Üzülerek belirtmeliyim ki, "saadet asrı" diye tarif ettiğimiz İslam'ın ortaya çıktığı asrın ilk yarısında, kıyamete kadar asla unutulmayacak cinayet ve hıyanetlerle dolu birkaç kara ve karanlık sayfalarımız vardır.
Bunları Cemel, Sıffin, Nehrivan ve Kerbela diye sıralayabiliriz!
Bu kara sayfalarımızdan hiç birisi tarihe gömülüp kalmamıştır.
Aksine her biri kendinden sonraki dönemler için birer mektep, ekol ve davaya dönüşmüştür.
Diğer bir ifadeyle, bu olayların baş aktörleri "hak ve batıl"ın ölçüsü olarak kabul görmüş, asırlarca ve belki de kıyamete kadar Müslümanlar için ilham kaynağını teşkil eden fenomenler olmuştur.
Çünkü bu savaşların baş aktörleri İslam'ın ilk şahsiyetleri olmaları hasebiyle her söylem ve eylemleri kendinden sonrakiler için örnek teşkil eden, itikadî, amelî ve ahlakî hükümlerin mercii olan İslam peygamberinin (sav) Ehl-i Beyti, ashabı ve Ayşe gibi zevcelerinden müteşekkil kimselerdirler.
İslam peygamberinin (sav) vefatından kısa bir zaman sonra ilk savaş (Cemel Savaşı), peygamberin eşi Ayşe ile damadı, amcasının oğlu ve halifesi olan İmam Ali (as) arasında, ikinci savaş (Sıffin Savaşı) da yine İslam peygamberinin (sav) ashabından dönemin Şam valisi Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ile İmam Ali (as) arasında, üçüncü savaş (Nehrivan Savaşı) ise, Sıffin Savaşı'nda İmam Ali'nin (as) ordusu içerisinde yer alan, fakat Muaviye ve Amr b. As tarafından mızraklı Kuran sayfalarıyla aldatılıp, İmam Ali aleyhine kışkırtılan "Bedevî" Müslüman askerler tarafından yapılmıştır.
İmam Ali (as), Nehrivan Savaşı'ndan kaçıp kurtulan Abdurrahman b. Mülcem Muradî tarafından Kufe mescidinde sabah namazında secde esnasında arkadan zehirli kılıç ile vurulup şehit edilmesinden 20 yıl sonra, İslam tarihindeki en kirli olay ve Müslümanların alınlarından kıyamete kadar bir daha hiç silinmeyecek ve sonsuza dek bir kara leke olarak kalacak olan hadise, kuşkusuz "Kerbela hadisesidir!"
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bu hadisenin baş aktörü, İslam peygamberinin soyunun kendisinden devam edeceğini söylediği kızı Fatıma'nın oğlu İmam Hüseyin'dir (as).
Kerbela'da İmam Hüseyin (as) kendisiyle birlikte ailesinden 17 kişi ve sadık dostlarından da 55 kişi olmak üzere toplam 72 kişi emsali görülmemiş bir şekilde hunharca şehit edilmiştir.
Kafaları kesildikten sonra cenazeleri atların tırnakları altında çiğnetilmiş, cenazeleri defnedilmeden ve namazları kılınmadan sıcak kumlar üzerinde o şekilde terk edilmişlerdir.
İmamdan geriye kalan kadın, çocuk, yeğen ve yakınları da esir alınmıştır.
O dönemlerde esir alınan kafirlere dahi yapılmadık işkenceler, peygamberlerinin bu Ehl-i Beyti'nden alınan esirlerine yapılmıştır.
Daha sonraları Kerbela yüzünden Müslümanlar, Ehl-i beyt taraftarları ve Ehl-i beyt'e ilgisiz kalanlar olarak ikiye bölünmüşlerdir.
Ehl-i Beyt ve İmam Hüseyin'in yanında yer alanlara "Şii", bu işi tasvip etmemeleriyle birlikte imamın düşmanlarına karşı cephe almayanlara ise "Sünni" denilmiştir.
Her iki kesimin de peygamberi olan Hz. Muhammed'in (sav) soyunun hunharca katledilmesine ilgisiz kalmak, elbette ki vicdanen kabulü mümkün değildir.
Üstüne üstelik bir de Sünni alimlerin "elimizin karışmadığı şeye dilimiz de karışmasın!" diye fetva vermeleri ve Ehl-i Beyt zalimlerinin bu cinayetlerini yargılamaktan uzak durmaları, Şii Müslümanlar tarafından hoş karşılanmamış ve Sünni Müslümanlar hakkında menfi düşünmelerine sebebiyet vermiştir.
Sonuç itibarıyla bir kesimin (Sünnilerin) Kerbela olayını tarihe gömmek isteği, diğer kesimin (Şiilerin) ise bu olayı daha yüksek bir seviyeden dillendirmesi ve ağıtlar yakması, her iki kesim arasında gittikçe derinleşen bir ayrımcılığa sebebiyet vermiştir.
Oysaki her iki kesimin de ortak değeri olan Yüce İslam'ın yaşaması uğruna bir tür ağır bedel olarak ödenen Kerbela hadisesi, şayet Şii ve Sünni kesimden sağ duyulu ve her türlü mezhebi taassuptan arınmış, yalnızca Hakkın rızasını gaye edinmiş alim, aydın, akademisyen ve araştırıcılar tarafından masaya yatırılmış olursa, "ayrıştırıcı" gibi gözüken bu meselenin "birleştirici" bir unsur olduğu muhakkaktır.
Buradaki asıl sorun, her iki kesimden alimlerin bir araya gelip bu meseleyi kendi aralarında konuşamamalarıdır.
Tarafsız ve objektif bir bakışla meseleye bakarsak, İslam aleminde (Vahhabiler hariç) İmam Hüseyin (as)'a ağıt yakmayan hiçbir millet yoktur ve yine bu zulmü alkışlayan hiçbir Müslüman da yoktur!
Müslümanların yaşamakta olduğu hemen her ülkede halk kültürü ve edebiyatı yönüyle Türkçe, Kürtçe, Farsça, Arapça, Azerice, Orduca ve diğer birçok lehçelerle, Kerbela ve İmam Hüseyin hakkında muazzam bir birikim oluşmuştur.
Diyebiliriz ki, Müslümanların yaşadıkları tüm coğrafyalarda İmam Hüseyin (as) ile ilgili ağıtlar vardır.
Acı ve ağıtın tonu farklı olsa da rengi hep aynıdır.
Kimisi şiirsel, kimisi ağıtsal türküler şeklinde, kimisi de mersiyesel bir biçimde İmam'a yas tutmuş ve içlerini çekmişlerdir.
Ve yine Kerbela hadisesi yalnızca ağıt diliyle anlatılmamış, İslam edebiyatçı ve tarihçilerinin konusu olduğu gibi, dinler tarihi, sosyoloji, tasavvuf, irfan, hadis, kelam ve musiki gibi bilim dallarında da yer edinmiş ve olaya çok geniş bir çerçeveden bakılmıştır.
Müslüman topluluğun inanç dünyasının şekillenmesinde de önemli etkisi bulunan bu hadiseye, aslında birkaç boyuttan bakmak lazım.
a- Kerbela vakıasının öncesi.
b- Bizzat yaşanması ve sonrasını kapsayan tarihsel süreç.
c- Yaşanan bu olayın tarafları.
d- Olay sonrasında oluşan inanç uygulamaları ve bunların günümüze yansımaları.
e- Kerbela yaklaşımında yöntem sorunu.
f- Farklı İslam mezheplerinin Kerbela algısı.
Müslüman toplumun tarihinde önemli kırılma ve dönüm noktalarından biri olan ve tarihin seyrini bir türlü etkileyen bu hadiseyi tek elden tahlil etmek, elbette ki konuya haksızlık etmek olur.
Asıl olan bu önemli ve emsali bulunmayan hadisenin doğru tahlilinin yapılabilmesi, farklı dallardan uzman araştırmacıların değerlendirmesi ve ümmet üzerindeki yapıcı ve yıkıcı etkilerinin tarafsız ve ciddi bir şekilde ortaya konmasıdır.
İslam tarihi açısından çok önemli izler bırakmış ve Müslümanların vicdanlarında dermansız derde dönüşmüş ve sonuç itibarıyla da bir mektep halini almış bu önemli vakayı, trajedik bir hadise gibi değerlendirmek ve ağıtlar yakmak, konuyu basite indirgemek olur.
Diğer taraftan, tarihte vuku bulan nice menfi olaylar, ibret alınmadığı için hep tekerrür edegelmiştir.
Oysaki gerek İslam dünyası ve gerekse insanlığın geleceği için ibretamiz ve eğitici derslerle dolu olan Kerbela olayı, üzerinde önemle düşünülmesi gereken akıl, bilim, sosyoloji ve ahlak zaviyesinden analiz edilerek ileriye yönelik atılacak müspet adımların oluşmasına en güzel katkı sağlayacak önemli bir yöne sahiptir.
Kerbela hadisesine dünya Müslümanlarının önemli bir bölümünün hala dahi ilgisiz kalması, diğer bir kesiminin ise yalnızca matem tutarak yaklaşması, o vakıanın ciddi bir şekilde anlaşılmadığının göstergesidir ve tüm Müslüman aydın ve alimlerin bu noktada tarihi bir sorumlulukları vardır.
Kerbela vakıası, anmaktan daha ziyade anlaşılmaya değer bir olaydır.
Kerbela'yı hiç bilmeyenler ile bilip te onun mesajını döktükleri göz yaşlarıyla perdeleyenler aynı kategoriye girerler.
Çünkü bir davayı yaşatan, onun verdiği mesajıdır!
Şayet mesajı yok ise, dava ya yoktur ya da ölmüştür, ölünün de mesajı olmaz!
Kerbela vakası asırlardır farklı mezhep ve ekollere sahip her mümin ve Müslüman için bir yönüyle kanayan bir yara ve hüzünlü bir nakarat olmuştur.
Diğer bir yönüyle de adalet, şecaat, izzet, iffet, ihlas, direniş, inkılap, şehadet, fedakârlık, vefakarlık, aşkın vs. öğrenildiği eşsiz bir mektep şeklini almıştır.
Kerbela vakasının mektepsel boyutunu idrak edebilenler, bu olayın gerçekleşmesine neden olan faktörlerin neler olduğunu, faillerinin kimlerden ibaret bulunduğunu, vermiş olduğu mesajların ve oluşturduğu ruhun nasıl bir mesaj ve ruh olduğunu araştırmaya koyulurken, bu boyutu idrakten yoksun olanlar, yalnızca olayın kan ve trajedi boyutuna ilgi duymuşlardır.
Oysaki o sahada İmam Hüseyin ve ashabının yalnızca fiziki bedenleri parçalanmamış, aynı zamanda imamın uğrunda canını feda ettiği yüce İslam dini de paramparça edilmiş ve ceddinin ümmeti adeta bir daha bir araya gelmeyecek şekilde çeşitli isimler altında dağılıp gitmişlerdir.
Halbuki Kerbela'da katledilenler, tüm Müslümanların ümmeti olmakla iftihar ettikleri peygamberlerinin can parçasıydı.
Peygamberlerinin can parçalarının başına getirilen bu elim olaylara ilgisiz kalmak, peygamberin kendisine ilgisiz kalmakla eş değerdir!
Böylesine bir lakaytlığın (Allah korusun), tevhit inancının muvahhit bir kimsede oluşturduğu şahsiyetle örtüşmesi asla mümkün olamaz.
Müslümanlardan bir bölümünün Hz. Hüseyin'in (as) ve ashabının başına gelenleri tasvip etmemelerine rağmen, İmam Hüseyin'i savunanlarla aynı safta yer almamaları, haklı olarak Hüseyinciler tarafından suçlu gibi gözükmüşlerdir.
Fakat ne ilginçtir ki, suçlanan kesim de buna mukabil kendilerini suçlayan Hüseyincilere karşı, "Hz. Hüseyin hatırasına saygısızlık etmiş oluruz" endişesiyle onlara cevap vermemişlerdir.
Doğrusu, Kerbela vakıasının İslam ümmeti arasında bir ayıraç vazifesi görmesi yerine, "birleştirici" bir unsur vazifesi görmesi gerektiği kanaatindeyim.
Artık Kerbela vakıasının geçmişte olduğu gibi Sünni-Şii toplumunun birbirlerini suçlama, dışlama ve kınama yerine, birbirlerini anlama vesilesi olmasının dini bir vecibe olduğu inancındayım.
Müslümanların her iki kesiminin de geçmişten miras aldıkları kavga ve ayrışmaları günümüze ve gelecek nesillere aktarmak yerine, karşılıklı konuşma zamanının geldiği ve hatta geçtiği düşüncesindeyim.
Konuyu şöyle sonuçlandırabiliriz:
İslam tarihinin ilk yarım asrında gerçekleşen siyasi, sosyal, teolojik ve diğer gerekçelerin etkileriyle meydana gelen Kerbela vakıası, tek başına bir etkenin tesiriyle vücuda gelmiş bir olay değildir.
Bunu böyle düşünmek hem Hüseyin'e hem de davasına ihanettir.
Zira, böylesine büyük fedakarlıklarla bu davayı meydana çıkaran şahsiyet, normal bir Müslümandan ziyade, nübüvvetin kucağında büyümüş, vahyin ilkeleri doğrultusunda adımlarını atmış ve her sözünü Muhammedî nefes ile söylemiş seçkin bir şahsiyettir.
Hüseyin'in bu mücadelesi, her zaman adalet karşısında gücü temsil edenlere bir tehdit olarak yaşayacaktır.
Çünkü Yezit'ten sonraki dönemlerde de ve hatta günümüzde de adı Yezit olmasa da bu geleneğin temsilcileri her yerde ve her zamanda güce ve keyfiliğe dayalı tahakkümlerini sürdürmüş ve sürdürmeye de çalışmaktalar.
İmam Hüseyin'in (as) Yezit ile savaşı din kaynaklı (Yahudi-İslam), bölge kaynaklı (Doğu-Batı), mezhep kaynaklı (Sünni- Şii), mahalle kaynaklı (Bedevi- Medeni) ve de ırk kaynaklı (Arap-Acem) bir savaş değildir.
Kerbela olayında İmam Hüseyin'in tüm Müslümanlara öğrettiği iki şey vardır:
- Biri, "insanlar arasında ceddi Resulullah'ın ve babası Ali'nin yönetimini teşkil eden "adalet",
- Diğeri de Emevî ve tüm Tağutilerin yönetimini teşkil eden "güç".
Daha doğrusu yeryüzünde iki tür savaş/mücadele mevcuttur. Bunların yapıları öyle dizayn edilmiştir ki, birisi bittiği yerde diğeri başlar.
İmam Hüseyin (as) şöyle der:
Benim yöntemim, ceddim Resulullah ile babam Ali b. Ebu Talip'in yöntemini yeniden ihya etmektir. Ben bunun için yola koyuldum. Benim onlardan öğrendiğim düsturlar şunlardır; ‘hakları için mücadele etmeyenler, haklarıyla birlikte şereflerini de kaybederler'.
Belki de İmam Hüseyin (as) bu savaşta dünyevi haklarını kaybetmiştir ama, "şerefini kazanmıştır."
Böylece, "şerefli mahlukat ne demektir bilmiyorduk" demememiz için bizlere şahitlik etmiştir.
Her yerin Kerbela ve her günün aşura olduğu bu çağda İmam Hüseyin (as) bize öğretmiştir ki, "adalet için savaşanlar, daima küçük bir azınlık olarak kalmaya mahkumdurlar ve sadece bu yüzden bile adalet için savaşmaya mecburdurlar!"
Selam olsun Hüseyin'e ve takipçilerine.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish