Lozan Barış Antlaşması

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: İnönü Vakfı Arşivi

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu antlaşması olan Lozan Barış Antlaşması'nda ilgili madde şöyle düzenlenmiştir:

Devletin resmi dili Türkçe olmakla birlikte, Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun kolaylıklar sağlanacaktır. (Madde 39/5)


Burada açıkça "kendi dilleri" ifadesi kullanılarak, ilgili kesimin ana dilini doğrudan ifade etmesi sağlanmıştır.

Bu bağlamda, savunma hakkı kutsaldır; suçlanan bir kişi en iyi şekilde kendi dilinde kendini savunabilir.

Ancak, Lozan Antlaşması sosyal hayatta Türkçeden farklı dillerin serbest kullanımını tanımamaktadır.

Burada iki husus öne çıkar:

  • Birincisi, savunma hakkının kutsallığı temel alınmıştır;
  • İkincisi, kendi dillerinde savunma yapacak kişiler Türk uyruklu olarak kabul edilmektedir.


Boğazlar meselesi, fetihten Lozan'a doğru... 

Türkiye'nin jeopolitik önemi açısından Boğazlar meselesi son derece stratejik bir konuma sahiptir.

Tarih boyunca, Çarlık Rusyası'ndan başlayarak, özellikle I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Batı Avrupa ülkeleriyle ve günümüzde Ukrayna-Rusya çatışması bağlamında Amerika ile bu mesele gündemde olmuştur.

Boğazlar meselesi, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi'ni kapsayan bütüncül bir konudur.

Günümüzde ise "Kanal İstanbul" adlı tartışmalı proje de bu meseleye eklenmiştir.

Çin'in de Boğazlar meselesine aday gibi göründüğü bir tablo ortaya çıkmaktadır.

Özetle, Boğazlar meselesi sadece Boğazlar meselesi değildir; tarihsel, stratejik ve jeopolitik birçok boyutu vardır.

İtilaf Devletleri, İngiltere ve Fransa, Sykes-Picot "gizli" anlaşması çerçevesinde Boğazlar konusunda Rusya ile anlaşmayı planlıyordu.

Ancak Ekim 1917'de gerçekleşen Sovyet İhtilali, Rusya'nın savaş sürecini İngiltere ve Fransa ile sınırlı kıldı.

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'nda başlangıçta tarafsız kalmıştı.

Fakat Harbiye Nazırı Enver Paşa, 2 Ağustos 1914'te Rusya'ya karşı gizli Türk-Alman İttifak Antlaşması'nın imzalanmasında ve Osmanlı'nın savaşa katılmasında önemli bir rol oynadı.

10 Ağustos'ta Harbiye Nazırlığı, Goeben ve Breslau adlı iki Alman kruvazörünün Osmanlı topraklarına sığınmasına izin verdi.

Osmanlı'nın Boğazları bu iki kruvazöre açması, İtilaf Devletleri tarafından protesto edildi.

Ancak 29 Ekim'de bu kruvazörlerin Rus Çarlığı'nın liman ve donanmasına saldırısı için gerekli onayı bizzat Enver Paşa verdi.

Böylece, 14 Kasım'da Fatih Camii'nde okunan Cihad-ı Ekber ilanıyla Osmanlı İmparatorluğu resmen İttifak Devletleri'nin yanında I. Dünya Savaşı'na katıldı.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ise resmi olarak 1917'de savaşa dahil oldu; fakat askerlerin eğitimi ve cepheye gönderilmesi 1918'in ilk aylarını buldu ve neredeyse savaşın son dönemine yetişti.


Osmanlı yenildikten sonra…

I. Dünya Savaşı, İttifak Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sona erdi.

ABD Başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918'de tarihe "Wilson Prensipleri" olarak geçen 14 maddelik ilkelerle barış koşullarını ilan etti.

İtilaf Devletleri ise 30 Ekim 1918'de Türkiye ile Mondros Ateşkes Mütarekesi'ni imzaladı.

Bu mütareke, Boğazların açılmasını öngörüyordu. 13 Kasım 1918'de fiilen ve 16 Mart 1920'de resmen İstanbul ile Boğazlar bölgesi İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi.

İşgal şartları, 10 Temmuz 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nda da yer aldı; bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, Boğazların savaşta ve barışta tüm ülkelerin savaş ve ticaret gemilerine açık olmasını ve Boğazlarla ilgili düzenlemelerin Uluslararası Boğazlar Komisyonu tarafından yapılmasını kabul etmiş oldu.

Amerikan Başkanı Wilson'un prensiplerine dayanılarak alınan askeri tedbirlerle Boğazlarda seyrüsefer serbestliği tesis edildi ve Boğazların uluslararasılaştırılması yönünde önemli bir adım atıldı.

Çanakkale Boğazı da uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıydı.


Ancak Mondros Ateşkes Mütarekesi bir barış antlaşması değildi ve olamazdı.

Wilson Prensipleri'nin Boğazlarla ilgili kulağa hoş gelen tınıları bir yana bırakıldığında, Mondros Ateşkes Mütarekesi, Osmanlı Devleti'nin sonunu hazırlayan antlaşma olarak tarih sahnesine geçti.

Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti adeta yok sayılmış ve günümüz Türkiye'sinin sınırları içinde kalan topraklar dahil, emperyalist işgale zemin hazırlanmıştı.

İngiltere'nin desteğiyle Yunanistan, Anadolu'nun batı kesimini işgal etmişti; bu durum, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın açık bir ihlali anlamına geliyordu. Çanakkale Boğazı'nın Avrupa kıyısı da Yunanistan'a bırakılacaktı.

Boğazlarda seyrüsefer serbestliği prensibi, mahalli otoritelerden bağımsız olarak, kendi bayrağı, bütçesi ve teşkilatları olan bir uluslararası komisyon tarafından garanti altına alınacaktı.

Bu prensip, Boğazların askerleştirileceğine dair özel bir maddeyle de güvenceye bağlanmıştı.

İtilaf Devletleri'nin 19 Ağustos 1920'de imzaladığı Sevr Antlaşması'nın yürürlüğe girip girmeyeceği ise kısa sürede ortaya çıkacaktı.

Esasen yabancı işgali, halkın birleşmesini sağlayacak ve Kurtuluş Savaşı'nın fitilini ateşleyecekti.

İtilaf Devletleri, Osmanlı'nın geniş topraklarını paylaşmak için mücadele ederken, Mondros Ateşkes Mütarekesi sonrasında Anadolu ve Trakya'da başlayan işgallere karşı ilk tepkiyi Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri vermişti.

Bu yerel direniş hareketi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile şekillendi; Mustafa Kemal'in ve Büyük Millet Meclisi'nin önderliğinde Ulusal Kurtuluş Savaşı'na dönüştü.

Savaş, 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Yunan ordusunun yenilgisiyle ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile sona erdi.


Lozan'a, yeni bir başlangıca doğru…

İtilaf Devletleri, Ankara Hükûmeti'ni barış esaslarını görüşmek üzere Lozan Konferansı'na davet etti.

Konferans, iki aşamalı olarak gerçekleşti: 20 Kasım 1922 - 4 Şubat 1923 ve 23 Nisan 1923 - 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında.

Lozan Konferansı başladığında Boğazlar meselesindeki genel durum özetle buydu:

Kurtuluş Savaşı'nın başarısı, Ankara Hükûmeti'nin devlet kurma iradesini ve bağımsızlık talebini Lozan'a taşımıştı.

Boğazları işgal eden ve Boğazlar Komisyonu aracılığıyla kontrolü elinde tutan İtilaf Devletleri ile, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş olsa da boğazlar üzerinde hak arayan İttifak Devletleri arasındaki sorunlar, konferansın boğazlar bölümünde tartışılacaktı.

Lozan Konferansı, Türkiye'nin bağımsız ve egemen bir devlet olduğunu resmen onaylamakla birlikte, boğazlar meselesine kapsamlı çözümler getirmedi.

Nitekim konferans, galip devletlerin çağrısıyla düzenlenmişti; antlaşmanın kurallarını galip İtilaf Devletleri belirleyecek, mağlup İttifak Devletleri buna uymak zorunda kalacaktı.

Osmanlı, Rusya ve Avusturya-Prusya İmparatorlukları, I. Dünya Savaşı'nın bir sonucu olarak tarihe havale edilmişti.

Boğazlar meselesi, fetihten Lozan'a uzanan uzun bir tarihsel sürecin önemli bir halkasını oluşturuyordu.

Kurtuluş Savaşı'nın başarısı, Sevr Antlaşması'nı uygulamaya koyamayan İtilaf Devletleri'ni, Yakın Doğu meselesi çerçevesinde Sevr'in hükümlerini hafifleterek Ankara Hükûmeti'ne kabul ettirme çabası içine soktu.

Tartışmalı konular arasında Misak-ı Milli, Kürdistan, Musul, Boğazlar, Adalar ve azınlık hakları, Düyun-u Umumiye, kapitülasyonlar ile İstanbul, Çanakkale Boğazları ve Marmara Denizi'ni kapsayan boğazlar bölgesi gibi meseleler yer alıyordu.

Bu sorunlar, antlaşmanın 143 maddesinde detaylı biçimde ele alınmıştı.


"Tüm dünyayı ilgilendiren sorun"

İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un sözleriyle Lozan Konferansı tartışmaya açıldı.

Yakın Doğu meselesinin çözüm zemini olarak da tanımlanan Lozan, gerçekten de dünyayı yakından ilgilendiren bir konferanstı.

Sovyet Rusya'nın boğazlar hassasiyeti bu konferansta önemli bir rol oynadı.

I. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul ve boğazlarla ilgili egemenliğin paylaşımı çerçevesinde İngiltere ve Fransa, Çarlık Rusyası ile "gizli" anlaşmalar yapmıştı.

Sovyet Devrimi ile birlikte Lenin, dış politikayı ve boğazlar politikasını köklü biçimde değiştirdi; öncelikle Rusya'yı savaştan çekti ve Osmanlı'nın doğusunda Çarlık Rusya'sının işgal ettiği topraklardan askerlerini geri çekti.

Çarlık Rusya'sının İngiltere ve diğer emperyalist devletlerle yaptığı tüm "gizli" anlaşmaları ifşa etti.

Bu beklenmedik devrimci durum, I. Dünya Savaşı'nın erken bitmesine yol açtı.

İngiltere, Sovyet Rusya'yı kuşatma ve yıkma amaçlı politikalar uygulayarak Ortadoğu ve Yakın Doğu'da kendi egemenliğini kurma yollarını aramaya başladı.

Boğazlarla ilgili Sovyet politikası köklü bir dönüşüm gösteriyordu. Sovyetler, tarih boyunca boğazlar üzerinden defalarca saldırıya uğramıştı.

İtilaf Devletleri'nin Sovyet Rusya'yı zayıflatmak için uyguladığı kuşatma ve iç savaş politikalarının etkileri hafızalarda hâlâ canlıydı.

Önceki makalemde de değindiğim gibi, Çarlık dönemi olmakla birlikte Enver Paşa - Almanya iş birliği, Odessa, Sivastopol ve Novorossiysk limanlarının ve Rus donanmasının bombalanması üzerinden Osmanlı'yı savaşa katma provokasyonu hâlâ akıllardaydı.

Sovyetler, bu tür emperyalist yönlendirmelerle sürprizlerle karşılaşmamak için İngiliz filolarının Karadeniz'e girmesini istemiyor; bu nedenle boğazların savaş gemilerine kapalı olmasından yanaydı.

Tarihçiler sıklıkla Rusya'nın tarihsel emelinin "sıcak denizler" olduğunu söyler. Çarlık Rusyası için bu doğru bir tanımlama olsa da Sovyetler için geçerli değildi; Lozan'da Sovyetler Akdeniz'e inmenin lafını bile etmeyecekti.

Özetle, Sovyet Rusya'nın boğazlar siyaseti, Çarlık Rusyası'nın işgalci siyasetinin reddine dayanıyordu.

Nitekim Sovyetler, Ankara Hükûmeti ile 1921 Moskova Antlaşması'nı imzalayarak, Çarlık Rusyası'nın Osmanlı Devleti ile yaptığı tüm anlaşmaların hükümsüz olduğunu kabul etmişti.

Lozan Konferansı'nda Sovyet delegasyonu, boğazlarda tam ve sürekli ticaret serbestliği talep ederken, savaşta ve barışta Türkiye dışındaki tüm devletlerin savaş gemilerine boğazların kapalı tutulmasını da gündeme getirdi.

İlginç bir şekilde, Sovyetlerin bu önerisi, İsmet İnönü'nün boğazlarla ilgili Türkiye lehine sunduğu anlaşma teklifinden daha avantajlıydı.

Bu tutum anlaşılabilirdi; çünkü boğazlar, Sovyetler açısından savunma sistemi içinde Yakın Doğu'daki en hassas noktalardan birini oluşturuyordu.


İngiltere ve İtilaf Devletlerinin boğazlar siyaseti

İtilaf Devletleri, boğazları kapamanın Karadeniz'de sınırsız bir Rus egemenliğine yol açacağı kaygısını taşıyordu.

İngiltere'nin Lozan'da boğazlarla ilgili savunduğu görüş, o zamana kadar benimsemiş olduğu siyasetin tam tersiydi.

19'uncu yüzyıl İngiltere'sinin boğazlar siyaseti, dünya hakimiyetini denizlerde arayan bir devlet anlayışıyla, boğazları Rus güçlerine kapalı tutmaya dayanıyordu.

Bu siyasetin temelinde, İmparatorluğun can damarı olarak görülen Hint Yolu'nun güvenliği düşüncesi vardı.

İngiltere, boğazların açık olması halinde Karadeniz'e erişimden elde edilecek kazancı, Rus donanmasının Akdeniz'e çıkmasından doğabilecek zararla karşılaştırmış ve zararın ağır bastığı sonucuna vararak boğazların kapalılığını bir İngiliz politikası olarak benimsemişti.

Ancak aynı İngiltere, I. Dünya Savaşı sonrasında boğazların açıklığı rejimini tercih etti.

Nitekim Lozan'da Lord Curzon, geçmişte savunduğu kapalılık politikasının aksine, artık açıklık rejimini istemelerini Avrupa'daki, özellikle de Rusya'daki siyasi durumun değişmesine bağladı.

Fransa, İtalya, Amerika, Japonya, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya da çıkarlarının dereceli önemi çerçevesinde İngiltere ile aynı noktada birleşti.

Özetle, Lozan'da kabul edilen temel politika, boğazların savaş ve barış zamanlarında ticaret gemilerine açık olmasıydı.

Esas tartışma, bu açıklığın savaş zamanında savaş gemilerine de uygulanıp uygulanamayacağı ve uygulanacaksa ne ölçüde olacağı üzerinde yoğunlaşmıştı.


Türkiye'ye gelince…

Türkiye cephesine gelince, konferansa katılan diğer ülkeler boğazlar siyasetini başından itibaren açık bir şekilde ortaya koyarken, Türkiye temkinli bir tutum sergileyerek stratejisini zamana yaydı.

Bu süreçte Türkiye, "düşman bloklar" arasında sıkışıp kalma kaygısıyla Batılı güçlere karşı Sovyet Rusya kartını uygun bir üslupla kullanmayı ihmal etmedi.

Sovyet Rusya'nın politikası ise oldukça açıktı: Boğazların savaşta ve barışta tüm ticaret gemilerine açık, tüm savaş gemilerine kapalı olması gerektiğini savunuyorlardı.

Misak-ı Millî'den örnekler vererek tezini destekleyen Sovyet delegesi Çiçerin, boğazların savaş sırasında açık olmasının, Mondros Ateşkes'inden sonra İtilaf Devletleri'nin işgallerine zemin hazırladığını vurguladı.

Lord Curzon ise, Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki ittifakın boyutunu kendi bakış açısıyla değerlendirdi; politikasını buna göre şekillendirerek İsmet İnönü'yü kendi tarafına çekmek için yoğun çaba gösterdi.
 


Türkiye, İngiltere ve İtilaf Devletleri tasarısını kabul edince…  

Devam eden oturumlarda Sovyet Rusya ve Türkiye, İtilaf Devletleri'nin tasarılarına karşı kendi önerilerini sundular.

Ancak Sovyetler, "boğazların kapalı kalması" konusunda ısrar ederken, İsmet İnönü giderek "bazı değişikliklerle İngiliz tasarısını kabul edeceğini" açıkladı.

Konferansta ayrıca, İngiltere ve İtilaf Devletleri'nin önerisi doğrultusunda Boğazların askersizleştirilmesi kararı da alındı.

Bu, tedbirli geçiş serbestliği prensibinin uygulanması için öngörülen ilk adımdı.

Karar, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının her iki kıyısını, Marmara adalarını ve Çanakkale girişindeki Türk ve Yunan adalarını kapsıyordu.

İsmet İnönü, yaptığı konuşmada askersizleştirmenin Türkiye ve dünya barışı açısından olası zararlarını dile getirdi; buna rağmen boğazların askersizleştirilmesi kabul edildi.

Askersizleştirmenin kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla, Milletler Cemiyeti'ne bağlı bir Boğazlar Komisyonu kuruldu.

Ancak Komisyon'un yetkisi yalnızca teknik düzenlemeler ve istatistiksel bilgilerle sınırlıydı; herhangi bir yargılama veya düzenleme yetkisi bulunmuyordu. Bu durum, Türkiye'nin egemenliğinde sınırlama anlamına geliyordu.

Sonuç olarak, İsmet İnönü, boğazlardaki sınırlı askeri tahkimattan vazgeçerek İngiliz tasarısını kabul etti ve Türkiye delegasyonu tarafından bu karar onaylandı.


Peki, neden?

Çiçerin ve Sovyetler Birliği'nin tüm baskılarına ve Sovyet tasarısının Türkiye'nin çıkarlarına daha uygun olmasına rağmen, İsmet İnönü neden İngiltere'nin tasarısını destekledi?

Bunun nedeni, Lozan Antlaşması'nın çerçevesini belirleyen güç olarak İngiltere'yi baştan itibaren gören İnönü'nün, zorunlu olmadıkça İngiltere ile karşı karşıya gelmeme düşüncesiydi.

Bu çerçevede en önemli etken, Türkiye'nin Batı dünyası tercihi oldu. Evet, Sovyetler Birliği, Millî Mücadele sırasında Türkiye'nin en yakın müttefiki olmasına rağmen, Türkiye Batı kapitalist kalkınma modelini benimsiyordu.

Gelinen noktada Türkiye'nin temel sorunu, Lozan sürecinde Batı'nın Türkiye'nin bağımsız ve egemen bir devlet olma hakkını tanıyıp onaylamasıydı.

Lord Curzon'un Sovyet tasarısına karşı Türkiye'yi "ikna etme" politikasına karşı, İsmet İnönü, Batı'nın ve özellikle İngiltere'nin Türkiye'nin bağımsızlığını onayladığını görünce, İngiliz tasarısına "evet" deme kararını verebilirdi.

Bunu yaparken, Sovyetler Birliği'ni karşısına almamaya yönelik bir söylem geliştirdi.

Yani, Sovyetleri karşısına alma lüksüne sahip olmadığını ve bunu, İngiltere ile Batı kapitalist dünyasının Türkiye üzerindeki emellerini dengelemek için yapmak zorunda olduğunu biliyordu.

Ayrıca, Türkiye tarih boyunca Rusya'ya güvenmemişti. Her şey bir yana, bu tamamen tarihsel bir tercihti.


Sovyet Rusya'nın tavrı…

Türkiye, kendi ülke ve devlet çıkarlarına rağmen İngiliz tasarısını kabul edince, Sovyetler Birliği'nin tavrı ve siyasi yaklaşımı alışılmış devlet tutumlarından farklı oldu.

Sovyetler, boğazlarla ilgili Lozan Konvansiyonu'nu imzalamış, ancak resmi olarak tanımayacaklarını ilan etmişti.

Sovyet Hükûmeti, antlaşmanın imzalanması için Konferans Başkanlığı tarafından gönderilen telgrafa şu yanıtı verdi:

Türk halkının hakkı ihlal edildiği için antlaşmayı protesto ediyoruz; fakat barışı teşvik etmek amacıyla sözleşmeyi imzalamaya hazırız.

Bu imza, "sözleşmenin uygulanması, Sovyetler'in ticari çıkarlarını ve güvenliğini yeterince garanti altına almazsa, antlaşmanın askıya alınması gündeme getirilecektir" şartıyla atılmıştı.


Sonuç yerine..

Boğazlar, İtilaf ve İttifak devletlerinin savaş gemilerine açık olacaktı; ancak Sovyetler, savaş gemilerinin boğazlardan geçişini kolaylaştıracak bir hükmü antlaşmaya ekletemedi.

Sovyet heyetinin tüm protestolarına rağmen sözleşme, aşağıdaki ana esaslarla imzalandı:

  • Boğazlar askerden arındırılacak, bölgede Türk ordusu bulunmayacaktır.
  • Boğazlarda gemi trafiğini düzenlemek amacıyla, Milletler Cemiyeti'ne bilgi vermek üzere uluslararası bir Boğazlar Komisyonu kurulacaktır.
  • Askersizleştirilen Boğazlarda Türkiye'nin güvenliği, Milletler Cemiyeti ile İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya tarafından garanti edilecektir.

Lozan Sözleşmesi, "Boğazlar" terimi altında toplanan Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı'nda, denizde ve havada geçiş ve seyrüsefer serbestliği prensibini kabul etti.

Sonuç olarak; kimi ayrıcalıklar ve boğazlarla ilgili sorunlu uzlaşmalara rağmen, Lozan Antlaşması, Antant devletlerini Türkiye'nin egemenliğini yasal olarak tanımaya zorlayan ve halkların Kurtuluş Savaşı'nı demokrasiyle tamamlamayı bekleyen yarım kalmış bir serüvenin sonucudur.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU