Hız bizi yutarken: Düşünce kapasitemizi nasıl kaybettik?

Yüce Zerey Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/ChatGPT

Telefonunuz cebinizde değilse panik yapıyorsunuz, değil mi?

Ben de öyle.

Sanki bir parçamız kaybolmuş gibi hissediyoruz.

Elimizdeki bu cihaz artık sadece bir araç değil; bedenimizin uzantısı, belleğimizin deposu, kimliğimizin yansıması.

Onsuz olmak, eksik olmak, yarım kalmak demek.

Descartes "Düşünüyorum, öyleyse varım" derken haklıydı belki.

Ama bugün farklı: "Bağlıyım, öyleyse varım" diyoruz.

Peki, bu bağlılık düşünmeyi nasıl etkiliyor?

Sürekli bağlı olduğumuz bu dijital dünyada, en temel insani yetilerimize ne oluyor?


Düşünme yetimizi kaybediyoruz

Yapay zeka hayatımıza girdiğinden itibaren; üzerine düşünmemiz gereken şeyleri bile yapay zekaya yaptırıyoruz.

MIT Media Lab'in 2025 araştırması bunu doğruluyor:

Düzenli yapay zeka kullanan bireylerde eleştirel düşünme skorları 6 ayda yüzde 23 düştü.

Daha da çarpıcı olan: Katılımcıların çoğu bu düşüşün farkında bile değildi.

Çünkü artık kendi düşüncelerimizi üretmiyoruz.

Algoritmanın bize sunduklarını tekrar ediyoruz.

Beynimiz öğrenmiş:

Neden düşünüp konforumu bozayım ki?


Yapay zeka merakı öldürüyor.

Eskiden bir şey merak ettiğimizde kafa yorardık.

Belki bilemezdik, belki yanlış anlardık ama o belirsizlikte bir şeyler olurdu kafamızda.

Şimdi?

Soruyu bile tam kurmadan cevap karşımızda.

Belirsizlik yok, merak yok.

Merak yoksa düşünce de yok.

Merak; insanın en kadim ateşidir.

Bilimden felsefeye, sanattan edebiyata her şey merakla başlar.

Ama algoritma "neden?" sorusunu gereksiz kılıyor.

Her şey zaten biliniyor, hesaplanıyor, öngörülüyor.

İnsana düşen?

Sadece tüketen olmak.

Düşünmek yorucu bir iştir.

Enerji harcar, zaman ister, risk taşır.

Yanılabilirsiniz, çelişkilere düşebilirsiniz, bilmediğinizle yüzleşebilirsiniz.

Oysa yapay zeka her şeyi biliyor - ya da öyle görünüyor.

Ama sormak lazım:

Bu cevap sizin mi?

Düşünceniz mi?

Yoksa algoritmanın size göstermeye karar verdiği şey mi?

Yanıt genellikle ikincisi.

Ve bu, sadece düşünce kaybıyla bitmiyor.

Düşünme yetimizi dışsallaştırdıkça, bir başka kritik yetimiz de sessizce eriyor: Hafızamız.


Hafızamız dijital sürgünde

Arkadaşlarımızın telefon numaralarını ezbere biliyor muyuz?

Ben bilmiyorum.

GPS kapalıysa kayboluyoruz sözde bildiğimiz mahallelerde.

Yazdığımız her cümle otomatik düzeltme tarafından tacize uğrarken "Ne kadar pratik" diyoruz.

Peki, bu pratiklik bize ne kaybettiriyor?

McGill Üniversitesi Araştırmaları (2020) kapsamında Louisa Dahmani ve Véronique Bohbot tarafından yapılan çalışmada, yoğun GPS kullanımının hipokampüse bağımlı uzamsal hafızada düşüşle ilişkili olduğu bulundu.

Hafızamız Google'da, yön bulma yeteneğimiz GPS'te, yazma becerimiz otomatik düzeltmelerde.

Her birini devrettikçe beynimiz o alanları kapatıyor.

Tıpkı kullanmadığınız kaslar gibi eriyorlar.

Ama sorun tek başına hafıza kaybı değil.

Hafıza dışsallaştıkça, geçmişle bağımız da zayıflıyor.

Çünkü geçmiş bellekte yaşar.

Unutmak artık bir hak değil, zorunluluk.

Her şey bir tık ötede zaten.

Ama unutulan sadece bilgiler değil:

  • Hatırlama çabası
  • Bellekte tutma arzusu
  • Ezberlemekten gelen o tuhaf tatmin duygusu

Bir hard disk arızası, bir hesap kapanması ve yıllar uçup gidiyor.

İnsan kaybediyor çünkü insan teslim oluyor.

Kendinizi terk etmenin modern hali bu.

Felsefeci Paul Virilio'nun dediği gibi:

Gemi icat edildiğinde batık da icat edildi.


Teknoloji her zaman kendi karşıtını içinde taşır.

GPS yön bulmayı kolaylaştırdı ama kaybolma yeteneğini öldürdü.

Otomatik düzeltme yazımı düzeltti ama yazma becerisini köreltti.

Ve biz, bu teslimiyeti, teknolojiye ayak uydurma olarak görüyoruz.

Ama neden teslim oluyoruz? 

Neden hafızamızı, düşüncemizi, yeteneklerimizi bu kadar kolay devrediyoruz?

Cevap basit ve ürkütücü: Hız.

Her şey o kadar hızlı ki, durup düşünmeye, hatırlamaya, derinleşmeye zamanımız yok.

Ya da öyle hissediyoruz.


Hızın tuzağında yok oluş

Her şey o kadar hızlı ki artık.

TikTok'ta #philosophy hashtag'inin 8,2 milyar görüntülenmesi var.

Genç bir kadın 30 saniyede "Kant'ın kategorik imperatifi"ni anlatıyor.

Yorumlarda binlerce "Anladım!"

Gerçekten mi?

King's College London'dan Prof. Sarah Mitchell şöyle diyor:

Öğrencilerim 200 sayfalık bir kitabı okumak yerine 10 dakikalık YouTube özetini izlemeyi tercih ediyor. Sonra da 'anladık' diyorlar. Ama sınav sorularında eleştirel düşünemiyorlar. Çünkü bilgiyi tükettiler, sindiremediler.


İnsan, yavaşlıkta var olan bir varlıktır.

Beklemede, sabırda, düşünmede.

Hız toplumunda insan olabilmek imkânsızlaşıyor.

Hız sadece zamanımızı almıyor, düşünme biçimimizi de şekillendiriyor.

Hız; niceliğin niteliğe, ânın zamana, yüzeyin derinliğe karşı kazandığı mahalle kavgasıdır.


Ve bu kavgada nitelik kaybediyor.

Zaman parçalanıyor.

Derinlik erozyona uğruyor.


Bir ağaç düşünün:

Yavaş büyür.

Kök salar, gövdesini kalınlaştırır, dallarını uzatır.

Yıllar alır.

Ama bir kez olgunlaştığında yüzyıllarca ayakta kalır.

Hızlı büyüyen şeylerse çabuk söner:

Viral içerikler, trending hashtagler, mevsimlik trendler.

Hepsi bir anda patlar, bir anda kaybolur.

Çünkü derinlikleri yok.

Kökleri yok.

Hayatın hızlanması insana daha çok yaşadığı hissiyatını verirken, hayattaki gayenin üstünü örter:

  • Çok şey yapıyoruz ama hiçbirini tam yapmıyoruz
  • Çok şey görüyoruz ama hiçbirini gerçekten görmüyoruz
  • Çok bilgi tüketiyoruz ama hiçbirini gerçekten bilmiyoruz

Okullar test çözme fabrikası oluyor.

Çocuklar öğrenmiyor, test tekniği öğreniyorlar.

Yaratıcılık yok, tekrar var.

Düşünce yok, performans var.

Yapay zekaya "Şu konuda bir şey yaz" diyoruz, yazıyor.

Biz de "Harika!" deyip kopyalıyoruz.

Üretmiyoruz. Sadece kopyalıyoruz.

Gerçekliği olmayan sosyal medya paylaşımları, tek kullanımlık popüler kültür öğeleri - hepsi gelip geçiciliğin, yani sahteliğin izdüşümü.

Kalıcı olan, muhakkak yavaş üretilmiş ve yavaşlıktan beslenmiştir.

Peki, hız sadece içerik üretimini mi etkiliyor? 

Hayır.

Belki de en büyük kaybımız bambaşka bir alanda: İnsani ilişkilerimizde.

Çünkü hızın en sessiz kurbanı empati.


Empati krizi: Birbirimize dokunamıyoruz

"Ama yapay zeka da iyi şeyler yapıyor" diyeceksiniz;

Bize zaman kazandırıyor, rutini hallediyor.


Haklısınız.

Ama kazandığımız zamanı ne yapıyoruz?

Daha fazla içerik tüketmeye, daha fazla e-postaya, daha fazla ekrana harcıyoruz.

Yapay zeka duygusal cevaplar veriyor.

"Seni anlıyorum" diyor mesela.

Ama özünde anlamıyor. Simüle ediyor sadece.

Gerçek empati, karşınızdakinin dünyasına girebilmeyi gerektiriyor.

Ama bizim aramızda hep bir ekran var artık.


Herkes "bağlı" ama kimse birbirine değmiyor.

Sosyal medyada binlerce "arkadaşımız" var.

Ama yalnızlık oranları rekor seviyede.

Empati yavaş bir duygudur.

Zaman ister sabır ister dikkat ister.

Karşınızdakiyle gerçekten vakit geçirmenizi gerektirir.

Oysa ekran hızlandırıyor, yüzeyselleştiriyor, otomatikleştiriyor her şeyi.

Birine "Geçmiş olsun" yazıyorsunuz.

Ama gerçekten üzülüyor musunuz?

Birine kalp emojisi atıyorsunuz.

Ama gerçekten seviyor musunuz?

Bir gönderiyi beğeniyorsunuz.

Ama gerçekten beğeniyor musunuz?

Yoksa bu sadece bir refleks mi?

Sosyal bir görev mi?

Dijital bir nezaket mi?


Yeni dünyanın insanı:

Bakıyor ama görmüyor.

Bağlı ama yalnız.

Öğreniyor ama anlamıyor.

Sosyal medya bir dopamin oyunu.

Her bildirim küçük bir mutluluk, her beğeni küçük bir onay.

Sürekli onaylanma ihtiyacımız var.

Başkalarının bakışına bağımlı hale geliyoruz.

Bu, öznenin ölümü - yani bağımsız, özgür, kendi kararlarını alan bireyin yok oluşu.

Özne olmak; kendi değerlerini bilmek, kendi tercihlerini yapmak demektir.

Ama sosyal medyada özne yoktur.

Sadece profiller var.

Ve profiller algoritmaların oyuncağıdır.

Hızlandıkça büyük korkular samimiyetsiz tebessümlerle değiş tokuş edilir.

Yüzümüzde sabit bir gülümseme, içimizde derin bir boşluk.

Düşüncemizi, hafızamızı, empatimizi kaybettik.

Üçü de yavaşlık isteyen, derinlik gerektiren yeteneklerdi.

Hız hepsini aldı.

Peki, geriye ne kaldı?

Ve daha önemlisi: Geri alabilir miyiz?


Düşünme hakkı

Düşünmek acı vericidir.

Çelişkilerle yüzleştirir, belirsizlikle yaşatır, yanılma riskini göze aldırır.

Ama düşünmekten vazgeçmek, insanlıktan vazgeçmektir.

"Düşünen insan" tanımı boşuna yapılmamıştır.

İnsan, düşündüğü için insandır.

Düşünmediğinde algoritmadan, veri setinden farkı kalmaz.

Hız hissedilmeye başladığında dram da başlamış demektir.

Hız fark edilmediğinde insan kendi cennetindedir.

Ama hız hissedildiğinde cehennem başlamıştır.

Çünkü hız; kontrolsüzlüğün, sürüklenmenin, pasifliğin işaretidir.

Durmak, yavaşlamak, düşünmek...

Bunlar sadece lüks değil, zorunluluktur.

Hayatta kalmak için değil, insan olarak var olmak için.

Belki de yapabileceğimiz en önemli şey: Düşünme hakkımızı korumak.

Kendimiz düşünmek, kendi sorularımızı sormak, kendi cevaplarımızı aramak.

Yanılmak, bilmemek, tereddüt etmek - bunların hepsine izin vermek.

Düşüncenin sürgünü, insanlığın sürgünüdür.

Düşünceyi geri getirmek ise, insanlığı geri getirmektir.


Şimdi sıra sizde:

Telefonunuzu kapatabilir misiniz? 1 saat için?

Cevabı bilmeden bir soruyla yaşayabilir misiniz?

Yavaşlayabilir misiniz?

Düşünebilir misiniz?

Yapay zeka çağında insan kalmak, belki de yapabileceğimiz en devrimci şey.

Düşünme kapasitemizi korumak, varlığımızı korumak demek.

Onu kaybetmek ise... Zaten hiç olmamış olmak demek.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU