Kurulduğu günden bu yana dünyanın "kaynayan kazanı" olarak tasnif edilebilecek Ortadoğu bölgesi (İng. The Middle East, Fr. Le Moyen Orient), 2025 yılında siyaset bilimcilerin ve birçok uluslararası ilişkiler uzmanının üzerinde çokça tartıştığı ve geleceği hakkında en çok kafa yorduğu sosyal laboratuvarlardan biridir.
Ancak bu coğrafi adlandırma, ortaya atıldığı günden bugüne "medeniyetlerin beşiği" olarak da nitelendirilebilecek "türünün tek örneği" bir bölgenin tarihsel, kültürel ve içtimai dinamiklerini yansıtmaktan çok, emperyal devletlerin kendini dünyanın tam orta noktasında (ya da merkezinde) gördüğü ve halen de görmekte olduğu "sorunlu" bir dünya tasavvurunun doğusunda kalan "yapay" bir yerin "naylon" bir tanımlaması olarak akıllara kazınmıştır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Sosyolojik olarak düşünüldüğündeyse Ortadoğu kavramı, envaiçeşit ırk ve mezhepten gelen insan topluluklarının hem geçmişin hem de geleceğin eş zamanlı etkisinde yaşadıkları "karmakarışık" bir yaşam alanını temsil etmektedir.
Bu haftaki yazım, yakın tarihin dehlizlerine inip Ortadoğu kavramının ontolojik ve etimolojik kökenini uzun uzadıya inceleyerek bölgenin "emperyal" müdahalelerle tekrar tekrar yeninden yapılandırılmasına ve bu müdahalelerin bir zamanlar Osmanlı toprağı olan "koca" bir hinterlandı nasıl "un ufak" ettiğine odaklanmak olacaktır.
Öyleyse başlayabiliriz.
Bölüm 1: Ortadoğu kavraminin doğuşu
Modern çağ münevverlerinin üzerinde çokça tartıştığı üzere, The Middle East (Ortadoğu) terimi tarihte ilk kez İngiliz İmparatorluğu'nun yüksek rütbeli yetkililerince kullanılmış ancak esasen 1902 yılında Amerikalı askerî stratejist Alfred Thayer Mahan tarafından lanse edilerek dünya kamuoyunun beğenisine sunulmuştur.
19'uncu yüzyıl sonu ve 20'nci yüzyıl başı arasında kalan bu "hummalı" dönem İngiltere ve Rusya arasında The Great Game (Büyük Oyun) olarak bilinen, içinde dünya tarihinin en büyük paylaşım savaşlarından birine de tanıklık etmiştir.
Bu nedenle mevzubahis periyotta; İngiltere, İran Körfezi'nin güney kıyıları gibi bölgeleri de Ortadoğu sınırları içerisine almayı uygun görmüştür.
Buradan hareketle, Mahan'ın "tepeden inme" kavramsallaştırması ne Orta Çağ'da kullanılan adıyla Cizretü'l Arap'ı (bugünkü Arap Yarımadası) ne Biladü'ş Şam'ı (bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin'i kapsayan bölge) ne de Irak-ı Arap'ı (Aşağı Mezopatamya'yı ve coğrafi olarak Arap Yarımadası'nın çöllerine doğal sınırları olmayan bazı çöl bölgelerini içeren yer) geçmişte Müslüman dünyanın yaptığı gibi kelimenin tam manasıyla kompartmantalize etmeyi başarabilmiştir.
Bu metne göre, bu kavramsallaştırma daha çok Garp dünyasının Rusya ve diğer "düşmanları" karşısında iktisadi menfaatlerini koruma ve "suç ortaklarını" kollama yolunda istedikleri gibi at koşturduğu tartışmalı bir coğrafi alanı çok uluslu bir şirket edasıyla yönetmek ya da sembolik bir biçimde "dilimlemek" amacıyla kullanılmıştır.
1902 senesini takip eden yıllarda, Batılı emperyal devletler arasında sürüp giden bu "at koşturma yarışı" hız kesmeksizin devam etmiştir.
I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte İngiltere ve Fransa arasında imzalanan 1916 tarihli Sykes Picot Antlaşması'ysa, Akka şehrinin "A" harfinden "Kerkük" şehrinin "K" harfinin kapsama alanında kalan "taşı toprağı altın" bölgenin nihai kaderini bir avuç mürekkep ve cetvelle belirlemiştir.
Özellikle Birleşik Krallık, savaş sürecinde iş birliği içerisinde bulunduğu Hâşimî ailesine "ödül" niteliğinde bazı monarşiler tesis etmiştir.
Fransa ise Suriye ve Lübnan gibi bölgelerde başka türden kazanımlar elde etmiştir.
Bölüm 2: Orta Şark'ın anglo-amerikan güdümündeki "yapay" krallıkları
Yukarıdaki bilgiler ışığında ve başta Albert Hourani olmak üzere birçok Ortadoğu tarihçisinin bizlere aktardığına göre; İngiltere'nin Sykes-Picot Antlaşması sonrasında bölge üzerindeki hâkimiyetini pekiştirmek adına Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ı Irak Kralı olarak tayin etmesi, yerel halkın siyasal iradesinden tamamen bağımsız bir girişim olarak tarihe geçmiştir.
Bir diğer ifadeyle Faysal, İngilizlerin "sadık" müttefiki olarak Bağdat tahtına oturtulmuş, ülkenin karmaşık etno-mezhepsel yapısına rağmen, çeşitli halk ile ilişkiler stratejileri aracılığıyla suni bir ulusal birlik söylemi oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ancak ne Sünni ne Şii ne de Kürt unsurlar bu dışardan dayatılan yapıya tam anlamıyla bir yakınlık hissedebilmiştir.
1932'de görünürde "tam" bağımsızlık ilan etmiş gibi gözükse de İngiltere'nin hem askeri hem de ekonomik nüfuzu uzun süre Irak'ın üzerinde bir gölge gibi kalmaya devam etmiştir.
Benzer bir "bağımlı" siyasal yapılanma Ürdün'de de inşa edilmiştir.
İngiltere'nin Transürdün (Trans Jordan) adıyla kurduğu "itaatkâr/komprador" emirlik, aslında "mekânın asıl sahiplerinin" Filistin üzerindeki etkinliğini dengelemek ve Arap kamuoyunu oyalamak amacıyla planlanmıştı.
Burada da yine Şerif Hüseyin'in bir diğer "nev-i şahsına münhasır" oğlu Abdullah, İngilizler tarafından emir olarak atanmış ve 1946'da Ürdün Hâşimî Krallığı adıyla "nominal" bir bağımsızlık ilan etmiştir.
Ancak bu krallık da Batı'nın onayına ve finansal desteğine "bağımlı" bir şekilde varlığını sürdürmüş, dış politikada her zaman aşırı Batı yanlısı bir çizgi izlemiştir.
Yine bu dönemde, Arap yarımadasının doğusundaki körfez kıyılarının akıbeti, İngiltere'nin deniz yolları üzerindeki çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir.
Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Ateşkes Şeyhlikleri (bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri) gibi "inorganik" yapılar, 19'uncu yüzyıldan itibaren İngiltere ile yapılan "koruyuculuk" anlaşmalarıyla birer protektora (protectorate) haline getirilmiştir.
Bir diğer ifadeyle, bu bölgelerdeki emirlikler o ya da bu şekillerde yerel aşiret reisliklerinden modern devlet biçimlerine dönüştürülürken Batı'nın güvenlik garantörlüğüne muhtaç birer müttefik olarak organize edilmişlerdir.
Çoğunlukla 1960'lı ve 70'li yıllarda art arda "bağımsızlıklarını" ilan eden mezkûr devletler, görünürde bağımsız olmalarına rağmen askerî, siyasi ve ekonomik güvenliklerini büyük ölçüde İngiltere ve daha sonra ABD üslerine emanet etmişlerdir.
1981 itibarıyla Körfez İş Birliği Konseyi çatısı altında yuvarlak masa şövalyelerinin birer neferi gibiymişçesine hareket eden bir birlik izlenimi verseler de dışa bağımlılık, bu "yapay" monarşilerin yapısal gerçeği olmaya devam etmiştir.
Bu türden bir oluşumun bir diğer örneği ise Suudi Arabistan'dır. 1920'lerde Necd ve Hicaz bölgelerinde, İbn Suud'un (Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal Âl-i Suud) Vahhabi ulemanın desteğiyle gerçekleştirdiği "fetihler" sonucunda kurulan bu siyasi organizma, kendisini hem dinî hem de siyasi meşruiyetle tahkim etmeye çalışmıştır.
1932'de Suudi Arabistan Krallığı ilan edilmiş; Batı'yla, özellikle de ABD ile petrol üzerinden kurulan ilişkiler sayesinde uluslararası meşruiyet kazanmaya çalışmıştır.
Tüm bunlara ek olarak Suud krallığı, İslami sembolizm ile Batı menşeili enerji politikalarının birleştiği bir "petro-monarşi" olarak hem bölge siyasetinde hem de küresel enerji piyasalarında "stratejik" bir aktör haline gelmiştir.
Ve son tahlilde tüm bu örnekler, Ortadoğu'da savaş sonrası kurulan hibrit bir sistemin, yalnızca siyasi sınırları değil aynı zamanda halkların "makus" kaderlerini de dış müdahalelerle şekillendiren "tuhaf" bir dönemi yarattığının simgeleri olarak tarih kitaplarındaki yerini almıştır.
Bölüm 3: "Küçük" ortak Fransa'nın himayesine bırakılan yerler
Tüm bunların haricinde, tarihçiler tarafından kimi zaman Bir Numaralı Savaş ya da Büyük Paylaşım Savaşı olarak adlandırılan I. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen yeni Ortadoğu haritasında Fransa; İngiltere'nin yanında savaşın galibi olarak "muzaffer" bir edayla masaya oturmuş olsa da paylaşım pastasından kendine düşen dilim hem nitelik hem nicelik olarak "ikinci sınıf" kalibrede olmuştur.
James Barr'ın "A Line in the Sand" adlı eserinde kimi zaman açık kimi zamansa latent (gizil) bir biçimde okuyucuya aktardığı üzere, İngiltere'nin hamiliğinde yürütülen Sykes-Picot Antlaşması çerçevesinde Fransa'ya bırakılan nüfuz alanları, esasen Birleşik Krallık'ın istemeye tenezzül etmediği veya stratejik öncelik açısından geri plana attığı bölgelerle sınırlıydı.
Bu bağlamda Fransa, İngiltere'ye kıyasla Ortadoğu'da bir "küçük ortak" rolünü kabullenmek zorunda kalmış; İngiliz emperyalizminin gölgesinde kısıtlı bir etki alanıyla yetinmiştir.
Ünlü siyaset bilimci Raymond Hinnebusch'un da bahsettiği üzere, Fransa'ya bırakılan en önemli alanlardan biri, günümüz Suriye ve Lübnan coğrafyasıdır.
Lakin bu iki ülke ne petrol bakımından İngiltere'nin Körfez protektoraları kadar zengindi ne de deniz yolları ve küresel ticaret bağlamında Süveyş ya da Basra kadar stratejik bir öneme sahipti. Fransız mandası altında kurulan bu yeni yapılar, yerel halkın meşruiyetini arkasına almaktan çok uzaktı.
Üstelik Fransa'nın bölgedeki kültürel ve idari yaklaşımı, İngiltere'nin "pragmatik" siyasetinden farklı olarak daha "sert", merkeziyetçi ve zaman zaman "buyurgan" bir karaktere de bürünmüştü.
Bu durum da Suriye ve Lübnan'da sık sık isyanlara, direniş hareketlerine ve mezhepsel çatışmalara yol açmaktaydı.
Özellikle 1925-1927 yılları arasında patlak veren Büyük Suriye İsyanı, Fransızların bölge üzerindeki egemenliğinin kırılganlığını gözler önüne sermiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası süreçte de Fransız kolonyalistler bölge üzerindeki etkisini tamamen yitirmiştir.
Günün sonunda Fransa, bölgeyi şekillendiren başat aktör değil, Batılı büyük güçlerin diplomatik ihtiyacına göre konumlandırılmış "ikincil" bir oyuncu olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır.
Sonuç
Sonuç olarak, "Ortadoğu" ifadesi ilk bakışta masum bir coğrafi tanımlama gibi görünse de ardında ciddi bir "siyasi suikastın" kalıntılarını barındırır.
Bu "acımasız" suikastın bıraktığı enkaz, bir zamanların en kudretli imparatorluklarından olan Osmanlı'ya kendi reayası tarafından gerçekleştirilen "büyük ihanetin" de bir tezahürüdür.
Bernard Lewis gibi "usta" tarihçilerin de çokça dile getirdiği üzere, Devlet-i Aliyye'nin yıkılmasının ardından oluşan güç boşlukları bölgeye hiçbir zaman kalıcı bir huzur getirmemiştir.
Eski düşmanlıklar yeniden gün yüzüne çıkmış, bölge adeta bir harp alanına dönmüştür.
Bu süreçte, bölge halkları da kendi kimliklerini net bir biçimde tanımlamakta zorlanmış ve derin bir kimlik krizi yaşamıştır.
"Ortadoğu" kelimesi de bu bağlamda tıpkı Arap dünyasında sonradan oluşturulmuş ve birçok Arap ülkesinde farklılık gösteren Ammiyye Arapçası (ya da Ammice) gibi "köksüz", "gövdesiz" ve "yavan" kalmıştır.
Britanyalı yazar Tim Marshall'ın da söylediği gibi, bu kavramın nerenin "doğusunu" ve neyin "ortasını" temsil ettiği belli değildir.
Dolayısıyla bir zamanlar Bereketli Hilal'i de kapsayan böylesine stratejik bir bölgeye bu coğrafyaya ait olmayan "absürt" bir adla hitap etmek bile farkında olmadan Batı tarafından dikte edilen güç ilişkilerini yeniden üretmek ve tarihsel felaketlerin tekrar yaşanmasına zemin hazırlamaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır.
Çünkü Prusya kökenli ünlü Alman filozof Immanuel Kant'ın da söylediği üzere içeriksiz kavramlar boş, kavramsız algılamalar da kördür.
Ve maalesef kör olan her algılama da insanları telafisi asla mümkün olmayan zincirleme hatalar yapmaya sürükler.
Herkese algı kapılarımızın her daim açık, katıksız barışın ve toplumsal huzurun da yaşamın her alanında egemen olduğu mutlu yarınlar dilerim.
*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish