulucu hatta geleceğin çok katmanlı mimarisinde oyun kurucu bir süper güç olma potansiyelini vadetmektedir.

Ustalarımdan biri olarak gördüğüm, Prof. Dr. Deniz Ülke Kaynak Hoca'nın da her zaman söylediği üzere:

Türkiye bir devlet olmanın çok daha ötesinde büyük bir fikirdir. Bu fikir bizim kalbimizde zihinlerimizde yerleşiktir. Kişilerle, yönetimlerle, nesillerle kaim değildir. Mezhebi sevgidir; birliktir. Bu nedenle Türkiye yalnızca üzerinde yaşanan bir vatan ya da kurallarına uyulan bir devlet değil; atalarımızdan devraldığımız, içimizde yaşattığımız ve çocuklarımıza miras bırakacağımız bir ümittir.

Herkese mutlak barışın hüküm sürdüğü, Huntington ile onun türevlerinin teorik safsatalarından uzak ve algı kapılarımızın her daim açık olduğu güzel bir hafta dilerim.  

 

 

*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde part-time doktor öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU