Bir Türk sosyoloğun gözünden Arap Baharı ya da ODKA kışı

Dr. Batuhan Yıldız Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Al Jazeera

2010 yılının aralık ayında, Tunus'un Sidi Bouzid adlı oldukça mütevazı bir şehrinde seyyar satıcılık yapan Tarık el-Tayeb Muhammed Buazizi'nin kendini ateşe vermesiyle başlayan "talihsiz serüvenler dizisi", kısa sürede tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika'yı kasıp kavuran büyük bir "başıbozukluğun" habercisi oldu.

Kamuoyu tarafından "Arap Baharı" olarak adlandırılan bu "grotesk" süreç içerisinde, kent meydanlarında özgürlük naraları atıldı; devrilmez sanılan "diktatörler" birer birer devrildi, değişmez zannedilen anayasalar değişti ve bölgede kartlar yeniden karıldı.

Tüm bunlara ek olarak 2025 senesinde, Arap Baharı'nın 15'inci yıldönümünde, ODKA coğrafyasına adeta bir "karabasan" gibi çöken kasvetli hava, kolektif imgelemimizde bir bahar görüntüsünü andırmaktan ziyade kıyamet sonrası tarumar edilmiş sosyal düzeni konu alan Hollywood filmlerine taş çıkaracak türden bir "nükleer kış" ortamını çağrıştırıyor.

Böylesine bir distopik "garabetliğin" içerisinde Arabofon dünya, Graham Fuller ve Henri Barkey gibi, sözde "uzmanların" ortaya attığı "naylon" sloganların peşinden koşmak yerine, her şeye rağmen günlük yaşamın somut gerçeklerine tutunmaya; yani bir şekilde hayatta kalmanın ve insanca yaşamanın yolunu bulmaya çalışıyor.

İşte tam da bu noktada, Arap Baharı'nın en "hararetli" sosyal laboratuvarından olan Tunus, Libya, Mısır, Suriye ve son olarak da İran örneklerini, sosyolojik bir bakış açısıyla etraflıca analiz etmek; akademik bir merak olmanın yanı sıra, aynı zamanda bölgedeki "toplumsal işlev bozukluklarının" sistematik bir şekilde saptanması açısından zaruret teşkil ediyor.

Öyleyse başlayabiliriz.


Bölüm 1: Tunus'ta sözde devrimin ilk kıvılcımı

Yukarıda da değinildiği üzere Arap Baharı'nın ilk kıvılcımı, Tunus'ta çakıldı.

Muhammed Buazizi isimli genç, hayatına trajik bir şekilde son vererek yalnızca kendi çaresizliğini değil, aynı zamanda Tunus toplumunda yıllardır biriken işsizlik ve adam kayırmacılık gibi herkesin bildiği ama kimsenin dillendirmediği "sırları" gün yüzüne çıkardı.
 

Muhammed Buazizi'nin Tunus'ta Habib Burgiba Bulvarı'na yerleştirilen bir portresi / Fotoğraf: Chris Belsten (Creative Commons)
Muhammed Buazizi'nin Tunus'ta Habib Burgiba Bulvarı'na yerleştirilen bir portresi / Fotoğraf: Chris Belsten (Creative Commons)

 

Tunuslu "üst düzey" politika yapıcıların ipliklerinin pazara dökülmesinin ardından bitmek tükenmek bilmeyen protestolar, halkın kararlı duruşuyla adeta bir çığ gibi büyüdü ve Ocak 2011'de Zeynel Abidin bin Ali'nin 23 yıllık iktidarı, tarihe karıştı.

O dönemde Tunus halkı, daha adil bir sistemin inşa edileceğine; yeni kurulan hükümetin, vatandaştan yana daha kapsayıcı bir şekil alacağına dair güçlü bir inanç da geliştirdi.

Ancak bu iyimser hava pek de uzun ömürlü olmadı.

Mezkûr geçiş sürecinde özellikle, laik-muhafazakâr kutuplaşması ve merkez-çevre ayrımı, yani şehirli elitlerle taşralı kitleler arasındaki kaynaklara erişim konusundaki eşitsiz bölüşüm giderek daha da görünür hâle geldi.

Bunlara ek olarak 2013'te Şükrü Beleyid ve Muhammed Brahmi'ye yönelik gerçekleştirilen "kan dondurucu" suikastlar ve ardından 2015'te Bardo Millî Müzesi ile Susa'daki turistik tesislere yapılan "vahşi" saldırılar, toplumda derin bir güvenlik endişesi doğurdu.

Bu endişe de beraberinde devletin daha güvenlikçi reflekslerle yönetilmesine yol açtı.

Kısacası Tunus toplumu son yıllarda, devrimle elde edilen özgürlüklerin yavaş yavaş aşındığı ama yerine yeni bir siyasal ya da toplumsal alternatifin konulamadığı bir "arafta kalma" durumuyla baş başa kaldı.

Cumhurbaşkanı Kays Said'in 2021 yılında meclisi feshetmesi ve tüm yetkileri kendi uhdesinde toplaması ise katıksız umutlarla filizlenen demokrasi ideallerinin yerle yeksan olmasının en çarpıcı sembollerinden biri oldu.
 

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

 

Bölüm 2: Devrimin alacakaranlığında savrulan Libya toplumu

Libya'daki Arap Baharı süreci, bölgedeki diğer örneklerden çok daha karmaşık ve yıkıcı bir seyir izledi.

NATO'nun 2011'deki müdahalesi ve Muammer Kaddafi'nin linç edilerek öldürülmesi gibi olaylar Libya için cehennemin kapılarını kapamaktan ziyade, uzun bir istikrarsızlık çağının fitilini ateşledi.

Bu süreçte yerel halk ne özgürlüğe kavuşmuş ne de ülkede kurumsal bir düzen tesis edilebildi.

Trablus'taki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Tobruk'taki Temsilciler Meclisi arasındaki ikili yapı da ülkeyi "fiilen" ikiye böldü.

Mısrata, Zintan ve Derne gibi şehirler neredeyse kendi "özel" yönetimlerine sahip yarı-bağımsız yapılar hâline getirildi.

Kaddafi sevdalıları ise bu "cenderenin" ortasında hem bedensel hem zihinsel bir parçalanmışlık sarmalının içerisinde kendilerine biçilen yeni rolleri oynamaya mahkûm edildi.

Bir diğer ifadeyle elektrik, gıda ve güvenlik gibi temel gereksinimlere erişim sınırlı hâle gelirken gündelik hayatın akışı, silah seslerinin eksik olmadığı bir first person shooter (bkz. Counter Strike) oyunu tadında devam ediyor. 
 

Tahrir Meydanı / Fotoğraf: AA
Tahrir Meydanı / Fotoğraf: AA

 

Bölüm 3: Tahrir'in coşkusundan kuzuların sessizliğine

Neil Ketchley'nin de "Egypt in a Time of Revolution" adlı kitabında biz okuyuculara aktardığı üzere, Arap Baharı'nın ODKA halklarının kolektif hafızasına kazınan en "problemli" "cadı kazanlarından" biri şüphesiz ki Tahrir Meydanı oldu.

Bir diğer ifadeyle, 2011 yılının başında milyonlarca Mısırlının kalbinde yeşeren değişim arzusu, mezkûr meydanda beden buldu; Hüsnü Mübarek'in 30 yıllık "otoriter" yönetimi, milli irade karşısında nihayete erdirildi.

Ancak merhum Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin kısa bir süre içerisinde bürokratik elitler ve asker ile yaşadığı gerginlikler de toplumda yeni bir iç savaş ortamının kaldırım taşlarını döşedi.

Bu gelişmeler karşısında 2013 yılında vuku bulan askerî müdahale, yalnızca Mursi'nin devrilmesini değil; aynı zamanda Tahrir Meydanı'nda "İhvan" soslu idealizm dalgasının da sona erişini simgeledi.

General Abdulfettah el-Sisi liderliğindeki yeni rejim, kimilerine göre Bonapartist tarzda bir otoriterliği tesis ederek demokrasi vaatlerini rafa kaldırdı.

Bu dönemde binlerce kişi tutuklandı, yüzlerce muhalif yargılandı; üniversiteler, medya organları ve STK'ler büyük baskılarla karşı karşıya kaldı.

Günümüzde Mısır sokaklarında hüküm süren hayat pahalılığı, genç işsizliği ve "çivisi çıkmış" sosyal düzen ise vatandaşı siyasi ideallerinden uzaklaştırarak gündelik hayatta "katı olan her şey buharlaşsa da en azından hayattayız" türünden fatalist bir düşünce yapısına sevk etti. 
 

 

Bölüm 4: Etnik bölünmenin geleceğe dair umutları tuzla buz eden bir örneği olarak Suriye

Yakın tarihin de bizlere gösterdiği üzere, Arap Baharı'nın Suriye'deki yankısı, diğer ülkelerdekinden çok daha kanlı ve görece uzun soluklu bir trajediyi beraberinde getirdi.

2011 yılının Mart ayında Dera kentinde, duvarlara rejim karşıtı yazılar yazan gençlerin tutuklanmasıyla başlayan malum olaylar, kısa sürede tüm ülkeye yayıldı ve yerini trajik bir iç savaşa bıraktı.
 

Deralı gençler, Şubat 2011'de okullarının duvarına "Ey doktor (Beşşar Esed) şimdi sıra sende" yazarak, yaklaşık 14 yıl sürecek halk devriminin kıvılcımını ateşlediler / Fotoğraf: AA
Deralı gençler, Şubat 2011'de okullarının duvarına "Ey doktor (Beşşar Esad) şimdi sıra sende" yazarak, yaklaşık 14 yıl sürecek halk devriminin kıvılcımını ateşlediler / Fotoğraf: AA

 

Beşşar Esad rejimi, bu protestoları sıradan bir güvenlik sorunu olmaktan ziyade, bir "varoluşsal tehdit" olarak okudu; tanklarla, varil bombalarıyla, kimyasal silahlarla ve El Muhaberat adlı istihbarat aygıtıyla sivil halkı hedef aldı.

Bu süreçte, sınıfsal ayrışmalar, etnik bölünmeler (Alevi-Sünni-Arap-Kürt-Türkmen) ve antroposenik iklim değişikliği iç savaşın dinamiklerini daha da keskinleştirdi.

"Ünlü Diplomat" Nikolaos Van Dam'ın ifadesiyle, muhalifler kendi aralarında bütünlük kuramazken uluslararası müdahaleler (İran, Rusya, ABD, Türkiye ve Körfez ülkeleri) Suriye'yi adeta bir "harabeye" çevirdi.

Savaşın toplumsal yapıda bıraktığı en derin izlerden biri de "yerinden edilme kültürü"dür.
 

14 milyon Suriyeli sığınmacı durumuna geldi / Fotoğraf: Reuters
14 milyon Suriyeli sığınmacı durumuna geldi / Fotoğraf: Reuters

 

Dawn Chatty'nin Syria: The Making and Unmaking of a Refuge State adlı kitabında çeşitli şekillerde bahsettiği üzere, milyonlarca Suriyeli komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı, milyonlarcası da ülke içinde defalarca göç etti.

Bu "içler acısı" durum yalnızca demografik değil, sosyolojik bir intiharı da beraberinde getirdi. 
 

Bölüm 5: Baharın eşiğindeki son kale

İran, Arap Baharı sürecinde doğrudan etkilenmese de bölgedeki gelişmeleri hem ideolojik hem de stratejik açıdan dikkatle izleyen hatta yer yer yönlendiren bir aktör oldu.

Ancak bu "ekâbir" tutum, Tahran'ın kendi yapısal problemlerini çözüme erdirmek için yeterli olmadı.

2009'daki Yeşil Hareket ile başlayan toplumsal huzursuzluklar, 2017'den bu yana çeşitli şekillerde tekrar tekrar gün yüzüne çıktı; özellikle kadınların statükoya yönelik öfkesi zaman zaman kitlesel protestolara dönüştü.
 

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

 

Takvimler 2022 yılını gösterdiğinde Mahsa Amini'nin "ahlak polisi" tarafından gözaltına alınıp hayatını kaybetmesiyse, genç kuşak İranlıların 1979 "devriminin" devleti kutsayan öğretilerinden uzaklaşarak daha bireysel, daha seküler ve daha evrensel şartlar altında yaşam hakkı gibi taleplerde bulunmasına vesile oldu.

Bu talepler karşısında oldukça hiddetlenen Molla rejimi ise halkını çeşitli şekillerde baskılamaya devam etti. 


Sonuç

Sonuç olarak, Arap Baharı teorik düzlemde; özgürlük, adalet ve insan onuru talepleriyle doğan, ilk anlarında umut vadeden bir halk hareketi olarak algılandı.

Ancak geçen 15 yılın sonunda bu "yalancı bahar", yerini çok daha karanlık ve sert bir kışa bıraktı.

Bendenize göre, bu tabloyu tanımlamak için verilebilecek en uygun örnek de Hollywood filmlerinden hatırlayacağımız Meksika açmazı olacaktır.

Hatırlanacağı üzere Meksika açmazı, genellikle 3 ya da daha fazla silahlı kişinin birbirine doğrulttuğu silahlarla hareketsiz bir biçimde tetikte beklediği, hiçbirinin de ilk ateşi açmaya cesaret edemediği bir gerilim durumunu anlatır.

Birleşik Devletler doğumlu usta yönetmen Quentin Tarantino'nun da birçok röportajında sayısız kez ifade ettiği üzere, bu denge gibi gözüken şey, aslında korkunç bir dengesizliktir.

Taraflar birbirine karşı üstünlük kuramaz fakat hiçbiri geri de çekilmez.

Bir diğer ifadeyle, gerilim devam eder ve çözüm ertelenir.

Arap Baharı sonrasında birçok ülkenin içine düştüğü durum, tam da böyle bir çıkmazı andırır.

Toplumlar ile yönetici elitler, yerel milisler ile merkezi otoriteler, bölgesel güçler ile küresel aktörler arasında kurulamayan denge; "ucu açık" bir sosyopolitik kilitlenmeye neden oldu.

Bu bağlamda, mevzubahis sorunsalın çözülmesi yolunda Türkiye Cumhuriyeti gibi oyun bozucu ülkelerin alacağı önlemler ve yurdumuzun Mâtüridî tabiatının gereği takınacağı sağduyulu tavır da sadece coğrafi değil, tarihsel ve ahlaki açıdan son derece önemli.

Herkese mutlak barışın hüküm sürdüğü ve algı kapılarımızın her daim açık olduğu güzel bir hafta dilerim.  

 

 

*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU