Birinci ve özellikle de İkinci Büyük Savaşı sonrası, İslam dünyası topluluklarını “homojen” bir yapı olarak tanımlamak hem tarihsel gerçeklikleri hem de kültürel çeşitliliği göz ardı etmek açısından oldukça “yüzeysel” bir değerlendirme olur.
Çünkü ünlü Britanyalı tarihçi Arnold Toynbee’nin de eserlerinde bizlere aktardığı üzere modern Müslüman toplumların siyasal ve organizasyonel yapılanması farklı tarihsel deneyimlerin, coğrafi koşulların, iktisadi aksiyon planlarının ve dışsal müdahalelerin bir araya gelip tepkimeye girmesi sonucu çeşitli “bileşimler” doğurmuştur.
Bir diğer ifadeyle, başta İslam uygarlığı olmak üzere her medeniyetin sosyolojik akıbeti, karşılaştığı “endemik” meydan okumaya verdiği “özgün” yanıtla biçimlenmiş ve diğerlerine “benzemez” şekilde yeniden üretilmiştir.
Bu yeniden üretilme süreci de ülkelerin refah seviyesinden, “tam bağımsız” ya da “yarı-sömürge” olma durumuna kadar birçok değişkenle fazlasıyla iç içe geçmiştir.
Bu bağlamda Müslüman toplumları, Batılı emperyalist devletlere karşı verdiği sosyopolitik reaksiyonların “naturasına” göre “Kuzey Müslümanlığı” ve “Güney Müslümanlığı” çatısı altında iki ayrı başlıkta analiz etmek gayet mümkündür.
İşte tam da bu noktada bu haftaki yazım, söz konusu kavramsallaştırma çerçevesinde Ortadoğu’nun iki “müstesna” ülkesi olan Suudi Arabistan ve Ürdün’ün içtimai ve siyasal yapılanmasını karşılaştırmalı olarak inceleyerek her bir ülkenin Batı karşısındaki “tartışmaya açık” duruşunu ve modernleşme deneyimini toplumbilimsel perspektiften masaya yatırmayı amaçlamaktadır. Öyleyse başlayabiliriz.
Bölüm 1: Bir medeniyet kodlaması olarak kuzey ve güney Müslümanlığının yapısal bir analizi
Yukarıda söylenenlerden hareketle ve ontolojik temellerinin Arnold Toynbee tarafından atıldığına inanıldığı üzere, Kuzey Müslümanlığı (bkz. Matürîdîlik) kavramı tarihsel olarak Osmanlı ve İran (eski Türkçedeki adıyla Diyar-ı Acem) etkisindeki bölgelerde gelişmiş, tasavvufi bir gelenekle harmanlanmış, devlet-millet ilişkilerini kurumsal bir çerçeve üzerine bina etmiş güçlü ve köklü bir İslam anlayışını temsil eder.
Anadolu coğrafyası, Maveraünnehir’in kapsama alanında kalan bölgeler ve bugünkü Balkan toprakları bu sembolik alanın kapsama alanında yer alır.
Güney Müslümanlığı (bkz. Eş’arîlik) ise İslam dininin Basra Körfezi merkezli, daha skolastik ve “Emevici” yönünün ağır bastığı, kabile temelli toplumsal ilişkilerin belirleyici olduğu “köktenci” (fundamentalist) bir teo-politik eğilimi tanımlar.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Sahra Altı Afrika’da konuşlanan Müslüman toplumlar bu kategoriye girer. Beşeriyet tarihinin de bizlere gösterdiği üzere, Kuzey Müslümanlığının en dikkat çekici örneği Türkiye olurken Güney Müslümanlığının Weberyen anlamda “ideal tip” temsilcileri arasında Suudi Arabistan ve Ürdün yer alır.
Başka bir deyişle bahsi geçen ülkeler, tarihsel tecrübelerinin ve kültürel birikimlerinin sonucu “muasırlaşma” hedefine ulaşma yolunda aynı nehirden doğan farklı ırmaklar olarak da tasavvur edilebilir.
Bu bağlamda Vahhabi ekolün “numune” ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan’ı anlamak, Yeni Ortadoğu’nun amiyane tabirle oldukça “problemli” sosyolojisini çözümleme ve sözde Büyük Ortadoğu Projesi’nin kilidini açma yolunda biz sosyal bilimcilere adeta bir maymuncuk anahtarı işlevi görür.
Bölüm 2: Suudi Arabistan’ın tarihsel ve içtimai gelişimi: Soğuk Savaş ve sonrası
Suudi asıllı sosyal antropolog Madawi Al-Rasheed’in de “A History of Saudi Arabia” adlı eserinde çokça bahsini geçirdiği üzere Suudi Arabistan, “modern” anlamda devletleşme sürecine görece geç dâhil olmuş fakat 20'nci yüzyılın ortalarından itibaren hem bölgesel hem de küresel düzeyde stratejik önemi giderek artan bir uluslararası ilişkiler aktörüne dönüşmüştür.
Mezkûr “radikal” dönüşümün ilk adımıysa 1932 yılında İbn Suud’un çeşitli kabileleri birleştirerek Suudi Arabistan Krallığı’nı kurmasıyla atılmıştır. Tüm bu söylenenlere ek olarak Soğuk Savaş Dönemi, Suudi Arabistan’ın ODKA bölgesinde özgül ağırlığını artırdığı jeopolitik bir kırılma noktası olmuştur.
Bu dönemde Suudi Krallığı, Batı bloğunun özellikle ABD’nin en yakın bölgesel müttefiki haline gelmiş; 1945 yılında ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile Kral İbn Suud arasında yapılan Quincy Görüşmesi, petrol karşılığı güvenlik garantisi temelli “kazan-kazan” sistematiğinde bir “simbiyotik” ilişkiler dizisinin sıfır noktasını oluşturmuştur.
Öte yandan artan Sovyet tehdidi ve 1973 Petrol Krizi ile birlikte Suudlar, petrol fiyatlarını arzu ettiği yönde yönlendirme kabiliyetini bir “kitle imha silahı” gibi kullanmaya başlamış gibi gözükse de bu “külhanbeyivâri” tavır kısa ömürlü olmuş, dışarıdan yani Atlantik ötesinden gelen tehditler Suudi yönetiminin Batı ile uyumlu bir çizgiden çıkmasına müsaade etmemiştir.
Sosyolojik olarak düşünüldüğündeyse Suudi toplumunun siyasal yapılanmasının ana harcını oluşturan Vahhabi doktrini sine qua non (zaruri) bir rol oynamaya devam etmiş, kamusal alanda dinî kuralların katı şekilde pratiğe dökülmesi toplumsal mühendisliğin en temel enstrümanlarından birine dönüşmüştür.
Gündelik yaşamın işleyişinde ise kadınların kamusal hayata katılımı uzun yıllar yasaklarla sınırlandırılmış, eğitim ve çalışma yaşamındaki roller erkek egemen bir çizgide şekillenmiştir.
Din polisi (Mutavva), özel hayat üzerinde ahlaki ve ideolojik bir denetim mekanizması kurmuş; bireysel özgürlükler sistematik olarak bastırılmıştır.
Eğitim sistemi, daha çok “skolastik” öğretilere dayandırılarak şekillendirilmiş; sosyal bilimler, felsefe ve aydınlanmacı düşünce akımları kitlelere “haram kılınmıştır”.
1979 yılında vuku bulan İran “Devrimi” ise Suudi Arabistan’ın hem siyasal hem de toplumsal sisteminde ciddi bir “zelzele” yaratmıştır.
“Devrimle” birlikte ortaya çıkan Şii kökenli yayılmacılık söylemi, Suudi Krallığı tarafından devletin bekası için varoluşsal bir tehdit olarak algılanmıştır.
Aynı yıl içinde Mekke’de gerçekleşen Kâbe Baskını, rejimin meşruiyetini sorgulatan içsel bir radikalleşme dinamiği olarak sahneye çıkmış ve Suudi yönetimini daha katı kararlar alan görece “ceberut” bir yönelime sevk etmiştir.
Bu olayların ardından devlet, din bazlı politik söylemlerini daha da sertleştirerek kamusal denetimi artırmış, toplumun üzerinde daha fazla baskı kurmaya başlamıştır.
Bu süreçte halkın modernleşme yönündeki talepleri bastırılırken geleneksel dinî normlara sadakat bir tür “sivil itaat” ölçütü haline getirilmiştir.
2001 yılında yaşanan 11 Eylül saldırıları ise Suudi Arabistan’ın uluslararası imajında ciddi bir “tahribat” yaratmıştır.
Saldırganların büyük çoğunluğunun Suudi vatandaşı olması, ABD ile ilişkilerde bir çeşit kopuşa yol açmış ve Suudi yönetimi bu süreçte “etkili” halkla ilişkiler (PR) çalışmalarıyla dış dünyaya daha “barış yanlısı” (İng. peace loving) bir görüntü vermeye çalışmıştır.
2015 sonrası dönemde ise Suudi Arabistan, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın liderliğinde yeni bir dönüşüm evresine girmiştir.
“Vizyon 2030” adını taşıyan “eksantrik” bir proje çerçevesinde, ülkenin petrole bağımlılığını azaltma, ekonomiyi hareketlendirme, turizm sektörünü renklendirme ve küresel yatırımcıları “mıknatıs gibi çekme” hedefleri ön plana çıkmıştır.
Aynı zamanda kadınlara araba kullanma izni verilmiş, sinema ve konser etkinlikleri gibi daha önce yasak olan bazı kamusal eğlence biçimleri “devrimsel” bir şekilde serbest bırakılmıştır.
Bu dönüşüm, toplumun genç kesimleri tarafından büyük ölçüde olumlu karşılanmış ancak aynı anda rejim muhalifleri üzerindeki baskı daha önce hiç olmadığı kadar artmıştır.
Tüm bu gelişmelere rağmen, Riyad ve Cidde gibi büyük şehirlerde yükselen mega gökdelenler, kutsal kent Mekke gibi İslam dünyasının sembol şehirleri içerisinde yabancı sermaye ile şekillenen “görkemli” otel projeleri ve Batı tipinde organize edilen kültürel etkinlikler dünya kamuoyuna “yüzeysel” bir modernlik izlenimi sunsa da ülkenin kırsal kesimlerinde hâlâ kabile bağları, ataerkil düzen ve “körü körüne” biat sosyal yaşamın belirleyici unsurları olmaya devam etmektedir.
Bölüm 3: Bir eklektik devlet projesi olarak Ürdün
Ürdün ise Suudi Arabistan’dan farklı olarak hem coğrafi konumu hem de “eklektik” siyasi yapısıyla ODKA bölgesinde benzersiz bir geçiş bölgesi niteliği taşımaktadır.
Britanyalı tarihçi Philip Robins’in de “A History of Jordan” adlı kitabında biz okuyuculara aktardığı üzere, 1921 yılında İngiltere himayesinde kurulan ve 1946’da bağımsızlığını kazanan Ürdün Hâşimî Krallığı, ilk günden itibaren monarşik yapısını koruyarak varlığını sürdüren nadir Arap devletlerinden biri olmuştur.
Kurucu kral I. Abdullah, Mekke Şerifliği geleneğine dayanan Hâşimî soyuyla dini meşruiyetini Hz. Muhammed’in soyuna dayandırmış; bu sayede hem yerel halk hem de bölgesel güçler nezdinde saygınlık kazanmıştır.
Soğuk Savaş yıllarında Ürdün, Batı kampıyla yakın ilişkiler kurarak Sovyetler Birliği’ne mesafeli bir duruş sergilemiş; özellikle ABD ve İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını koruma görevini üstlenen bir “tampon” devlet işlevi görmüştür.
Ancak bu dış politika çizgisi, içeride ve dışarıda çeşitli sosyopolitik gerilimlerin doğmasına neden olmuştur.
Filistin meselesi Ürdün’ün iç yapısını derinden “sarsmış”, 1948 ve 1967 Arap-İsrail savaşlarının ardından Ürdün topraklarına büyük ölçekli bir Filistinli mülteci akını olmuştur.
Bu durum, ülkenin etnik ve toplumsal yapısında kalıcı mutasyonlar yaratmış; Ürdünlü yerli kabileler (çoğunlukla Transürdün kökenli olanlar) ile Filistinli nüfus arasında zaman zaman örtük, zaman zaman açık çatışmalar yaşanmıştır.
Örneğin 1970 yılında yaşanan ve “Kara Eylül” olarak tarihe geçen olaylar, Ürdün’ün siyasal yapısının ne türden bir “kırılgan” demografik denge oyunu üzerine kurulu olduğunu bizlere açık biçimde göstermiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemdeyse Ürdün, küresel ekonomik sistemle daha çok entegre olmaya çalışmış; IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının empoze ettiği yapısal reformları “büyük bir mutlulukla” hayata geçirmiştir.
Ancak bu reformlar, ülkedeki gelir dağılımı adaletsizliğini artırmış, orta sınıfı zayıflatmış ve toplumsal huzursuzlukları derinleştirmiştir.
Özellikle 1989 ve 2011 yıllarında art arda patlak veren protestolar, ülkedeki sosyoekonomik istikrarsızlığın “korkutucu” boyutlarını gözler önüne sermiştir.
Bununla birlikte Ürdün, diğer Arap ülkelerine kıyasla “kısmi” bir ifade özgürlüğü, kültürel çoğulculuğa verdiği “koşulsuz” destek ve sivil toplum faaliyetlerine “etkili” bir şekilde alan açma kapasitesiyle ön plana çıkmaktadır.
Dinî yapılanma açısından bakıldığındaysa mevzubahis krallık yönetsel mukadderatını, Suudi Arabistan gibi Vahhabi bir anlayışa değil; Hanefi-Şafii sentezli, daha mutedil ve çoğulcu bir Sünni yoruma yaslamaktadır.
Kral II. Abdullah kontrolünde “evcilleştirilmiş bir liberal otoriterlik” olarak da tanımlanabilecek bu “heterojen” yapı, ülkenin hem Batı ile olan ilişkilerinde hem de içerideki “dip dalgalar” karşısında daha “pragmatik” bir yönetim pratiği geliştirmesini sağlamıştır.
Sonuç
Ve sonuç olarak Kuzey ve Güney Müslümanlığı ayrımı sadece tarihsel bir ayrışma değil; aynı zamanda bugünün dünyasında İslam toplumlarının nasıl bir yoldan yürüdüğünü, neyle meşgul olduğunu ve neye karşı durduğunu da ortaya koyan çok katmanlı bir medeniyet tasnifidir.
Üniversite yıllarından tanıdığım Suudlu bir iş insanı dostumun tabiriyle, aynı inanç havzasından doğmuş bu iki farklı damar, yalnız apayrı yönlere evrilmekle kalmamış; birbirinden farklı stratejik tahayyüller de üretmiştir.
Bir yanda, Suudi Arabistan ve Ürdün örnekleri gibi “göz kamaştırıcı” altyapı projelerine, postmodern kültürel etkinliklere ve küresel sermaye ile uyumlu “Batı destekli” kalkınma modellerine yatırım yapan; Müslüman olmayan devletlerle koşulsuz uzlaşmanın yollarını arayan “iş birliğine her daim açık” ülkeler yer almaktadır.
Öte yanda ise Türkiye ve İran gibi sürekli bir belirsizlik ve jeopolitik baskı altında; Batı’nın siyasal, askeri ve kültürel müdahaleleri karşısında nasıl ve hangi şekillerde direnç göstereceğini ustaca hesaplayan ülkeler vardır.
Bu toplumlar için asıl öncelik, Lionel Messi ile Cristiano Ronaldo’yu aynı sahada saatlerce top oynatarak, “abesle iştigal etmek” değil; “ezilen” dünyanın “asgari” güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak, bölgesel istikrarı korumak ve “Soğuk Savaş 2.0.” çağında hür ve vakur bir şekilde varlığını sürdürebilmenin yollarını bulmaktır.
Herkese toplumsal huzurun, barışın ve içsel aydınlanmanın hayatın her alanına sirayet ettiği güzel bir hafta dilerim.
*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish