20'nci yüzyılın ilk yarısı, insanlık tarihinin en karanlık ve travmatik dönemlerinden biri olarak kayda geçmiştir.
Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları sırasında gerçekleşen büyük yıkım, milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet vermiş ve gündelik hayatın sosyolojisinde "kasvetli" bir hava yaratmıştır.
Tüm bunlara ek olarak, iki beynelmilel savaş sonrası dönemde, Arap halklarına verilen çoğu "iştah kabartıcı" vaadin, bölgenin yeni "hamileri" tarafından "ısrarlı" bir biçimde yerine getirilmemesi, Ortadoğu halkları arasında birtakım huzursuzlukların doğmasına ortam hazırlamıştır.
Bu hoşnutsuzlukların da en nihayetinde Soğuk Savaş gibi yeni bir küresel krizle taçlanması ve de Arap siyasetçiler arasında "kronik" bir "mutsuzluğa" dönüşmesi, Mısır, Irak, Suriye, Fas, Lübnan, Libya, Suriye, Filistin, Ürdün ve bunun gibi birçok ODKA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika, İng. MENA) ülkesinde "agresif" bir milliyetçilik anlayışının filizlenmesine yol açmıştır.
Bir diğer ifadeyle, her ODKA ülkesi dışarıdan gelen müdahalelere kendi "meşrebince" bir savunma mekanizması geliştirmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İşte tam da bu noktada bu haftaki yazım, dünya siyaset sahnesinin mevzubahis "yapboz tahtasında" II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yeşeren Pan-Arabizm dalgasının bölgenin kaderini Mısır, Irak, Suriye ve Lübnan örnekleri üzerinden, nasıl geri dönülmez bir biçimde şekillendirdiği ile ilgili birtakım sosyolojik bilgiler vermeyi amaçlamaktadır.
Önümüzdeki haftalarda ise bahsi geçen konuyu Libya, Ürdün ve Suudi Arabistan vakaları üzerinden ele almaya çalışacağım.
Öyleyse başlayabiliriz.
Bölüm 1: Eski "Şarka" yeni âdet
Geçtiğimiz hafta kaleme almış olduğum "Neyin Ortası, Nerenin Doğusu?" başlıklı yazımda da kronolojik bir şekilde siz değerli okuyucularıma aktardığım üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı sonrasında "kâbusvari" çöküşüyle birlikte, Arap ülkelerinin "amiral gemileri", o ya da bu saiklerle "koşar adımlarla" Müslüman olmayan devletlerin boyunduruğu altına girmiştir.
Tarihe "manda seviciliği" olarak da not düşülebilecek bu "Şark tipi gönüllü kulluk" anlayışına göre, Arapça konuşan halkların "yularları", "medenileştirme görevi" (İng. The Civilizing Mission, Fr. La Mission Civilisatrice) kisvesi altında "bile isteye" Avrupalı "ağabeylerine" emanet edilmiş; Afrika kıtasının "incisi" Mısır ise kâğıt üzerinde bağımsız olmasına rağmen yönetsel mukadderatını "güneşin batmadığı imparatorluğa" teslim etmiştir.
Bu koşulsuz teslimiyet de başta Cemal Abdunnâsır olmak üzere tarih bilincine sahip, anti-emperyalist çizgideki "vatansever" figürler arasında infial yaratmış ve Batılı "hasımlarına" karşı "ya istiklal ya ölüm" fikrinin fitilini ateşlemiştir.
Ancak ortada daha büyük bir sorun vardı.
Birleşik Devletler doğumlu tarihçi Eugene Rogan'ın da "Arabs: A History" adlı kitabında altını yaldızlı harflerle çizdiği üzere, her Arap ülkesinin vatandaşlarının siyasal okuryazarlık seviyesi aynı düzeyde değildi.
"Malum" coğrafyanın çoğu bölgesinde kabile sadakatleri ön plandaydı ve bu durum da Pan-Arabizm düşüncesinin istenen ölçüde filizlenmesini engeller nitelikteydi.
Yine de 1948 yılında İsrail'in kurulması, İngiltere ile Fransa'nın dekolonizasyon sürecine girmesi ve yeni dünyanın "çiçeği burnunda" iki süper gücü olan ABD ile Rusya tarafından iki kutuplu bir uluslararası ilişkiler sisteminin oluşturulması gibi fors majör faktörler; ODKA devletlerinin, Cemal Abdunnâsır şefliğinde "otantik" bir milliyetçilik anlayışı geliştirmesinin katalizörü oldu.
Bölüm 2: Cemal Abdunnâsır önderliğinde Arap milliyetçiliğinin yeni bir yorumlanışı ve Birleşik Arap Cumhuriyeti fikrinin doğuşu
Birçok tarihçi tarafından Arapların Turancıları olarak da nitelendirilen, Selahaddin el-Bitar ve Mişel Eflak gibi Osmanlı doğumlu toplum mühendislerine göre, Arap milliyetçiliği fikri, mazisi insanlık tarihi kadar uzun olan bir halkın tarihsel belleğini, dilini, kültürünü ve ahlaki değerlerini ortak bir zeminde birleştiren ve "tam bağımsız" olma idealini "uhrevi" bir şekilde pratiğe döken "sihirli" bir değnektir.
Özellikle 20'nci yüzyılın ikinci yarısında Mısır'da başlayan ulusallaşma süreci, Arap milliyetçiliğinin "metafiziksel" gücünü açık biçimde gözler önüne sermiştir.
Fawaz Gerges'in de "Making the Arab World" adlı eserinde bizlere sistematik bir biçimde açımladığı üzere, takvimler 1952 yılını gösterdiğinde General Muhammed Necib ile genç subay Cemal Abdunnâsır önderliğinde gerçekleşen Hür Subaylar Darbesi İngiliz güdümündeki Kral Faruk yönetimini nihayete erdirmiş, Nâsır'ın yavaş ama kararlı adımlarla gücü ele geçirmesiyle birlikte de tarihin seyri değişmiştir.
Anglo-Amerikan jargonundaki tabirle kelimenin tam anlamıyla bir "görev adamı" (İng. a man of duty) olarak da tanımlanabilecek Nâsır, anti-emperyalist bir çizgide ilerleyerek Süveyş Kanalı'nı 1956'da millileştirmiş, bu adımıyla hem İngiltere hem Fransa hem de İsrail ile çeşitli çatışmalara girmiştir.
Bu olaylar bütünü de tarihe Süveyş Krizi olarak geçmekle kalmamış, Mısır'ın ulusal bağımsızlığının en önemli simgesi hâline gelmiştir.
Tüm bunların haricinde Nâsır liderliğindeki Mısır, Bağlantısızlar Hareketi'nin de kurucu üyelerinden biri olmuş; iç politikada devletçi-sosyalist bir ekonomi modeliyle Türk tipi modernleşme metotlarını aynı şemsiyenin altında ustaca birleştirmeyi başarabilmiştir.
Arapların Kızıl Elması olarak tanımlanabilecek Mısır ile Suriye ekseninde kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti (1958-1961) gibi girişimlerde Arap dünyasını tek bir bayrak altında toplama çabalarının en önemli referans noktalarından biri olmuştur.
Ancak 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda İsrail karşısında alınan ağır yenilgi, Nâsır'ın itibarını fazlasıyla zedelemiştir.
Nâsır sonrası dönemde iktidarı devralan Enver Sedat'sa (1970–1981), selefinden farklı olarak yönünü Batı'ya çevirmiş ve 1973'teki Yom Kippur Savaşı sonrası İsrail ile barış görüşmelerine başlamıştır.
Bu süreç 1978 Camp David Sözleşmesi gibi oldukça "tartışmalı" bir mutabakat metni ile sonuçlanmış; Sedat, İsrail'i tanıyan ilk Arap lider olmuştur.
Bu adımı halk içinde büyük bir infial doğurmuş ve Sedat 1981'de muhalifleri tarafından kendisine düzenlenen "vahşi" bir suikastla öldürülmüştür.
Sedat'ın halefi olan Sufi Ebu Talib'in kısa süren görev süresi sonrasında, Talib'in yerine gelen Hüsnü Mübarek ise ülkeyi demir bir yumruk ile yöneterek 2011'e kadar iktidarda kalmayı bir şekilde başarabilmiştir.
Bölüm 3: Irak: Monarşiden Baas rejimine, "Şovenist" milliyetçilikten diktatörlüğe
Irak'ta ise durum biraz daha farklıdır.
1958 yılında General Abdülkerim Kasım'ın öncülüğünde gerçekleştirilen darbe ile Hâşimî Krallığı tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş ve cumhuriyet rejimi kurulmuştur.
Kasım; toprak reformları, laikleşme politikaları ve Sovyetler Birliği ile yakınlaşma gibi "ilerici" adımlarla yeni bir Irak kimliği inşa etmeye çalışmıştır.
Irak Komünist Partisi'ne verdiği destek ve Batı yanlısı Arap rejimlerine mesafeli duruşu, onu Arap dünyasında dostları için bir "umut" hasımları için de "tehdit" olarak konumlandırmıştır.
Ancak Kasım'ın yönetimi, 1963 yılında Baas Partisi'nin Irak kolu destekli bir darbe ile son bulmuştur.
Bu sürecin sonrasında Baas Partisi; Arap sosyalizmi, seküler milliyetçilik ve otoriterlik temelli bir yönetim anlayışını ön plana çıkarmıştır.
Saddam Hüseyin, Ahmed Hasan el-Bekir'den sonra 1979'da resmen devlet başkanı olmuş ve iktidarını sert güvenlik politikaları, güçlü bir istihbarat ağı ve SSCB benzeri bir organizasyonel parti yapılanmasının da yardımıyla pekiştirmiştir.
1980'de başlayan ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı, Saddam rejiminin hem içeride birleştirici bir güçle desteklenmesini sağlamış hem de dış politikada Batı ile ilişkilerini geçici olarak iyileştirmiştir.
Ancak savaşın ekonomik ve beşerî maliyeti, Irak'ı ciddi bir borç yükü ve toplumsal yıpranmışlıkla baş başa bırakmıştır.
1990 senesinde Kuveyt'in işgali ve ardından gelen Körfez Savaşı da Saddam'ın uluslararası alandaki itibarını yerle yeksan etmiş ve Irak'a uygulanan ambargolar, toplumu onulmaz bir sosyo-ekonomik çöküntüye sürüklemiştir.
Bölüm 4: Suriye: Şam tipi Baasçı merkezileşme ve Esad hanedanlığı
Türkiye'nin bir diğer komşusu olan Suriye de 1946 yılında Fransa'dan bağımsızlığını kazanmış ancak ardından gelen 15 yıllık dönemde çok sayıda darbe ve kısa ömürlü hükümetlerle istikrarsızlaşmıştır.
Bu istikrarsızlık, 1963 yılında Suriye Baas Partisi'nin iktidarı ele geçirmesiyle de yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır.
Baas'çılar başlangıçta, panarabist ve sosyalist söylemlerle halkın sempatisini kazanmaya çalışmış gibi gözükse de uzun vadede, kurdukları "okyanussal ütopyayı" muhalif seslerin bastırıldığı bir "istibdat" rejimine dönüşmüştür.
Bir diğer ifadeyle, 1970 yılında Savunma Bakanı Hafız Esad tarafından hayata geçirilen "Düzeltici Hareket" ile yönetim tamamen Nusayrilerin kontrolüne geçmiş ve en nihayetinde Suriye, Esad ailesinin hâkimiyetine girmiştir.
Hafız Esad, Sovyetler Birliği ile stratejik ittifaklar geliştirerek ülkeyi Doğu Bloku'na yakınlaştırmayı da ihmal etmemiş; bu süreçte milli ekonomiyi Sovyet tipi işçi dostu politikalarla "renklendirmiştir".
Tüm bunların haricinde, Yom Kippur hezimetinde Golan Tepeleri gibi stratejik bir bölge İsrailli "düşmanlara" kaybedilse dahi "Baba Esad" Ruslardan öğrendiği etkili propaganda stratejileri yardımıyla kendini "Doğu'nun Cengâver Aslanı" olarak lanse etmeyi başarmıştır.
Öte yandan, tarihler 1982 yılını gösterdiğinde Müslüman Kardeşler'in başlattığı ayaklanmaya Hama kentinde verilen sert yanıt, yüzlerce sivilin ölümüne yol açmış ve bu insani felaket 2011'de çıkacak iç isyanın fitilini ateşlemiştir.
2000 yılında Hafız Esad'ın ölümünün ardından yerine oğlu Beşşar Esad geçmiştir.
"Oğul Esad", başta reform vaatleriyle "liberal" çevrelerde umut yaratmış olsa da uzun günün sonunda ülkesini bir açık hava hapishanesine çevirmiş ve Suriye İç Savaşı'nda aldığı "yüz kızartıcı" mağlubiyet sonrasında "çok sevdiği" ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır.
Bölüm 5: Lübnan: Kırılgan mezhep dengeleri ve sürekli müdahaleler
Biladü'ş Şam'ın bir diğer stratejik ülkesi olan Lübnan ise 1943 yılında bağımsızlığını kazanmış gibi gözükse de administratif yapılanmasını mezhepsel temsiliyet (İng. sectarian representation) üzerine kurmuştur.
Marunî Hristiyanlar, Sünni Müslümanlar, Şii Müslümanlar ve Dürziler başta olmak üzere birçok inancın temsil edildiği bu "karmaşık" siyasal sistem; istikrarlı bir yönetimden çok, kırılgan uzlaşılar üretmiştir.
1975'te başlayan iç savaş da 15 yıl boyunca ülkeyi parçalayan, binlerce kişinin ölümüne ve büyük bir "sosyolojik intihara" neden olan bir felakete dönüşmüştür.
Jonathan Randal'ın "The Tragedy of Lebanon: Christian Warlords, Israeli Adventurers and American Bunglers" adlı kitabında da etraflıca anlattığı üzere, savaşta yer alan aktörler yalnızca lokal gruplar değil; İsrail, Suriye ve Filistinli milisler gibi dış güçler de olmuştur.
Bu savaşın en kritik aşamasında İsrail Devleti, 1982'de Beyrut'a kadar ilerlemiş ve bu ilerleme sonucunda Filistin Kurtuluş Örgütü, Lübnan'dan çıkarılmıştır.
Tüm bu söylenenlere ek olarak bölgenin "kilit ülkelerinden" Suudi Arabistan'ın girişimleriyle 1989'da Taif Anlaşması ile sona eren iç savaş, mezhepler arası güç paylaşımını yeniden rayına oturtmuş gibi gözükse de Hizbullah gibi İran destekli örgütler mezkûr topraklarda halen etkinliğini sürdürmektedir.
Lübnan'da yaşayan bir Türk dostumun geçtiğimiz günlerde yaptığımız gayriresmî bir telefon görüşmesi esnasında tarafıma aktardığı üzere bugünün Lübnan'ı derin mali kriz, siyasi istikrarsızlık ve sistematik dış müdahalelerle sarsılmaya devam etmekte ve ülkenin "girift" mezhepsel yapılanması yerel halk tarafından ülkenin "Aşil topuğu" olarak formüle edilmektedir.
Sonuç
Ve sonuç olarak, yukarıda bahsi geçen Arap ülkeleri, tam bağımsızlık yolunda birbirinden farklı yol haritaları izlemiştir.
Arap-İsrail çatışmaları, Soğuk Savaş'ın kutuplaştırıcı iklimi ve Saddam gibi "popülist" liderlerin koltuk hırsları da Ortadoğu coğrafyasını adeta bir "diktatörler" bölgesine dönüştürmüştür.
Her şeye rağmen, önümüzdeki haftalarda daha da kapsamlı bir şekilde ele almayı planladığım Arap milliyetçiliği fikri, yalnızca yerel bir isyan kıvılcımı olmakla kalmamış; "müstakillik" ateşiyle yanıp tutuşan "öfkeli" kitlelerin zihinlerinde bir "çığ" gibi büyüyerek kolektif bir uyanışın ve "çok sesli" bir sosyal reaksiyonun sembolü hâline gelmiştir.
Tüm bu bilgiler ışığında, gelecek haftaki yazımın amacı, giriş bölümünde kısaca değindiğim bir diğer stratejik ODKA ülkesi olan Libya'nın dönüşen içtimai dinamiklerini ele almak ve bu dönüşümün uluslararası ilişkiler sisteminde nasıl bir restorasyona yol açtığını analiz etmek olacaktır.
Herkese sevginin, huzurun ve toplumsal barışın hüküm sürdüğü, esenlik dolu bir hafta dilerim.
*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish