1945 sonrası şekillenen yeni dünya düzeninde Amerika Birleşik Devletleri yalnızca bir süper güç olarak öne çıkmamış, aynı zamanda uluslararası ilişkiler sisteminde kendi çıkarlarını evrensel normlar gibi sunan, dünyayı yeniden yapılandıran "yeni bir Roma İmparatorluğu" olarak da anılmıştır.
Mezkûr yeni nizamda, Marshall Planı ve Çevreleme (containment) politikaları gibi "masumane" yardım girişimleri, bazı akademik çevrelerce sadece ekonomik ya da jeostratejik destek paketleri olarak değerlendirilmemiş; aksine, ABD'nin küresel ölçekte ivedilikle kurmaya çalıştığı Cosa Nostra benzeri "mafyatik" bir oluşum olarak yorumlanmıştır.
Mevzubahis "destek paketleri", savaş yorgunu Avrupa'ya ve Türkiye gibi Şark ile Garp dünyasını birbirine bağlayan köprü (nexus) ülkelere "can suyu" sağlamakla kalmamış; aynı zamanda bu ülkeleri Amerika'nın "sınır karakolları" haline getirmiştir.
Bu düzenin kurulma süreci, Mario Puzo romanlarından beyaz perdeye uyarlanan ünlü sinema karakteri Michael Corleone'nin ideal tip vatandaştan, bir suç makinesine dönüşme hikâyesiyle de şaşırtıcı benzerlikler taşımaktadır.
Bu durum, dil uzmanı Doç. Dr. Can Denizci tarafından aramızda gerçekleştirdiğimiz gayriresmî konuşmalar esnasında "Amerika'nın Michael Corleone Sendromu" olarak adlandırılmış ve bu metnin oluşmasına bir referans noktası olmuştur.
Nasıl ki Michael, kariyerine aile işlerinden uzak, hukuka saygılı bir savaş kahramanı genç olarak başlayıp zamanla bir suç örgütü lideri olan babasının yerini alarak çok daha sert ve acımasız bir mafya liderine dönüşmüşse ABD de başlangıçta özgürlüklerin, kolektif kalkınmanın ve acunsal barışın temsilcisi gibi görünmüş, fakat zamanla tıpkı selefi İngiliz İmparatorluğu gibi her şeyden önce kendi "emperyalist" çıkarlarını önemseyen "Makyavelist" bir güç politikası izlemeye başlamıştır.
Bu dönüşümün kırılma noktaları, dünyayı bir yok oluşun eşiğine getiren Soğuk Savaş'tan Afganistan ve Irak müdahalelerine, NATO'nun genişleme sürecinden Ukrayna Savaşı'na kadar geniş bir zaman ve mekânda gözlemlenebilir.
Bu yazımda mevzubahis kırılma noktalarını sosyolojik bir perspektiften olabildiğince yalın bir şekilde ele almaya çalışacağım. Öyleyse başlayabiliriz.
Bölüm 1: ABD'nin kısa süren masumiyet çağı ve yükselişi önlenemez bir süpergüce evrilişinin tuhaf hikayesi
Ünlü Birleşik Devletler doğumlu tarihçi Doris Kearns Goodwin'in de eserlerinde çoğu zaman dolaylı bir biçimde bizlere aktardığı üzere, ABD'nin "masumiyet çağı", Amerikan İç Savaşı sonrası Abraham Lincoln önderliğinde ve Monroe Doktrini ışığında filizlenen hümanist ve barış yanlısı değerlerin Amerikan halkı ve münevverlerince benimsendiği dönemi kapsar.
Bu dönemde, Amerikan devlet aklı ve politika yapıcıları izolasyonist bir izleği takip etmiş, iyi eğitimli diplomatları ve oldukça yetenekli halkla ilişkiler uzmanları sayesinde kendini, yıpranan uluslararası ilişkiler sisteminin atlas kumaşı olarak tanıtmıştır.
Ancak bu "masumiyet" pek de uzun ömürlü olmamıştır. I. Dünya Savaşı'na giden süreçte, Başkan Woodrow Wilson'ın öne sürdüğü Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) ve Wilson İlkeleri, her ne kadar barışçıl bir vizyonun ürünü olarak sunulmuş olsa da gerçekte "aşırı bireyselci" Amerikan değerlerinin "evrensel" normlar olarak cilalanmasının ve bu değerlerin Amerikalı olmayan devletlere tepeden inme bir biçimde empoze edilmesinin ilk örnekleri arasında yer almıştır.
Tüm bu gelişmelerin haricinde 1939-1945 yılları arasında vuku bulan ve Avrupa merkezli kalburüstü güçlerin birbirlerinin beşerî, kültürel ve askerî kaynaklarını amansız bir biçimde tükettiği II. Dünya Savaşı yılları, ABD'ye dünyanın polisliğine soyunması için de tarihi bir fırsat sunmuştur.
Bu süreçte ABD, Büyük Buhran Dönemi'nde dağılan ekonomisini toparlamış; askerî kapasitesini arttırmış ve düşmanlarına karşı nükleeri ilk kez kullanan uluslararası ilişkiler aktörü olarak da kendisini bir Juggernaut'a (önüne gelen her şeyi yıkan bir varlık) dönüştürmüştür.
Yalta Konferansı sonrasında ise ABD, Sovyetler Birliği'ne karşı "özgür dünyanın lideri" rolünü üstlenmiş; Marshall Planı ve Truman Doktrini gibi adımlarla Avrupa'yı hem ekonomik hem de siyasal olarak kendi etki alanına çekmiştir.
Bu yardımlar yalnızca mali destek değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin, ABD tipi yaşam tarzının ve Atlantik ötesi güvenlik anlayışının başka ülkelere taşınmasına da aracılık etmiştir.
Amerika bu dönemde, önce kendi müttefiklerini birlik ve dirlik içinde tutmaya çalışmış ve Kuzey Atlantik Paktı İttifakı (NATO) gibi güvenlik antlaşmaları yoluyla da sözde özgür dünyaya istikrar sağladığını iddia etmiştir.
Öte yandan, NATO sistemi dışında kalan ülkelere yönelik çevreleme politikaları çok daha entervansyonist (müdahaleci), istikrarsızlaştırıcı ve agresifçe olmuştur.
Kore ve Vietnam savaşları, Amerikan müdahaleciliğinin İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk büyük sıcak çatışma örnekleri olmuş; Latin Amerika'daki CIA destekli darbelerden Ortadoğu kaynaklarını hoyrat bir biçimde sömürmeye kadar uzanan geniş bir yelpazede ABD, çoğu zaman evrensel demokratik değerleri korumaya tenezzül etmemiş, kendi latent (gizil) çıkarlarını öncelemeyi ve muhafaza etmeyi tercih etmiştir.
Ronald Reagan döneminde geliştirilen "Yıldız Savaşları" projesi ise salt askerî bir proje olmanın ötesinde Sovyetler üzerinde ekonomik ve psikolojik baskı kurma amacı da taşımıştır.
1979'da başlayan Afganistan Savaşı da ABD'nin Sovyetler'i doğrudan karşısına almadan yine CIA destekli vekil aktörler aracılığıyla yıprattığı bir başka cepheye dönüşmüştür.
Tıpkı stratejik hesaplarla düşmanlarını tek tek saf dışı bırakan Michael Corleone gibi ABD de Sovyetler Birliği'ni doğrudan sıcak savaşa girmeden ekonomik örseleme, çok katmanlı manipülasyon ve çevreleme politikalarıyla adeta köşeye sıkıştırmış ve Sovyetlerin çöküntüsüne giden yolun kaldırım taşlarını döşemiş ve 1991'de SSCB'nin dağılmasıyla da bu hedefini gerçekleştirmiştir.
Bölüm 2: Tek kutuplu dünya ve rakip "ailelerin" sözde çöküşü
20'nci yüzyılın sonunda Sovyetler Birliği'nin ilgası ile birlikte ABD, Michael Corleone'nin rakip mafya ailelerini ortadan kaldırarak yeraltı dünyasının büyük baronu olması gibi, uluslararası ilişkiler sisteminde rakipsiz hâle gelmiştir.
Bu dönem, Francis Fukuyama gibi akademisyenler tarafından global liberal düzenin "altın çağı" olarak tanımlanmıştır.
Ancak bu tek kutupluluk, beraberinde aşırı öz güveni ve stratejik hataları da getirmiştir. 2003'teki İkinci Körfez Savaşı, ABD'nin küresel meşruiyetini ciddi biçimde sarsan bir kırılma anı olmuştur.
Kitle imha silahları bahanesiyle başlatılan Irak işgali, beklenenin aksine Ortadoğu'da istikrar yerine büyük bir kaos ortamı yaratmıştır.
Bu süreçte, ABD'nin "sarsılmaz" liderliği ve sözde ahlaki üstünlüğü sorgulanmaya başlanmış; Putin'in Rusya'sı ve Xi Jinping'in Çin'i gibi yeni güç odakları, alternatif güç merkezleri olarak yükselmiştir.
2022'de başlayan Ukrayna Savaşı, bu yeni güç mücadelesinin en kritik cephelerinden biri olmuştur.
ABD öncülüğündeki Batı, NATO genişlemesi aracılığıyla Rusya'yı çevrelemeye çalışmış; Rusya, bu durumu kendi varoluşsal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak yorumlamış ve Ukrayna'ya saldırmıştır.
İşte tam da bu noktada, ABD ve Avrupalı müttefiklerin, 2023 yılında suikasta uğrayan Wagner lideri Prigozhin'e örtülü destek verdikleri ve geçtiğimiz günlerde "Örümcek Ağı Operasyonu" adı altında stratejik öneme sahip Rus hava üslerine yönelik drone saldırılarına katkı sağladıkları yönündeki iddialar, Baba III filminde Michael Corleone'nin kaybolan itibarını geri kazanma çabalarıyla dikkat çekici paralellikler taşımaktadır.
Ancak ne ABD ne de Avrupa ülkeleri, bu savaşı kesin bir zaferle sonuçlandırabilecek kapasiteye henüz ulaşabilmiş değildir.
Bu kaotik ortamda, birçok uluslararası ilişkiler uzmanının sıklıkla vurguladığı üzere, bu potansiyele sahip tek ülke Türkiye olmuştur.
Bölüm 3: Türkiye'nin savaşı bitirmek için oynadığı Tom Hagen rolü
Yukarıda söylenenlerden hareketle, bu kırılgan jeopolitik ortamda Türkiye'nin üstlendiği rol oldukça dikkat çekicidir.
Tıpkı Michael Corleone'nin hukuk ve strateji danışmanı Tom Hagen'in sergilediği consigliere (müşavir) rolü gibi; Türkiye de küresel güçler arasında denge kuran, çatışmaları yumuşatan bir "akil kişi" pozisyonuna yerleşmiştir.
2022'de Antalya Diplomasi Forumu ve İstanbul'da gerçekleştirilen müzakereler, Ukrayna ile Rusya'nın aynı masada buluşabildiği nadir diplomatik başarılar arasında yer almıştır.
NATO üyesi olmasına karşın Türkiye, kadim devlet tecrübesini ve Avrasyalı kimliğiyle hem Doğu hem Batı ile diyalog kurabilme kapasitesini avantaja çevirmiştir.
İbrahim Kalın ve Hakan Fidan gibi tecrübeli isimlerin başarılı bir biçimde yürüttüğü diplomatik temaslar, yalnızca görüşme zeminini değil; taraflar arasında sınırlı da olsa güven inşasını da mümkün kılmıştır.
Gerek görüldüğü zaman sürdürülen arka kapı diplomasisi, "Tahıl Koridorunun Açılması Girişimi", nihayetinde 2025 yılında gerçekleşen "Türkiye-Rusya-Ukrayna Üçlü" zirveleriyse kalıcı barışın sağlanması için bir anahtar işlevi görmektedir.
İşte bu noktada, Türkiye'nin ara buluculuğu ekseninde gerçekleşebilecek üç muhtemel senaryodan söz etmek istiyorum:
Bölüm 4: Geleceğe dair 3 muhtemel senaryo
I. En iyimser senaryo: "Uluslararası ilişkiler sistemin yeniden yapılandırılması"
İlk ve en önemli senaryomuzda, Türkiye'nin öncülüğünde İstanbul'da imzalanan kapsamlı bir barış antlaşması yoluyla Ukrayna'nın toprak bütünlüğü garanti altına alınır.
Rusya da NATO'nun daha fazla doğuya genişlemeyeceğine dair resmi güvence elde eder. Yeni bir güvenlik ağı inşa edilir, ekonomik iş birlikleri geliştirilir.
Bu senaryo, Soğuk Savaş sonrası kurulan sistemin revize edilerek çok kutuplu ama iş birliğine dayalı bir düzene evrilmesi anlamına da gelir.
II. Yarı iyimser senaryo: "Donmuş savaş"
İkinci senaryomuz ise, savaşın düşük yoğunluklu çatışmalarla devam edeceği yönündedir.
Bir diğer ifadeyle, bu muhtemel senaryoda yeni cepheler açılmaz ancak mevcut cephelerde durum donmuş hâlde kalır.
Donbas ve Kırım çevresi "donmuş savaş" bölgeleri hâline gelir. Batı ile Rusya arasındaki ilişkiler "soğuk barış" çerçevesinde şekillenir.
Türkiye, hâlâ diplomatik kanalları açık tutan güvenilir bir ara bulucu olarak sürece dâhil olur.
III. İyimser olmayan senaryo: "Yeni küresel savaş"
Son ve iyimser olmayan senaryomuzda ise savaş Moldova, Belarus ve Gürcistan gibi Post-Sovyet ülkelerine sıçrar. Aynı anda Çin-Tayvan hattında da sıcak gelişmeler yaşanır.
NATO ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi oluşumların rekabeti daha da keskinleşir.
Bu ortamda Türkiye; enerji güvenliği, göç yönetimi ve bölgesel istikrar gibi konularda tampon bölge işlevi üstlenirken savaşın genişlemesini önlemeye çalışan kilit bir diplomasi aktörüne dönüşür.
Tüm bu çabalara rağmen, üçüncü dünya savaşının fitili ateşlenir.
Sonuç
Sonuç olarak, Michael Corleone'yi tarumar eden şey, içeriden gelen ihanetler ve aşırı güç kullanımına dayalı bir stratejinin sürdürülemezliği olmuştu.
Bugün ABD ve Batı'nın karşı karşıya kaldığı zorluklar da benzer bir kaderin izlerini taşımaktadır.
Buna karşın Türkiye gibi köklü devlet geleneğine sahip, istihbarat yapılanması güçlü ülkeler; yalnızca bölgesel aktörmüşçesine değil, küresel ölçekte "akıl, denge ve barış" üretme kapasitesine sahip yeni nesil liderliklerin temsilcileri olarak öne çıkmaktadır.
Henry Kissinger'ın da geçmiş konuşmalarında sıklıkla söylediği üzere, tarih sadece silah taşıyanları değil; vizyon, sağduyu ve diplomasiyle yol açanları da yazacaktır. Herkese barış dolu günler dilerim.
* Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler bölümünde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji bölümünde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish