21'inci yüzyılın en kritik gücü artık petrol ya da silah değil, veri ve teknoloji.
Peki bu yeni dünya düzeninde kim hakimiyeti elinde tutuyor?
Küresel dijital altyapının yüzde 66'sı, yalnızca üç Amerikan şirketinin kontrolünde. Amazon Web Services, Microsoft Azure ve Google Cloud Platform, dünyanın veri imparatorluğunu paylaşıyor.
Bu sadece ekonomik bir başarı hikayesi değil; aynı zamanda derin bir jeopolitik bağımlılık yaratıyor.
Görünmeyen zincirler
Bir ülkenin hastaneleri, bankaları, enerji şebekeleri ve kamu hizmetlerinin büyük kısmı, yabancı bir devletin hukuki yetki alanındaki sunucularda çalışıyorsa, o ülkenin dijital egemenliği ne kadar gerçektir?
Bu soru, bugün pek çok ülkenin karşı karşıya olduğu acı gerçeği özetliyor.
Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel bilgi alanındaki hakimiyeti, geleneksel ekonomik üstünlüğün çok ötesine geçiyor.
Bu durum, yalnızca depolanan veri miktarının kontrolünü değil, aynı zamanda bu veriyi işleyen temel teknolojik altyapının, yapay zekâ modellerinin ve bu teknolojilerin meşruiyetini sağlayan hukuki çerçevelerin kontrolünü de kapsıyor.
Bulut imparatorluğu
Amazon Web Services, küresel bulut altyapısı pazarının yüzde 32'sine hâkim.
Yıllık 23 milyar dolarlık geliriyle, erken piyasaya giriş avantajını sonuna kadar kullanan AWS, dijital dünyanın temel taşlarından birini oluşturuyor.
Microsoft Azure, kurumsal pazardaki derin kökleriyle yüzde 29'luk büyüme sergilerken, Google Cloud Platform yapay zekâ ve ileri analiz hizmetlerine odaklanarak 8,4 milyar dolarlık gelir elde ediyor.
Bu üç devin toplam pazar payı, diğer tüm uluslararası ve yerel oyuncuların toplamının neredeyse iki katına denk geliyor.
Rakamlar soğuk görünebilir, ancak anlattıkları hikâye çarpıcı: Gelecekteki tüm teknolojik inovasyonun temeli, büyük ölçüde bu üç ABD bulut mimarisi üzerine inşa ediliyor.
Yapay zeka: Tekelin yeni cephesi
Yapay zeka pazarının 2031 yılına kadar 2,28 trilyon dolara ulaşması bekleniyor.
Bu devasa ekonomik potansiyelin büyük kısmı, şu anda ABD merkezli birkaç teknoloji devinde yoğunlaşmış durumda.
OpenAI, Google'ın Gemini'si, Meta'nın Llama'sı... Büyük dil modellerinin hemen hepsi Amerika'dan geliyor.
Daha ilginç olan ise, bu devler arasındaki bağımlılık ilişkisi.
Meta Platforms bile, kendi temel modeli Llama 5'i geliştirirken, performansı optimize etmek için Google'ın Gemini modelini ve OpenAI modellerini geçici olarak test etme ihtiyacı duyuyor.
Bu durum, temel bilgi üretiminin kalitesinin ve hızının, ABD içindeki birkaç oyuncuya ne denli bağımlı olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
İşin donanım boyutu da en az o kadar kritik. NVIDIA'nın yarı iletken (GPU) alanındaki hakimiyeti, bilgi işlem gücü darboğazının kontrolünü tek elde tutuyor.
Yapay zeka modellerini eğitmek isteyen herkes, ister istemez bu tekele bağımlı hale geliyor.
Geri besleme döngüsünün tuzağı
Burada şeytani bir döngü var: Büyük dil modellerinin eğitimi ve dağıtımı, muazzam miktarda bilgi işlem gücü ve veri depolama gerektiriyor.
Bu da teknoloji geliştirme maliyetlerini aşırı derecede artırıyor. ABD merkezli yapay zekâ şirketleri, aynı ABD merkezli bulut hizmetlerine bağımlı.
Yüksek yapay zekâ talebi, bulut tekellerini güçlendiriyor; bu da yapay zeka yatırım maliyetlerini yükselterek uluslararası rakipler için pazara giriş engellerini artırıyor.
Sonuç?
ABD dışındaki ülkeler, kendi yapay zekâ yeteneklerini hızlıca ölçeklendirmekte zorlanıyor. Teknolojik açık her geçen gün biraz daha açılıyor.
Düşünce kuruluşlarının gizli rolü
Tekelin sürdürülmesinde teknolojik üstünlük kadar önemli bir başka unsur var: Epistemolojik kontrol.
RAND Corporation gibi etkili düşünce kuruluşları, teknoloji ve jeopolitika arasındaki ilişkiyi stratejik bir çerçeveye oturtarak, teknolojik üstünlüğün "ulusal güvenlik meselesi" olarak kodlanmasını sağlıyor.
RAND'ın güncel araştırmaları, Amerikalıların çoğunluğunun ABD'nin yapay zekâ yarışında Çin'e karşı rekabet avantajını sürdürmesini "hayati" gördüğünü ortaya koyuyor.
"Yapay Genel Zekâ Sonrası Gün Senaryosu" gibi çalışmalar ise, ABD'nin gelecekteki norm belirleme rolü için önceden hazırlık yaptığını gösteriyor.
Bu tür preemptif analizler, şunu garanti etmeyi amaçlıyor: Dünyanın en yıkıcı teknolojisinin jeopolitik etkilerini ilk kavrayan ve ilk politika önerilerini geliştiren taraf ABD olsun.
Böylece diğer uluslar, ABD tarafından belirlenmiş güvenlik ve etik parametreler içinde hareket etmek zorunda kalıyor.
CLOUD Act: Hukuki kaldıraç
ABD'nin bilgi tekeli üzerindeki en kritik hukuki aracı, CLOUD (Clarifying Lawful Overseas Use of Data) Yasası.
Bu yasa sayesinde ABD hükümeti, AWS, Azure ve Google Cloud gibi Amerikan şirketlerinin denizaşırı ülkelerde depoladığı verilere ABD hukuku kapsamında erişim sağlayabiliyor.
CLOUD Act, veri egemenliğinin geleneksel tanımını fiilen ortadan kaldırıyor.
Artık verinin fiziksel konumu değil, sağlayıcının hukuki ikametgahı esas alınıyor.
Verilerinizi Avrupa'daki bir sunucuda saklasanız bile, hizmet sağlayıcı ABD merkezli olduğu için ABD hukuki yetkisi altında kalıyorsunuz.
Bu durum, uluslararası veri egemenliği paradigmalarını sarsan, ABD lehine asimetrik bir hukuki üstünlük sağlıyor.
Jeopolitik kriz senaryolarında, ABD'nin bulut sağlayıcıları aracılığıyla kritik veri akışlarını izleme, engelleme veya manipüle etme yeteneği, diplomatik ve askeri üstünlük anlamına geliyor.
Direnişin sınırları
Avrupa Birliği, Dijital Piyasalar Yasası (DMA) ve Dijital Hizmetler Yasası (DSA) gibi düzenleyici araçlarla ABD'li "kapı bekçilerinin" gücünü sınırlamaya çalışıyor.
Ancak bu çabalar, ABD'nin temel teknoloji üzerindeki üretim tekelini kırmayı değil, onun piyasa üzerindeki etkilerini yönetmeyi hedefliyor.
AB'nin düzenleyici gücü, ABD'nin üretim ve inovasyon gücü karşısında ikincil kalıyor.
Çin ise kendi kapalı bulut ve yapay zekâ ekosistemlerini kurarak ABD tekeline en önemli alternatifi sunuyor.
Alibaba, Tencent ve diğer Çinli devler, kendi iç pazarlarında güçlü konumdalar.
Ancak bu ekosistem, ABD'nin aksine, küresel ölçekte açık ve norm belirleyici bir güce henüz ulaşamadı.
Geleceğin mücadelesi
ABD'nin küresel bilgi tekeli üzerindeki mücadelesi kaçınılmaz ve kesintisiz olacak.
Zira 21'inci yüzyıl hegemonik gücü, geleneksel askeri güçten çok, teknolojik üstünlüğün korunmasına dayanıyor.
Bu tekel, ABD için basit bir ekonomik avantaj değil; küresel liderliği sürdürmenin temel stratejik gerekliliği.
NATO ve AB üyeleri de dahil olmak üzere ABD'nin müttefikleri, kritik ulusal altyapıları için teknolojik olarak ABD'ye bağımlı kaldıkça, bu durum Washington'ın diplomatik gücünü artırmaya devam edecek.
Sonuç olarak, dijital çağın imparatorluğu görünmez zincirlere dayanıyor.
Bu zincirler çelikten ya da demirden değil, kodlardan, veri merkezlerinden ve hukuki metinlerden örülü.
Ve şu an için, bu zincirlerin anahtarı Atlantik'in batı kıyısında.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish