Kıbrıs Adası, sadece bir kara parçası değil; medeniyetlerin geçiş yolu, jeopolitik bir mihenk taşı ve Türk milletinin tarihsel hafızasında köklü bir yere sahip olan bir coğrafyadır.
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) arasındaki bağ, sadece coğrafi yakınlıkla açıklanamayacak kadar derin ve çok katmanlıdır.
Bu bağ, tarihin içinde yoğrulmuş, kültürel süreklilikle beslenmiş ve zamanla kader ortaklığına dönüştü.
Kıbrıs'ın Osmanlı hâkimiyetine girişi, 1571 yılında gerçekleşmiş; bu tarihten itibaren ada, Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası gibi görüldü.
Osmanlı Devleti'nin adaya taşıdığı Türk-İslam medeniyeti, yalnızca idari bir yapılanmayı değil, aynı zamanda köklü bir kültürel kimliği de beraberinde getirdi.
Bu dönemde kurulan vakıflar, inşa edilen camiler, açılan medreseler ve kökleşen toplumsal yapılar, Kıbrıs'ın Anadolu ile aynı tarihsel nabzı attığının somut göstergeleridir.
1878 yılında Osmanlı Devleti'nin ada yönetimini geçici olarak İngiltere'ye devretmesiyle birlikte, Kıbrıs Türk halkı için yeni bir dönem başladı.
Her ne kadar idari denetim değişse de, Türk varlığı ve kimliği adada yaşamaya devam etti; bu süreçte Kıbrıs Türkleri, kimliklerini koruma mücadelesi verdi.
20'nci yüzyılın başlarında, Yunanistan'ın adayı ilhak etme arzusu ve Enosis ideali doğrultusunda Rum tarafının sistematik baskıları yoğunlaşırken, Kıbrıs Türk halkı kaderini Türkiye ile ortaklaştırma yönünde güçlü bir siyasi refleks geliştirdi.
Bu refleks, sıradan bir etnik dayanışma değil; bilinçli, tarihsel bir aidiyetin ve jeopolitik sezginin sonucudur.
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Türk ve Rum halkları arasında bir ortaklık devleti olarak tasarlanmışsa da, bu yapı kısa sürede Rum tarafının Enosis yönündeki tek taraflı hamleleri nedeniyle işlemez hâle geldi.
1963 Kanlı Noel saldırıları, adadaki Türk varlığına yönelik tehditlerin açık göstergesidir.
Bu saldırılar, Kıbrıs Türk halkının yalnızca güvenliğini değil, aynı zamanda siyasal varlığını da hedef aldı.
Bu dönemde Türkiye, garantör devlet sıfatıyla sorumluluğunu yerine getirmeye çalışsa da uluslararası denge buna engel oldu.
1974 yılında gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı, yalnızca bir askeri müdahale değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihsel sorumluluğunun bir tezahürü olarak değerlendirilmeli.
Bu harekât sayesinde Kıbrıs Türk halkı etnik temizliğe uğramaktan kurtulmuş; Anadolu ile olan tarihsel bağı kesintiye uğramadı.
Türkiye'nin bu müdahalesi, sadece uluslararası anlaşmalardan doğan hakkı değil, aynı zamanda tarihsel vicdanının ve medeniyet sorumluluğunun da bir ifadesi oldu.
Kıbrıs'ın Türkiye ile olan ilişkisi ne salt stratejik bir çıkar ortaklığı ne de geçici bir siyasal yakınlıktır.
Bu ilişki, yüzlerce yıl süren ortak tarih, kültürel etkileşim ve kader birliğine dayanan tarihin derinliklerine kök salmış bir aidiyet ilişkisidir.
Kıbrıs Türk halkının bugün hâlâ Anadolu'ya bakarak umutlanması, bu aidiyetin sadece geçmişte değil, aynı zamanda gelecekte de yaşayacağının en güçlü delilidir.
Çünkü bazı bağlar sadece coğrafyayla değil, milletin müşterek hafızasıyla örülür.
Türkiye için KKTC'nin vazgeçilmezliği
Kimi zaman tarih bir coğrafyaya anlam yükler, kimi zaman ise coğrafya bir millete tarihî sorumluluklar yükler.
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki ilişki, bu iki boyutun kesiştiği ender örneklerden biridir.
KKTC, Türkiye için yalnızca bir müttefik ya da tarihî bağlarla hatırlanan bir kardeş devlet değil; KKTC, Türkiye'nin jeopolitik kimliğinin ayrılmaz bir parçası, ulusal güvenlik mimarisinin stratejik uzantısı ve aynı zamanda medeniyet değerlerinin canlı temsilidir.
KKTC, Türkiye için sadece bir dış politika başlığı değil, doğrudan iç güvenlik meselesidir.
Zira Kıbrıs'ta yaşanacak herhangi bir statü değişikliği, sadece adanın kaderini değil, Türkiye'nin Akdeniz'deki denge pozisyonunu, Ege'deki manevra kabiliyetini ve Ortadoğu ile olan stratejik erişimini kökten etkiler.
Bu nedenle Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığı, ne bir "işgal" ne de "geçici bir durum"dur; aksine, stratejik sürekliliğin ve tarihsel haklılığın meşru bir sonucudur.
Bu vazgeçilmezlik aynı zamanda bir ahlakî sorumluluk biçiminde de tezahür ediyor.
1963'te başlayan Rum saldırıları, 1974'te yaşanan etnik temizlik girişimleri ve bugün hâlâ süren izolasyon politikaları karşısında, Türkiye yalnızca bir garantör devlet olarak değil, aynı zamanda bir milletin onurunu koruyan son siper olarak KKTC'nin yanındadır.
Bu siper, sadece silahlı kuvvetlerle değil, eğitim, sağlık, altyapı, diplomasi ve kültürel alanlardaki dayanışmayla da tahkim edildi.
Kıbrıs Türk halkı, tarih boyunca hiçbir zaman Türkiye'yi bir "üçüncü ülke" olarak görmedi; aksine, yaşamsal reflekslerini Türkiye ile bütünleştirerek korudu.
Bu durum, duygusal bağlılığın ötesinde varoluşsal bir birliktelik bilincine dönüştü.
Uluslararası sistemin adaletsiz yapısı içinde KKTC'nin hâlâ tanınmamış olması, Türkiye açısından ne bir geri adım gerekçesidir ne de bir strateji değişikliği sebebi.
Aksine bu durum, Türkiye'nin kendi dış politikasını daha bağımsız kurgulamasına, alternatif diplomatik alanlar geliştirmesine ve küresel adalet diskurunu sahici kılmasına imkân tanıyor.
Türkiye, KKTC'nin tanınma mücadelesini yalnızca Kıbrıs için değil, küresel sistemin çifte standartlarına karşı yürütülen bir mücadele olarak görüyor.
Dolayısıyla KKTC'nin statüsünü korumak, aynı zamanda Türkiye'nin yeni dünya düzeninde kendi yerini tayin etme iradesinin de bir göstergesidir.
Öte yandan KKTC ile olan bu güçlü bağ, Türkiye'nin iç siyasal dokusunda da anlam taşır.
Kıbrıs meselesi, farklı toplumsal ve siyasal kesimlerin ortaklaştığı nadir konulardan biridir.
Bu yönüyle KKTC, yalnızca dış politika alanında değil, ulusal birliğin konsensüs noktalarından biri olarak da önem arz ediyor.
Her siyasi iktidarın değişmeyen tutumu, halkın bu konuda gösterdiği duyarlılık ve sivil toplumun sahiplenici refleksi, Türkiye'nin Kıbrıs'a bakışının dönemsel değil, devlet aklıyla sabitlenmiş bir refleks olduğunu ortaya koyuyor.
Bu sebeplerle KKTC'nin Türkiye açısından vazgeçilmezliği, sadece bir "tercih" veya "dostluk"la açıklanamaz.
Bu bağ, kaderin yüklediği sorumluluk, coğrafyanın dayattığı zaruret, tarihin emanet ettiği haklılık ve milletin özümsediği bir ülkü ile kuruldu.
Ve bu bağ, güçle değil; sadakatle, şuurla ve istikrarlı kararlılıkla taşınıyor.
Jeopolitik gerçeklik
Kıbrıs, Anadolu'nun güney cephesine yönelen tehditlerin karşılandığı, denizden kuşatılma senaryolarının bertaraf edildiği bir jeopolitik kale işlevi görüyor.
Türkiye'nin stratejik vizyonunda KKTC'nin varlığı, yalnızca bir dost devletin mevcudiyeti değil, bizzat kendi güvenliğinin teminatıdır.
Doğu Akdeniz, son yirmi yılda enerji rekabetlerinin ve büyük güç mücadelelerinin odak noktasına dönüştü.
Bu çerçevede deniz yetki alanları, münhasır ekonomik bölgeler (MEB), doğal gaz rezervleri ve enerji ulaştırma koridorları bölgeyi uluslararası sistemin merkezî meselelerinden biri haline getirdi.
Türkiye'nin 2000'li yılların başından itibaren geliştirdiği Mavi Vatan doktrini, bu yeni stratejik tabloyu doğru okuyan bir devlet refleksi olarak ortaya çıktı.
Bu doktrin çerçevesinde Kıbrıs'taki Türk varlığı, artık sadece bir ulusal dava değil, enerji güvenliği, deniz ulaşım hatları, askerî caydırıcılık ve jeopolitik kuşatma karşısında savunma derinliği anlamına geliyor.
Ayrıca, Türkiye'nin artan bölgesel etkinliği, KKTC üzerinden yeni bir denge stratejisine yönelmesine imkân tanıyor.
Libya ile imzalanan deniz yetki alanı mutabakatı, KKTC ile yapılacak benzeri anlaşmaların önünü açtı.
Böylece KKTC'nin sadece diplomatik değil, aynı zamanda deniz hukuku çerçevesinde bir aktör olarak tanınması da uluslararası düzeyde tartışmaya açıldı.
Bu durum, sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi bir mücadeledir.
Tüm bu veriler ışığında Kıbrıs'ın Türkiye için jeopolitik anlamı, yalnızca yakın geçmişteki krizlerden değil, gelecekteki potansiyel tehditlerden de kaynaklanıyor.
Kıbrıs, Türkiye için bir "geçmiş davası" değil, yaşayan ve şekillenen bir gelecek meselesidir.
Bu nedenle KKTC'nin statüsünü korumak ve güçlendirmek, Türkiye'nin sadece Kıbrıs Türk halkına karşı değil, kendi varlığına karşı sorumluluğunun da bir gereğidir.
Türk Devletleri Teşkilatı ve küresel dönüşümde KKTC'nin yeni konumu
Uluslararası sistemin çok kutupluluğa doğru evrildiği bu tarihsel eşikte, bölgesel teşkilatlanmalar yalnızca diplomatik platformlar değil, aynı zamanda medeniyet tabanlı stratejik bloklar hâline gelmeye başladı.
Türk Devletleri Teşkilatı (TDT), bu bağlamda sadece bir etnik akrabalık çerçevesi değil; ekonomik, siyasal ve kültürel düzeyde artan bir jeopolitik bilinçlenmenin kurumsallaşmış ifadesidir.
İşte bu yeni Türk jeopolitiği içerisinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin gözlemci üye sıfatıyla TDT'ye dâhil edilmesi, sembolik bir jestin çok ötesinde, tarihî anlamlar ve stratejik sonuçlar doğurabilecek derinlikte bir gelişmedir.
2022 yılında Semerkand'da gerçekleşen TDT Zirvesi'nde KKTC'nin gözlemci üye olarak kabulü, Türkiye'nin yıllardır vurguladığı "Kıbrıs davası sadece bir coğrafya meselesi değildir" tezinin Türk dünyası nezdinde karşılık bulduğunu gösterdi.
Bu adım, yalnızca bir "aday devlet"in kabulü değil, aynı zamanda Türk milletinin bütüncül jeopolitik tahayyülünün dışavurumudur.
Böylece KKTC, Türk Dünyası'nın Akdeniz'e açılan stratejik penceresi hâline geldi.
Bu gelişmenin aynı zamanda uluslararası tanınma süreci bakımından da zihinlerde yeni kapılar araladığı unutulmamalı.
Her ne kadar gözlemci üyelik uluslararası tanınma anlamına gelmese de, bir bölgesel örgüt tarafından kurumsal ilişki düzeyine taşınmış olmak, fiilî tanınmışlık boyutunu güçlendiren bir adımdır.
Örnek vermek gerekirse, benzer süreçleri Tayvan ve Filistin yaşamış; kimi bölgesel örgütlere gözlemci veya partner üye olarak kabul edilmeleri, zamanla onların uluslararası hukuktaki görünürlüğünü artırdı.
Bu bağlamda KKTC'nin TDT'deki konumu, adanın statüsel görünürlüğü bakımından da kritik önemdedir.
TDT üyeleri arasında gelişen enerji, ulaştırma ve savunma iş birlikleri bağlamında KKTC, yalnızca kültürel bir aidiyet halkası değil, aynı zamanda lojistik, diplomatik ve istihbarî bakımdan stratejik bir pozisyon olarak değerlendirilmeye başlandı.
Türk Devletleri arasında inşa edilen doğu-batı eksenli bağlantılar, KKTC üzerinden güney-kuzey stratejik ekseni ile tamamlanma potansiyeline sahip.
Bu sayede Türkiye merkezli bir Türk Jeopolitiği Ağı, Karadeniz'den Hazar'a, oradan Akdeniz'e kadar uzanan geniş bir stratejik kuşak oluşturuyor.
Ayrıca TDT içinde KKTC'nin varlığı, Türkiye'nin yalnızlaştırılma çabalarına karşı da etkili bir karşı tezdir.
Özellikle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Avrupa Birliği içindeki stratejik manevralarına karşılık, Türkiye'nin doğu blokları ile geliştirdiği alternatif iş birlikleri, uluslararası denge açısından asimetrik caydırıcılık üretiyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish