"Erbain" ve emperyalizm! (I)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AP

Asıl konuyu detaylandırmadan önce, "Erbain" ile ilgili özet bir bilgi sunumunda bulunup daha sonra konunun detayına geçmek istiyorum.

Önce, Erbain nedir?; ona bakacağız.

Erbain; Arapça kırk (40) demektir.

Kırk sözü dinî kültürümüzde bize bir "ölünün kırkı" vs. gibi birçok kırkları hatırlatmasına rağmen, meseleye İmam Hüseyin'in direniş cephesinden bakınca, çok farklı ve derin bir anlam ortaya çıkmaktadır. 

Erbain; yer yüzünde davası bulunan bir Müslüman için, davasını dünyaya haykırmak için alana çıkmaktır.

Erbain; "Deki Peygamberliğim karşısında yakınlarımı sevmenizden başka sizden bir ücret istemiyorum" (Şura:23) ayetini tecelli ettirmektir.

Erbain; tevella ve teberra şuuruna erişip, teberra ilkesiyle tüm dünya zalim ve fasıklarından beri olmayı, tevella ilkesiyle de Ehl-i beyt ve salihlerin velayetini kabul etmeyi ilan etmektir.

Erbain; Hz. İmam Hüseyin ile Hz. Zeynep'in sabır ve kemalatlarının zirvesini tanımak ve aynı zamanda da tüm zalim va fasıkların zulüm ve fısklarının zirveye ulaştığını idrak etmenin diğer adıdır.

Dünya buna şahittir ki, zulüm, Kerbela'dan sonra da hiç durmamış ve bütün hızıyla yer yüzünde devam etmiştir. 

Erbain; Mina kurbanları ile Hz. İmam Hüseyin'in kurbanlarının farkını ve derin felsefesini anlamaktır. 

"Kerbela kıyamı", İmam Hüseyin ve beraberindekilerin sonsuzluğa dirilişidir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kerbela miraçtır, hem de hiçbir peygamberin yapamadığı bir miraçtır.

Kerbela sonsuzlaşmaktır, Şeb-i Arûs'tur.

Bizler bir kültür sorumluluk anlayışı içerisinde her yıl aşura ve erbain vakıasını bir tören merasimi biçiminde tekrarlarsak bu, büyük davaya zulmedilmiş olur.

Bu, büyük davayı anlamamak olur.

Yani, bizler meseleyi yalnızca merasimler ile geçiştirmek yerine, Aşura'dan Erbain'e kadar her yıl 40 gün boyunca bu meselenin tüm detaylarını incelemeli, ona göre kendimizi hazırlamalı ve onunla bütünleşmeliyiz. 

Şayet bizler yalnızca merasimler geçidiyle bu işi sınırlarsak, o taktirde Kerbela hadisesinin ve zıbh-i azimin o yüce ruhunu anlamayanlar ile aynı duruma düşeriz.  

Varoluşun şahidini ve şehidini şayet anlayabilir isek, o taktirde bu şahit ve şehitlere matem tutmaya gerek olmadığını, onların davasına sadakat gerektiğini anlamış bulunuruz. 

Bizler her yıl Aşura'dan Erbain'e kadar Hz. Hüseyin'in o ihya edici mesajlarıyla, ilk önce kendimizi ihya edip ve kendimize çeki düzen vermeli ve daha sonra da "vahdet" şuuru ve Hüseynî diriliş ile dünya emperyalist ve zalimlerine direnmeli, adalet ve özgürlük sancağını yer yüzünde dalgalandırmalıyız. 

Asırlardır ki insanî ve İslamî değerler karanlıklarda kayboluvermiştir.

Yeniden onları aydınlığa çıkarmamız için Erbain günü İmam Hüseyin'in İsrafil misali ölü ruhlarımıza üflediği mesajlar ile sahnelere çıkıp o hakikatleri insanlığın enzarına sunmalıyız.

Şayet bizler Hüseynî nefha/ruh ile uyanmaz isek, ebediyete kadar cehalet ve zulmün karanlıkları arasında yok olup gideriz.

Fakat şayet Hüseyin ile uyanabilir isek, tüm matemlerimiz son bulmuş olacaktır.

Ve yine şayet Hüseynî mesajlar ile tüm dünya mazlumlarını uyarabilir ve emperyalizm ile mücadelede onları da harekete geçirebilir isek, tüm dünya mazlumlarının da matemleri sona ermiş olacaktır. 

Kerbela kıyamının sahibi Hz. Hüseyin (as) ve dava arkadaşlarına ölü muamelesi yapanlar, ruzi mahşerde çok büyük ve ağır bir bedel ödeyeceklerdir.

Yani, Kerbela'da ölümsüzleşen ve sonsuzlaşan Hüseynî davaya ölü muamelesi yapmak, onu anlamamak ve hissetmemektir.

Diğer bir deyişle; zahirî olarak Hüseyinci gözükmekten öteye bir şey değildir. 

Bizler her Muharrem ayında bu kan ile yazılmış hakkın davasını dünyadaki tüm mazlumlara anlatmak için gece gündüz didinmeliyiz.

İşin aslına bakılırsa, uyananların bir saniye dahi bekleme hakları yoktur. 

Kerbela'nın anlaşılmasını istemeyen Globalleşen Yezidî dünya ve yine emperyalist ve Siyonist düşünceler, sözde Müslümanlardan ve Müslüman görünümlü krallıklardan bir kısmını da beraberine alarak, her yıl dünyada yeni Kerbelaların oluşmasına vesile olmaktalar.

Günümüz dünyasında her gün aşura ve her yerde de Kerbela zulmü yaşanmaktadır. 

Kerbela bizler için bir okul olmalı, Hz. Hüseyin'in levh-i mahfuzundaki (göğsündeki) o bilgileri almalı, şiar edinmeli ve o bilgilerin yönlendirmesi ile hareket etmeliyiz.

Aşka dayalı tüm o vahiylerin sırrına vakıf olmalıyız. 

Şayet bizler bu vahyin ruhuyla dirilir ve birleşir isek, sonsuza dek dirilir ve çoğalırız.

Dolayısıyla her kes bu davanın temsilcisi ve naibi olmalı, sorumluluğu altına girmeli ve bunun bilincine varmalıdır. 

Dünyayı kasıp kavuran zulüm sistemlerine, Siyonist ve emperyalist güçlerine karşı direnmek, Hüseynî davanın naiplerinin birincil ve farz olan vazifesidir.

Bizler yılda bir güne has ya da yalnızca 40 gün boyunca mazlumların feryadına kulak veriri isek, o zaman İmam Hüseyin'i anlamamış olacağız. 

İslam, insanlığın ayağa kalkmasının sebebiydi.

Kerbela olayından sonra dünyanın zalimleri bu sebebi bertaraf etmek için İblis ile ittifak kurup sonuç olarak da Kerbela mezalimini gerçekleştirmişlerdir. 

Dünya insanları, dini, dili, mezhebi, ırkı ne olursa olsun, Kerbela olayını anlamanın global çalışmasını yapmalıdırlar.

Çünkü Kerbela davası ve olayı bütün insanlığın evrensel inancıdır. 

İmam Hüseyin, Kerbela'dan şöyle seslenmiştir:

Dini olan dini için, dini olmayan da özgürlüğü için kıyam etmelidir!


O zaman bizler şu bilinç ve şuur ile hareket etmeliyiz:

Mazlumiyet, adalet, özgürlük, ahlak, vicdan, merhamet, sevgi ve insanca yaşamak her kesin dini ve ortak dilidir.

İşte İmam Hüseyin, her kesin ortak dili ve dini olanların kıyamını Kerbela'da gerçekleştirmiştir.

Tüm mazlumlar her çağın sömürgecisi olan kapitalist, emperyalist ve Siyonistlere karşı tek ruh olmak zorundadır.

Hüseynî kıyam, hakikatin ruhudur. Hakikatin ruhu ölmez, ama kendine uygun bir beden ve akıl bulana kadar ya da bir gönüle girene kadar dolaşıp durur!


Öyleyse, bizler de bir Müslüman olarak o yüce ruha beden olma yarışı içerisinde olmalıyız.

Yani, tüm gayemiz Hüseynî olmak ve Hüseynî kalmak olmalıdır.

Erbain konusunu bu şekilde özetledikten sonra, şimdi konunun detaylandırılmasına geçeceğiz.


Konunun detayı şöyledir:

Hz. İmam Hüseyin, adaleti ikame etmek için her şeyini ortaya koymuş ve yer yüzü mücadelesindeki "adalet şehitleri"nin arasında yerini almıştır.

Adalet, İslam itikadında Tevhit 'den sonra ikinci derecedeki en önemli esaslardan biridir.

Bundan dolayıdır ki, usul-ü dinde, kimi kelam alimlerince tevhitten sonra ikincil sırada yerini almıştır.  

Adalet, kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'in yorumunda kullandığımız eksen kavramların emamesi sayılan en başat bir kavramıdır.

Özellikle de fakihler toplumsal meselelerle ilgili tüm ayet ve hadisleri yorumladıklarında, adalet kavramını merkez eksen kabul etmiş ve bu kavram üzerinden onları yorumlayıp hükümler çıkarmışlardır.

Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. (Maide:8)


Yine Kur'an-ı Kerim; haksız yere peygamberleri öldürenler ile, insanlardan adaleti emredenleri öldürenleri aynı yerde zikretmiştir.

"Allah'ın ayetlerini inkâr eden, haksız yere Peygamberleri öldüren ve insanlardan adaleti emredenleri öldüren kimseleri acı bir azapla müjdele" (Al-i İmran: 21) buyurmuştur!

Kur'an'ın dili, enformatik (sadece bilgi veren) bir dil değil, performatif (amele sevk eden) bir dildir.

Kur'an'da her söz bir eylem doğursun diye buyurulmuştur.

Bundan dolayıdır ki, başta Hz. Peygamber olmak üzere, İmam Hüseyin gibi tüm masumlar Kur'an'da sözü geçen tüm hükümleri tüm şartalar içerisinde tatbike koyulmuşlardır.

Kur'an, insanın salih amel yapması gayesiyle ona performans vermek için ön hazırlık niteliğinde olan bir kitaptır.

Örneğin, ilaç kullanacaksınız, onu nasıl kullanacağınıza dair her kutuda uzunca bir reçete vardır ve bu reçete o ilacı kullanmak için, kullanıcıya bir performans vermesi gayesiyle yazılmıştır.

Yani, atacağınız küçücük bir hap için uzunca bir reçete veriliyor size.

O ilacın doğru sonuçlar vermesi için o reçeteyi okuyup ona göre o ilacı kullanmalısınız.

Kur'an-ı Kerim de Yüce Allah'ın insana vermiş olduğu hayatı nasıl kullanacağına dair bir reçete niteliğindedir.

Hayattan doğru sonuçlar elde edebilmemiz için onu okuyup hayatı onun öngördüğü doğrultuda kullanmamız için indirilmiştir. 

Kur'an'ı iyi bir dikkatle okuduğumuzda, onun değer temelli kişilik inşası için gönderildiğini anlamaktayız.

Bunun en iyi örneğini erbainin sahibi Hz. Hüseyin'de görmekteyiz.

Hatta değil insan, Yüce Yaratıcı kâinatı dahi sadakat, adalet ve hakikat gibi değerler üzerine inşa etmiştir.

Bu değerler, peygamberlerden bağımsız olarak Yaratıcı tarafından kozmos aleme de yerleştirilmiştir. 

Bu değerler, insan oğluna da hâkim kılınması gereken fenomenlerdir.

Çünkü insan da kâinatın bir parçasıdır. 

Bu değerleri hayata geçirmekte en yetkin ve etkin olanlar, peygamber ve masum olanlardır.

Onların dışındakiler bunları topluma yerleştirmede onlar kadar etkin olamazlar.

Çünkü onlar kadar inandırıcı değillerdir.

Dolayısıyla peygamberler ve din bu değerleri insan toplulukları içerisinde tesis etmek için gönderilmiş ve bunun uğrunda İmam Hüseyin gibi yoğun mücadeleler vermiş ve de ağır bedeller ödemişlerdir. 

Evet, ilk değer İnsan olmaktır ve bu, Yaratıcı tarafından insan olarak var edilen bu mahluk için ilahi bir lütuftur.

Fakat aslında insanı daha da değerli kılan şey, ikincil değerlerlerdir.

Çünkü birincil değer olan "insan" olmak, kendi iradesi dışında Yaratıcısı tarafından kendisine lütfedilmiş bir değerdir.

İkincil değerler ise, ona verilen hür iradesiyle kendisinin seçtiği değerlerdir.

Örneğin, insan hür iradesiyle ya imanı seçip daha da değerli oluyor ya da küfrü seçip, ilk değerini daha da alçaltabiliyor.

Aynen öyle; ya adaleti seçip her iki cihanın saadetlisi oluyor ya da zulmü seçip, en müteneffir bir varlığa dönüşebiliyor.

Bundan dolayı bir insan için ikincil değer çok önemlidir, insanın değerini artıran da hiçe çıkaran da bu ikincil değerdir.

Kimin tartıları ağır gelirse, o, memnun edici bir yaşayış içindedir. Kimin de tartıları hafif gelirse, onun anası (sığınacağı yer) Haviyedir (Cehennem çukurudur.) (Karia: 6-7)


İnsanı cennete de cehenneme de götüren ikincil değerdir.

Yine, dünyayı cennete de cehenneme de dönüştürecek şey ikincil değerdir.

Örneğin, insanoğlu şayet kozmos aleme hâkim olan ve o alemin güzel bir düzen içerisinde seyretmesine vesile bulunan sadakat, adalet ve hakikati kendi yaşamına da hâkim kılar ise, ahiret hayatı gibi dünyasını da mamur eder ve geçici olan bu alemi de ömür sürmeğe değer bir yere dönüştürür!

Şayet sadakatin yerine hıyaneti, adaletin yerine zulmü ve hakikatin yerine batılı seçer ise, ahireti gibi dünyasını da cehenneme dönüştürür.

İşte İmam Hüseyin'i Hüseyin yapan şey, onun söz konusu ikincil değerleri seçmesi ve onlara en kâmil bir biçimde hakkını vermesidir ve yine insanlar nezdinde kıyamete kadar o değerlerin ne denli yüce değerler olduklarının idrakine vesile olmasıdır.

Buradan bakarak aklı başındaki insanlar, insanlığın kutluluğunun kaynağını oluşturan Hz. Hüseyin'in uğrunda kendini feda ettiği o değerler uğrunda kendini feda etmek için her şeye katlanmaya hazır olmuşlardır.  

Bu da biz insanlara şunu hatırlatıyor:

Peygamberin getirmiş olduğu dine teslim olan fert ve toplumlar, din üzerinden nefes alıp verdiklerinde sadakat, adalet ve hakikati solumalı ve bunlara iman etmeliler!
 


İman ile ilmin farklılığı

İlim zihnin, iman kalbin ürünüdür.

Bir şeyin imana dönüşmesi için önce o şeyin bir bilgi olarak zihinde şekillenmesi, sonra da kalbe uğraması lazım ve kalp şayet onu onaylar ve tasdik eder ise o ilim, imana dönüşmüş olur! 

Ayrıc,a insana sorumluluk yükleyen şey ilim değil imandır.

Konfüçyüs şöyle der:

İnsan yer yüzünde nefes alıp verdikçe kimseye rahat yoktur.


Bu söz, din ile korunaklı olmayan insanlar için geçerlidir.

Yine insanı sorgulatmaya yönlendiren ve harekete geçiren şey de ilim değil, imandır. 

İman, insanı sürekli aklıyla sorgulatır. İnsanın aklıyla insana sürekli şunları sordurup durur:

Sen hava alıp veriyorsun, güneşle ısınıp aydınlanıyorsun, su içiyorsun, gök yüzünün güzelliklerini ve güzel olan şeyleri bedavadan seyredip içini ferahlatıyor ve stres atıyorsun, peki bu değirmenin suyu nereden geliyor, bunları veren biri olmaz ise, bunlar nasıl var oluyor?


Akıl, bağ anlamındadır. İnsanlar gördüğü bu şeylerin ve etrafında var olan her şeyin bir yerlere bağlanması gerektiğini düşünür ve bu yolla da hakikate ulaşır. 

Aristo'nun da dediği gibi, insan akıl ile tüm hakikatlere ulaşır.

Yani, şayet vahiy ve peygamberler gelmemiş olsalardı, insanlardan aklını kullanabilen azınlıklar, fıtratına yerleştirilen o ölçü ile nelerin iyi ve nelerin kötü olduğuna ulaşabildikleri gibi, Allah'ın varlığına ve birliğine de o ölçüler ile ulaşmayı başarırlardı!

İmam Cafer Sadık (as)'ın buyurduğu gibi, "akıl içimizdeki peygamberdir, peygamber ise, dışımızdaki akıldır." 

İlmin imana ve imanın da insanı eyleme dönüştürdüğü hususunda Kur'an-ı Kerim'de Kehf Suresinde çok ilginç bir ayet vardır.

O ayet adeta bizler için imanın hareket pompalamak için ilahi bir enerji olduğunu beyan ediyor. 

Ayet bir avuç gençten söz ediyor ve şöyle buyuruyor:

Gerçekten onlar, rablerine iman etmiş (Yani, güvenmiş) gençler idiler; biz de onların hidayetlerini artırdık. (Kehif:13)


Yani, onlar bir araya gelmiş, yaratıcı gücün varlığını zihinlerinde ispat etmiş ve şirkin bir işe yaramayacağını anlamış ve Allah Teala'da bu doğru düşüncelerinde onlara hidayet (bilgi desteği) sağlamıştır. 

Sonra şöyle buyuruyor:

Ve Rabetna ala kulubihim.


Biz onların bu hidayet bilgilerini kalpleriyle irtibatlandırdık.

Yani, kalplerine indirdik.

İlmin yerinin zihin olduğunu söyledik.

Kalp ise insanın her türlü duygusunun merkezidir.

Bildiğimiz o şey kalbimize inerse, duyguyu tetikler, duyguyu tetiklediği taktirde de insanları kıyama sevk eder.

Demek ki bizi harekete geçiren şey, bir duygunun kalbimizde yer almasıdır.

Örneğin, merhamet öyle bir şeydir. Tek başına "Ben acıyorum" veya "Ben inanıyorum" demekle olmuyor, gerçek şu ki o duygunun gereğini yapmak için hemen harekete geçmek gerek.  

Bundan dolayıdır ki şöyle derler:

Feylesoflar zihin dünyasının (bilgi aleminin), peygamberler ise gönül dünyasının (duyguların) sultanıdırlar.


Zira peygamberler bilgi üreten ve yerinde oturup salt fikirler ortaya koyan insanlar değillerdir.

Onlar eylem insanıdırlar. Bilgiler vahiy yoluyla onlara ulaşır, onlar da hiç vakit kaybetmeden o bilgileri derhal eyleme dönüştürürler.

İnsanı harekete geçiren şey de duygu ve duygunun da merkezi kalp olduğu için, peygamberlere "Gönüller Sultanı" denmiştir. 

Kur'an-ı Kerim, o gençlerin hidayet (doğruyu bulma) bilgilerini kalpleriyle (duygularıyla) irtibatlandırıldığını söyledikten sonra şöyle buyuruyor:

Onlar, hükümdarın karşısında kıyam ettiler ve dediler ki, "Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başka bir ilaha tapmayız. Yoksa âtıl sözler söylemiş oluruz." (Kehif:14)

Görüldüğü üzere önce bilgi zihinde oluşur, sonra kalbe arz edilir, kalp de onu tasdik ettiği taktirde bu imana dönüşür ve iman da bir taraftan akıl vasıtasıyla her şeyi sorgulatır, diğer taraftan da hakikatin sadakatle ihya edilmesi için sahip olduğu varlığını harekete geçirir (insanı kıyam ettirir).

Buradan hareketle, çok rahat bir şekilde Hz. İmam Hüseyin'in Kerbela hareketinin akla dayalı bir hareket değil, imana dayalı bir hareket olduğunu ve kendisinin de izini takip edenleri kıyama sevk etmesi anlamında bir "imam" olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Zira, Hüseyin gönüllere yerleşmiş ve asırlardır ki nice zalimlerin mukabilinde mazlumlara kıyam ettirmiştir. 

Kıyam hareketleri, insanlık tarihi kadar eski bir harekettir.

Krizin bulunduğu yerde kıyam da vardır. Bunlar etki ve tepki meselesidir.

Kimi zaman batıl cenahtan hak cephesindeki şahsa karşı kıyam edilmiştir, kimi zaman da hak cephesinde bulunanlar tarafından batıl cenaha karşı kıyam edilmiştir.

Birincisine isyan, ikincisine ise kıyam denilmiştir.

Örneğin, insanlık tarihinde ortaya çıkan ilk kaos, Hz. Âdem (as)'ın iki oğlu Habil ile Kabil arasında vuku bulmuştur.

Nedeni ne olursa olsun Kabil Habil'e, "Ben seni öldüreceğim" demiştir.

Habil ise, "Ben, Allah'tan korktuğum için sana el kaldırmam" (Maide:27-29) diye cevap vermiştir.

Durum Habil'in ölümüyle sonuçlanmış ve yer yüzünde ilk krizin temeli böyle atılmıştır. 

Yine, Kur'an-ı Kerim'de bildirildiğine göre Firavun döneminde onun İsrailoğullarına karşı müthiş bir kriz yarattığından söz edilmiştir.

Firavun, onların erkek doğan çocuklarını öldürüp, kız doğan çocuklarını sağ bırakıyordu ve onları da Kıptilere hizmetçi veriyordu.

Hayatta olan erkeklerini de Kıptiler ihtiyaç halinde götürüp ücretsiz çalıştırıyorlardı. 

Allah-u Teala bu krizi çözmek için Hz. Musa (as)'ı görevlendirdi.

Onunla Tevrat'ı ve tevhit dinini (bugünkü tabirle Yahudiliği) indirdi.

Hz. Musa (as) Firavun ile gereken o uzunca mücadelesini yaptı, Firavun helak edildi ve İsrail oğullarını da Mısır'dan alıp bilinen topraklara getirip yerleştirdi. 

Hz. Musa (as) derken, akla hep özgürlük mücadelesi gelir.

Çünkü bunun döneminde insanlığın içerisine düştüğü kaos, kölelik kaosuydu ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı bir dönemdi.

Kısacası, Hz. Musa (as), İsrail oğullarını Firavun'un köleliğinden kurtarıp onlara özgürlüklerini kazandıran peygamber oldu (buraları kısa geçiyorum.)

Fakat kölelik krizini çözen o dinin kendisi, aradan geçen belirli bir zaman sonra, çıkarcı kimselerin elinde, bu sefer de kırız çıkaran bir din haline dönüşüverdi.

Çünkü Hahamlar, kendilerini ve takipçileri olan toplumları Tevrat'a göre ayarlamaları gerekirken, Tevrat'ı kendi çıkarlarına göre uyarladılar.

Dolayısıyla, ondan birtakım hükümleri çıkarıp birtakım hükümleri de ona ilave ettiler.

Daha açıkçası, Tevrat'taki ahlak ve maneviyatla ilgili ne varsa onları çıkarıp, salt katı şeriat kurallarını (yasalarını) bırakıverdiler.

Dinlerini kup kuru yasalardan ibaret bir duruma getirince, bu sefer de dinin kendisi kriz üretmeye başladı.

Şayet tek cümlede ifade edersek Yahudilik, "Göze göz, dişe diş, merhamet yok" gibi ruhsuz ve katı tutumlu dikta bir din haline geldi.

Allah'ın "rahim" ve "afuvv" sıfatlarının tecelli kapısını insanların üzerine kapattı.

Bu dinin katı kurallarına uymayanları "Lenercümenneküm" (sizi recmederiz-taşlarız" ve "Leyemessenneküm minna ezabün elim" (Ve bizden acı bir azaba uğrarsınız." (Yasin:18) gibi tehditlerle korkutuverdiler.

Oysaki Tevrat, "Bırakın rahmet bir ırmak gibi aksın" diye buyurmuştu.

Yahudiler bunu iptal etmişti. 

Sonradan bu krizi çözmek ve insanlığı o kaostan kurtarmak için Hz. İsa (as) gönderildi.

Katı kuralcı Yahudilik anlayışını çözmek için ahlaka, tolereye ve maneviyata dayalı İncil indirildi ve bu günkü Hıristiyanlık diye tabir ettiğimiz din, Musa zamanındaki tevhit dininin devamı olarak tekrar yer yüzünde kendi sistemini işletmeğe çalıştı.

Hz. İsa (as) onların zihinlerindeki katı kuralcılığı ilk olarak bir olay üzerinden yıkıvermişti ve o olay şöyleydi: 

Bir kadın zina üzerinde yakalanmıştı. Recmedilmesi gerekirdi. Halk meydanda toplanmış, kadın sahnenin ortasında tutulmuştu. Yahudiler, avuçlarında taşları toplayıp sabırsızlıkla taşları kadına fırlatmak için Hz. İsa'nın emretmesini bekliyorlardı. O esnada Hz. İsa (as): 'Bu kadına ilk taşı, hiç günah işlemeyen birisi atsın' dedi. Fakat aralarında hiç günah işlemeyen biri olmadığı ve her kesin günaha bulaştığı için, her kes elindeki taşı yere atıp çekip gitti.


Hz. İsa'nın (as) Yahudileri katı kuralcılıktan vazgeçirip biraz daha toleresi olmaları için şu hükmü de koymuştu:

Biri sizin sağ yanağınıza bir tokat vurursa, sol yanağınızı da çevirin oraya da vursun.


Bunların tümünü tolere olsun diye söylemişti.

Fakat Yahudilikte tolere diye bir şey yoktur.

Onlarda, "Göze göz, dişe diş, merhamet yok" diye katı bir kural vardır.

Çünkü, Yahudilerce şayet merhamet olursa, hayat sistemi bozulurdu.

Bu görüş, bizim kimi Müslümanlarımızın kültürüne de bulaştı.

Örneğin, Türk Kültürüne şöyle geçti:

"Acırsan, acınacak hale gelirsin."

Ya da "Merhametten maraz doğar."

Oysaki Yüce dinimizin şerefli Peygamberi, "İnsanlara merhamet etmeyene merhamet edilmez" (Hadis) diye bir öğreti koymuştur önümüze.

Sonra Yahudiler tolereye tahammül edemeyip Hz. İsa (as)'ı ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiler ve Hz. İsa (as) aralarından uzaklaştırıldı.

Bundan sonrasında ise Hıristiyanlık Yeniden Pawlos ile ayrı bir şekil aldı.

Yani, ahlak ve tolere değil, tekrar Yahudilik gibi Kuru ve katı yasalar üzerine oturtuldu. 

Yahudi ve Hıristiyanlar, kâinatın sahibi Yüce Allah'ı, sürekli gözetleyen, insanları da bir mahkûm misali 24 sat hiçbir mahremiyeti olmadan, her hareketi gözetlenen ve yasalara aykırı hareket edince de derhal cezaya çarptırılan bir mahkûm olarak tanıtmışlardır.

Oysaki yüce İslam, Allah'ı hem gözeten ve hem de gözetleyen olarak tanıtmıştır. 

İslam kültüründe "olgu" ile "algı" ayrı şeylerdir!

Yahudi ve Hristiyanlık algı üzerinden olgu yaratırken, İslam dini realist bir şekilde "Allah'ın kulu, Allah'ın koludur" der ve kendisi direkt olarak hiçbir zaman insanlardan zalim, fasık, gasıp, cani vs. olanlarıyla bizzat mücadele etmez!

Ve yine bizzat fakir, aç ve çıplak olanların ihtiyacını gidermek için fiiliyatta bulunmaz, karınlarını doyurup üzerlerini giydirmez.

Bilakis kendisine hakkıyla iman eden ve marifet sahibi olan kullarına o görevleri tevdi eder.

Ve yine kendine iman eden kullarına, zulme maruz kalan mazlumları gezip bulmalarını ve sorunlarını halletmelerini emreder. 

Yine İslam dini, salt kuru yasalarla halkı yöneten ve Allah'ı da sırf gözetleyen bir İlah olmaktan çıkarıp, tövbe kapısının sürekli açık olduğunu söyleyen ve bununla da insanoğluna toleranslı davranan ve yeni bir nefes alma hakkı tanıyan bir din olarak gönderilmiştir.

Fakat şunu da unutmamak lazım ki, İslam dini de aynı bütünün bir parçası olması ve semavî dini olan Yahudilik ve Hıristiyanlığın devamı bulunması hasebiyle, o iki din neyle, nasıl ve kimlerin eliyle aslından uzaklaştırılmış olduysa, bu dinin de aynı kaderi paylaşma ihtimali her zaman mevcuttur.

Evet, İslam dini kendinden önceki tevhit dininin son mesajı olması hasebiyle Yüce Allah tarafından bunun kitabının korunacağı vadedilmiştir, fakat müntesiplerinin korunacağı hususunda bir şey buyurulmamıştır.

Dolaysıyla diğer dinlerin müntesipleri hem dinlerini ve hem de kendilerini bozmuşlarken, son mesajın (İslam'ın) müntesipleri, mesajın (Kur'an) kendisi koruma altında olduğu için, ancak kendilerini bozabilirlerdi ve nitekim büyük çoğunluğu öyle de oldu!

Kur'an-ı Kerim'in bize verdiği bilgilere göre Yahudi ve Hıristiyanları bozan şey, "seçkinlik" marazıydı.

Yani, onların her ikisi de kendilerini Allah tarafından seçilmiş ırk ya da beğenilmiş kullar olarak görüyorlardı.

Yahudiler- Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın çocukları ve dostlarıyız' dediler. (Maide:18)

Yahudiler dediler ki: "Sayılı birkaç gün dışında ateş bize dokunmayacaktır." (Bakara:80)

Diğer bir ifadeyle Yahudiler, Allah tüm kâinatı ve bizden olmayan toplulukları, bize hizmet etsinler diye yaratmıştır, o taktirde Allah yalnızca bizim Rabbimizdir diye inanmaya başlamışlardı.

Bunun için de kendi itikadi eserlerinde, "Yahudi'nin malı, canı, ırzı Yahudi'ye haramdır, Yahudi olmayanlarınki helaldir" hükmü geçmiştir. 

Hıristiyanlar da Hz. İsa (as)'ın onlara, "Siz insanlığın tuzusunuz, diğerleri bozulabilirler, ama siz asla bozulmazsınız" dediğini ileri sürmüş ve iman hususunda tek bozulmayan imanın kilise çıkışlı iman olduğunu iddia etmişlerdir, dolayısıyla da Hıristiyan olmayanların hiçbir değerinin bulunmadığını öne sürmüşlerdir. 

Ayrıca Yahudiler, kendi dinlerinin tek hak ve doğru din olduğunu, şayet yeniden bir peygamber gelecekse Yahudi ırkından gelmesi gerektiğini iddia ediyorlardı.

Müslümanlardan büyük bir kesime de bu "seçkinlik virüsü" bulaşmış ve kurtuluşta toptancılık ya da çoğulculuk anlayışı onları da etkisi altına almıştır.

O anlayışlarının temelini oluşturan şey de bu ayet olmuştur:

Sizler, insanlar için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a iman edersiniz. (Al-i İmran: 110)


Bu ayetten yola çıkarak kendilerinin "seçkin ümmet" olduklarını öne sürdüler.

Oysaki Kur'an-ı Kerim hayırlı ümmet olmayı, isme değil, iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek ve iman gibi şartlara bağlamıştır!

Geçen bu zaman zarfı içerisinde Müslümanlar arasındaki bu seçkinlik virüsü "masumlar" ve onların muhlis takipçileri hariç, ümmetin tüm gövdesini sardı.

Hatta bu virüse yakalananlar seçkinlik hususunda ayetin dışında bir de Peygamberin ağzına şu rivayeti uydurdular:

İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir. (Buhari, Fadaili Sahabe vd.)

Oysaki bu hadisin tam zıddı da nakledilmiştir.

Örneğin:

Ümmetim yağmura benzer, başı mı sonu mu daha hayırlıdır bilinmez. (Ahmed b. Hanbel, Mesnet, III/130)

Ve yine:

Sizler benim ashabımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır. (Müslim. Taharet :39) 


Seçkinlik virüsüne yakalananların şöyle bir iddiaları vardır.

Diyorlar ki, Müslümanlardan ilk üç nesil neyi üretmişlerse o doğrudur.

Onlar yanlış iş yapmamışlardır ve dokunulmazlıkları vardır.

Oysaki İslam'da Allah, Resul'ü, Kur'an ve Resul tarafından tertemiz olduklarına şahitlik yapılanların (Ehli-i beytin) dışındaki her kesin dokunulurluğu vardır.

Diğer bir ifadeyle; din üzerinden nefes alıp veren insanların tümü doğru insanlar değillerdir.

Ancak alıp verdikleri nefesi hak, adalet ve Allah'a sadakat olanlar doğru insanlardır.

Bundan dolayıdır ki Kur'an şöyle buyurmuştur:

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrular ile beraber olun. (Tevbe:119)

 

(Devam edecek…)

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU