Laikler ile dinciler birbirleriyle anlaşabilirler mi?

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Bilindiği üzere, konuşma ile anlaşma farklı şeylerdirler.

Herkes birbiriyle konuşabilir ama tartışıp anlaşamazlar.

Zira antlaşmanın birtakım şartları vardır ve onlardan biri de ortak bir değer üzerinde birleşmektir.

Fakat konuşmada herhangi bir şart aranmaz.

Konuşmak; "cedel", "tartışma", "panel", "forum" vs. gibi birden fazla metotlara sahiptir.

Şayet konuşma, "ilmi konular" üzerineyse, o konuyu "cedel" vs. ile değil, "tartışma" metodu üzerinden konuşmak gerek. 

"Cedel"; kelam alimlerinin eskiden beri kullandıkları bir konuşma metodudur.

Yani, kelamcılar kendi mezhep ve görüşlerini savunmak için cedel yönteminden istifade etmişlerdir.

Ateist ve laikler de görüş ve düşüncelerini müdafaa için, o yöntemden yararlanmışlardır.

Açıkçası bu kesimin her ikisi de kendi inandıkları görüşlerinin yüzde 100 doğru olduğunu kabul ettiklerinden konuşmalarında, "cedel" yolunu tercih etmişlerdir.

Dolayısıyla, bunların arasında şu ana kadar "ilim" ve "mantık" üzerinden herhangi bir tartışma ve antlaşma söz konusu olmamıştır. 

Doğrusu benim ateist, laik ve modernistlerden beklentim şudur:

u kesim, tartışma seviyelerini de aynen aydın iddialarının seviyesine çıkarmalılar.


Yani, bunların düşünce ve sözleri, din adamlarınınki gibi olmamalıdır.

Zira, din adamlarının görüş ve düşünceleri genellikle "dogma"dır.

Tartışma yapıp antlaşma gerçekleştirmede önemli olan birkaç şart vardır:


Birincisi; tartışan tarafların antlaşmayı gerçekleştirebilmeleri için "ortak bir zemin" etrafında buluşmaları gerek.

Fakat, ateistler ile din adamları arasında "ortak zemin" yok gibidir. 

Mesela bu iki kesimden birileri tartıştığında, din adamının Kur'an ve sünnetten delil getirdiğini görüyoruz.

Örneğin, İslam'ın hak olduğu, Kur'an'ın tahrif edilmediği, nebevi sünnetin ve Kur'an hükümlerinin günümüzde bile geçerli olduğu vs. gibi meselelerde, din adamları hep Kur'an ve sünnetten delil getirirler.

Halbuki karşısındaki adam ateisttir, Kur'an ve sünnete inanmadığı gibi, Kur'an'ın Allah'ına da iman etmemektedir.

Böyle bir durumda din adamının onlara delil sunmasının hiçbir anlamı yoktur. 

Ateistlerin tarafından bakıldığında, onların da din adamlarının ve dinin hilafına birtakım deliller sundukları görülüyor.

Fakat ilginçtir ki sundukları delillere kendileri de inanmıyor.

Örneğin, nebinin ahlakına itiraz ediyorlar.

Şeriatın hükümlerini reddediyorlar.

Dinde yer alan cariye, köle, kısas gibi konulara ve nebinin çok eşliliğine karşı çıkıyorlar.

Oysaki ateist ve laikler, nasların "evrensel" değil de "tarihsel" olduğunu kabul ederler.

Onlara sormazlar mı "Siz nasıl nasların tarihsel olduğunu kabul ediyorsunuz ki, getirip o tarihteki konuları günümüz kültürüyle yargılamaya çalışıyorsunuz. Bu makul mudur?"

Örneğin, içerisinde bulunduğumuz bu dönemde "özgürlük", "demokrasi", "insan hakları", "hukukun üstünlüğü" vs. gibi şeyler mevcuttur.

Yani, günümüzde insan hakları diye bir şey vardır.

Sen kalkıp din adamına diyorsun ki;

İslam'da neden demokrasi ve insan hakları mevcut değildir.

İslam'da neden köle alışverişi ve cariye edinmek vs. vardır.


İşte bu durumlar, ateist ve laikler için ilginç konular olabilir.

Fakat, çağımızda İslam'a dair yaptıkları itirazlar, o dönemde, İslam ile uyum içerisindeydi.

Dolayısıyla, İslam ve nebi için yaptıkları itirazlar, doğru değillerdir.

Çünkü İslam ve nebi, o dönem için gelmiştir.

Ayrıca, tüm din, mezhep ve inançlar, ortaya çıktıkları dönemin gerçekleri üzerinden hareket ederler.

Ve yine dönemin kültürü ile ilintili olurlar.

Dolayısıyla, bütün düşünce ekolleri, içerisinde bulundukları zamanın gerçekleri ile uyum sağlamalıdırlar. 

Ayrıca, İslam'ın güzelliklerinden bir diğeri de onun gerçekçi olmasıdır.

Yani, İslam'ın nazil olduğu dönemde, savaş, cariye ve köle alım- satımı vardı.

Nitekim İslam'ın kendisi de bunu itiraf etmiştir.

Hak verirsiniz ki, İslam ve nebinin gelip de her şeyi A'dan Z'ye kadar değiştirme imkânı yoktur.

Hatta kültürü dahi kökünden değiştirmeye güçler yetmez.

Ancak kültürün içerisindeki bazı temel sayılan şeyleri değiştirme imkanına sahipler.

Örneğin, "tevhit" vasıtası ile şirki ve putperestliği yok edebilirler ve bu da makuldür. 

Hasılı; önemli olan tartışan tarafların ortak bir zeminde buluşmalarıdır.

Örneğin laikler, Kur'an ve sünnete iman etmezler.

Din adamları da iddiaları için Kur'an ve sünnetin dışındaki şeylerden delil getirmeyi istemezler.

Dolayısıyla, bunların arasında tek bir ortak zemin vardır ve o da "akıl"dır.

Çünkü dünyadaki tüm insanlar akla inanır.

Fakat onların inandıkları akıl, nassın dışında kalan "bağımsız akıl"dır.

İşte laikler ile dinciler arasında da "bağımsız akıl" gibi bir ortak zeminin bulunması makuldür.

Yani, ateist ile din adamının arasındaki ortak zemin, "akıl" olmalı ve her iki kesimin iddiaları için de aklî istidlallerde bulunmalarıdır. Bu da makuldür.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İkincisi; tartışan insanlar "objektif insanlar" olmalılar.

Yani, kendi duygu ve çıkarlarını bir kenara bırakıp mantıklı düşünmeliler.

Ve yine tartışmada adil ve dengeli olmalılar.

Karar verirken de sadece doğruları ve kanıtları dikkate almalılar.

Fakat üzülerek belirtmeliyim ki din adamları, gerçekten "objektif" değil, "dogmatik" insanlardır.

Çünkü onlar dine ve nebiye aşık ve tutkuludurlar.

Onlar derler ki, "Biz nebi Muhammed'i tüm hata ve ahlakın hilafına olan şeylerden tenzih ederiz."

Bunlar İslam dinine de aşıktırlar.

Bilindiği gibi, Arapçada İmam Şafii'den olduğu rivayet edilen şöyle bir şiir vardır: 

Hoşnutluk gözü her kusura kördür.
Ama öfke gözü, kusurları ortaya çıkarır
Aynu'r-Riza an külli aybin keliletün-
Ve lakinne aynu's- Suhut tübdi'l- Musaviya.


Kısacası, din alimleri aşıktırlar.

Onlara Kur'an'ın tahrifine ve nebi Muhammed'in ahlaksızlığına dair herhangi bir delil getiremezsiniz.

Çünkü, dediğim gibi, onlar aşıktır ve bundan dolayı da getirilen tüm delilleri tahrif ederler. 

Onlar, hatta Kur'an'ın belagatine (açık, anlaşılır ve etkileyici konuşmasının bulunduğuna) dair de delil getirirler.

Oysaki Kur'an'da birtakım sorunlar vardır.

Fakat âşık oldukları için onlara bir şey anlatılmaz.

Peki, ateist ve laikler ile din adamı ve müminlerin konuşup anlaşabilmelerinin herhangi bir hal yolu var mıdır?

Cevap:

Yukarıda da dediğimiz gibi, âşık olanlara mantık yolu ile bir şey anlatmak ve tarihî de olsa bir delil sunmak mümkün değildir.

Öyleyse geriye bir tek "pragmatik" (Yani, bir inancın çözüm odaklı işe yarar yöntemlerinin bulunup bulunmadığı) delili kalıyor.

Açıkçası, o din adamlarına şunu demek gerekir:

Evet, sen bu Kur'an'ın aşığısın, fakat Kur'an'da yer alan bu hükümler, her ne kadar sahih olsa ve Kur'an; '…ne önünden ve ne de ardından batıl bir şey yaklaşamaz.' (Fussilet: 42) konumunu korusa da, fakat onda yer alan hükümler, acaba içerisinde bulunduğumuz bu dönem ile uyum içerisindeler mi?


Ben her zaman şunu söylüyorum:

Faraza Kur'an'da yer alan hükümlerin tümünün doğru olduğunu kabul edelim ve yine, "Kur'an'a ne önünden ve ne de ardından batıl bir şey yaklaşamaz" (Fussilet: 42) ayetine bütün kalbimizle iman edelim.

Fakat içerisinde bulunduğumuz bu dönemde, bu hükümlerin gölgesi altında yaşamalı olur isek, ümmet olarak her birimiz, kesinlikle birer DAİŞ vs. gibi bir terörist olup ortaya çıkarız.

Ve yine aynen cihatçı teröristler gibi gayrimmüslimlerden "cizye/baş vergisi" talep eder ve onlar gibi cariye alım satımında bulunuz.

Nitekim DAİŞ, Musul'a saldırdığında, orada "Yezidî" topluluğu da vardı.

DAİŞ onların tüm erkeklerini öldürüp kadınlarını cariye aldı ve daha sora da onları sokaklarda satmaya başladı.

İşte eski dönemlerdeki asil Muhammedî din budur.

Fakat din adamları ile akıl ve pragmatik yöntem ile konuşmak lazım.

Öyle ki, onların görüşleri de bu asır ile uyum içerisinde olmalıdır.

Sorun şuradaki, Sünni-Şii tüm ilim havzalarında okutulan dersler, tümüyle manevi ve eski derslerdir. Tümü de rivayet ve ayetlerdir.

Söz konusu ilim havzalarındaki yetkililer tarafından tedrisatta bulunanlar için yeni ve modern kültüre gitmenin yolunu gösterip kapısını açmak diye bir çaba söz konusu değildir.

Örneğin, onların nezdinde hala dahi modernite "küfürdür."

Güya İslam onları tüm bilim ve bilgilere karşı doyurmuştur.

Çünkü onlara göre her şey İslam, Kur'an ve Sünnette mevcuttur.

Artık hiçbir şeye ihtiyaç kalmamıştır.

Yine onlara göre "Demokrasi" ve "insan hakları" da "küfürdür."

Zira bunlar beşerî görüşlerdir ve Kur'an'ın hilafınadır.

Dolayısıyla bunlar, modern medeniyet için tüm kapıları kapamış ve küresel etkileşimin dışında kalmışlardır.

Teknolojik, sosyal ve ekonomik gelişmeleri kökünden reddetmekteler. 

Bize göre bunların ıslahı mümkün gözükmüyor.

Yani, dinî müesseselerin ıslahı ve din adamlarının görüşlerinin düzenlenmesi çok zordur.

Şayet bu iş başarılacak ise, o da ancak mevcut zihniyeti kırmak ile mümkün olabilir.

Yani, sorun Kur'an, Sünnet, tarih ve vahiyde değildir; sorun Kur'an üzerinden onlara verilen bilgilerde ve din adamlarının görüşlerindedir.

Onlar bu bilgileri Kur'an, Sünnet ve şer'i ahkamdan alınca, bunların yeterli olduğunu tasavvur edip, her şeyden bağımsız olduklarını ve kurtulduklarını zannettiler.

Bu bilgilerin de kıyamete kadar kendilerine yeterli olduğuna inandılar.

İşte en büyük sıkıntı da buradadır.

Yoksa, onların da değişme imkânı olabilirdi.

Sünni-Şii tüm ilim havzaları şunu söylerler:

Asıl olan Kur'an ve sünnetteki bilgelerdir, ötekiler ise beşeridir. Şayet bir konuda akıl ile nakil çelişir ise, bizler nakli tercih ederiz. Çünkü nakil Allah ve masumdandır.


İşte bu, en büyük bir hatadır.

"Dogmatik" olan ve beyni donduran da budur.

Şayet beyni dondurur ise, böyle bir düşünce "beşerin aklını kendi kontrolü altına almış olur."

Bu durumda da "demokrasi", "insan hakları" vs. gibi şeyler, tümüyle iptal olur ve 1400 yıl geriye gideriz.

Şunu da belirtmeliyim ki din adamları, toplumların gelişim gösterdiğini, evrim geçirdiğini ve ilerlediğini idrak etmekten yoksunlar.

Oysaki toplumlar da aynen insan gibidir.

Fakat din adamlarında "evrim/gelişkinlik" diye bir kavram söz konusu değildir.

Onlar yalnızca; "Muhammed'in helali kıyamet gününe kadar helaldir ve haramı da kıyamet gününe kadar haramdır" gibi bir dünya görüşüne sahipler.

Dolayısıyla, onların ıslah olmaları söz konusu değildir.

Onlar, Kur'an ve sünnetin hükümlerini kesin olan şeylerden kabul etmiş ve onlara "dogma" olarak bakmışlardır.

Fakat hiçbir aklî delil de sunamamışlardır.

Oysaki, şartlara ve ortamlara göre Kur'an'ın kendisinde de "nasih" (hükmü kaldıran) ve "mensuh" (hükmü kaldırılan) hükümler yer almıştır.

Mekke ile Medine arasında bile onlarca nasih ve mensuh ayetler vuku bulmuştur.

Elbette ki bu, makul bir durumdur.

Ayrıca, Kur'an ve İslam da bu durumu onaylamıştır.

Yani, bir hükmün etkisi bitince, o hüküm gider, onun yerine daha etkin olanı gelir.

Bu da ondaki hayat ve hareketin belirtilerindendir.

Fakat sıkıntı İslam alimlerindedir.

Onlar, bir tek nasların üzerinde durmuş ve onların her zaman ve mekânda geçerli olduğunu savunmuşlardır.

Bu da çok tehlikeli bir düşüncedir ve tehlikesi de şudur:

Böyle bir düşünce insanı mutaassıp eder, dogmatik yapar, terör işlemeye yönlendirir, aklını dondurur ve iradesinin önünü alır. Sonuçta da insanı bu yola tabi olmaya ve kendini bitirmeye icbar eder.


Ayrıca İslamcılar, "İslam'ı yanlış anlayanlara ve onunla ilgili indi yorumlar yaparak saptıranlara karşı birtakım izahatlarda bulunanlara da düşmanca bir yaklaşım sergilerler."

Ve yine İslamcılar, "kendilerini din yerine konumlarlar. Yanlışlıklarını eleştirenlerin, dini eleştirdikleri dedikodusunu yapıp, toplum içerisinde adeta dini yok etmek istedikleri intibaını uyandırırlar. Yani, onlar, böyle bir şahısın, nebinin itibarını halkın gözünden düşürmek istediği gibi bir imaj yaratırlar."

Fakat gerçek şu ki biz, nebinin itibarını korumak ve onun yüce olan şerefini, dünya insanları nezdinde daha da yüceltmek için, İslam'ın birçok hükümlerinin çağın ortamına göre değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Bizim bu görüşümüzü, aklı başındaki birçok Sünni ve Şii halk da benimsemekteler.

Örneğin, (Vahhabi ve tarikatlar hariç) akılcı Hanefi Sünniler, bu gibi değişimleri yürekten talep etmekteler.

Şiilerin de akılcıları aynen öyledir.

Bu iki kesimin akılcıları, nebinin itibarının düşürülmesini asla kabul etmezler.

Onlar nebiye "deccal" vs. gibi sözleri sarf edenlere asla tahammül etmezler.

Tabi ki bu gibi sıfatları nebiye nispet etmek, kesinlikle menfidir ve kabul edilir türden değildir. 

Arifler bu işin hal yolunun vicdan olduğunu vurgularlar.

Yani, onlar, İslam ahkamını esas siyaği (bağlamı) ile ele aldıklarını söylerler.

Çünkü onlara göre İslam ve dini hükümler, "talim olarak gelmemiştir".

Yani, din; tabiat, hukuk, ahlak, ekonomi ve siyaset ilimleri gibi değildir.

Evet, dini hükümler de haberi hükümlerdir ve doğrudur da.

Fakat dini hükümler "inşa etmeyi" hedefler, Yani, ahlaki tavsiyeleri hedef edinir.

Daha açıkçası dini hükümler, "tavsiyeler" şeklinde gelmişlerdir.

"Tavsiye" ise içerisinde hata, sevap, doğru, eğri, hak ve batıl gibi şeyleri barındırmaz. 

"Tavsiye"; "bir hükmün emir ve nehiy biçiminde gönderilmesidir."

Hatta derler ki "tevhit" (Allah'ın tek oluşu inancı) dahi tavsiye türündendir.

Yani, gerçekte "tevhit"ten kasıt, Allah'ın tek olduğu inancı değil, muvahhit insanın zatına; "Sen ey Mümin. Hayatında sanki tek Allah'a itaat ediyormuşçasına hareket edeceksin ve Allah ile duygu içerisinde irtibat kururcasına hareketlerini tasavvurda bulunacaksın" düşüncesini yerleştirmektir.

Demek ki "tevhit" inancında önemli olan bilgi değil, irtibattır.

Yani, nebinin gelişindeki kasıt, insanlar ile Allah'ı irtibatlandırmaktır.

Yoksa, "insanlar putlara tapıyordu, nebi de gelip tek Allah'ın varlığı hususunda onları bilgilendirdi yahut da insanlar birkaç Allah'ın olduğuna ya da hiç olmadığına inanıyordu, nebi de gelip onlara Allah'ın tek olduğu ya da var olduğu hususunda onları bilgilendirdi" diye düşünmek doğru değildir. 

Hayır. Nebi'nin önemsediği şey bunlar değildi.

Onun önemsediği şey insanları Allah'a taraf hidayet etmekti.

Yoksa müşrikler ve şimdiki insanların büyük çoğunluğu Allah'ın varlığına iman etmekteler.

Fakat Allah, onların öz varlığında yer edinmemiştir.

Yani, asıl sorun, Allah'ın zihinlerde kalması ve insanların özlüklerine inmemesidir.

Ve yine din ve mezhepler arasındaki tüm ihtilafların sebebi, inşaların zihinlerdeki Allah'a bakışlarıdır.

Daha doğrusu, zihinlerindeki Allah'ın, özlüklerine inmemesindedir. 

Kısacası, bir insanın dini veya mezhebi ne olursa olsun, orada kalması ve taassup oluşturup diğer din ve mezheplere saldırması doğru değildir.

Öyle yapacağına, o yöntemin yanlış yöntem olduğunu kabul edip, kendine başka bir yöntem bulmalıdır.

Yani, mensubu bulunduğu din ve mezhep alimlerinin gittikleri yoldan gitmeyip, çağındaki hâkim medeniyet, felsefe ve modern düşünce yöntemini tercih etmelidir.

Çünkü bir insan genelde hakikatin, yalnızca kendi mektebinde olduğu zannıyla ona sarılır, daha sonra da onda olmadığını anlar.

Bunu anladıktan sonra da kendisinin bağlı bulunduğu, hak ve hakikat olarak tasavvur ettiği mektep ve meşrebin dışında kalan diğer mezhep ve meşreplerin elinde, belki de daha faydalı düşünce ve itikatların bulunduğunu görebilir.

Örneğin ben, daha önceleri hakikatlerin yalnızca Kur'an ve sünnette olduğunu düşünüyordum.

Gördüm ki sünni ve iii din adamları, kendi dışındaki ekollerden istifade etme kapılarını bütünüyle kendi üzerlerine kapatıvermişlerdir.

Oysaki içerisinde bulunduğumuz asırda, hakikatin birçok çeşitli kaynakları mevcuttur.

Yani, hakikati elde etmenin bilgi kaynakları hayli faklıdır.

Artık eskisi gibi değildir. Eskiler tıp deyince, akıllarına yalnızca Kur'an ve sünnet gelirdi.

Örneğin tıp için Kur'an ayetlerinin "şifa" olduğu söylenirdi.

Ya da hastalara nebinin tıbbı, İmam Cafer Sadık'ın tıbbı vs. tavsiye edilirdi.

Eskiden tıp ile ilgili bu türden görüşler hayli yaygındı.

Fakat içinde bulunduğumuz asırda, dinin tüm sorunları halletme kapasitesinin bulunmadığı ispat edilmiştir. 

Şu andaki siyasi İslamcılar şunu derler:

İslam, her şeyi çözecek bir kabiliyete sahiptir. Yani, ekonomi, sosyal, siyasal, psikolojik, maddi ve manevi tüm sorunlara çözüm yolları önerecek bir kapasitededir.


Oysaki gerçeklik tüm bunları yalanlıyor.

Dolayısıyla, insanların ve özellikle de kültürlü olanların dinden kaçtıklarını görüyoruz.

Oysaki önceleri bu gibi kaçışlar yoktu.

Fakat şu anda milyonlarca insan, ateist oluverdi ve din ile aldatıldıklarını anladı.  

Unutmamak gerekir ki, aldatılan insanlar, İslam, Kur'an ve nebiye şiddetli bir şekilde kin bağlarlar.

Çünkü derler ki, örneğin ömrümden 20 yılı, kimi şeylerin Allah'tan olduğuna inanmakla geçirdim.

Sonradan da bu inandığım şeylerin Allah'tan olmadığı bana sabit oldu.

Ayrıca, aldatılan insan intikamcı olur.

Dolaysıyla, eldeki din bu şekliyle bu zaman ile uyum içerisinde olmuyor.

Çünkü bu dinin, şu anda hükümleri eskimiştir.

Örneğin, hırsızın elini kesmek, zina edenin recmi, din ve mezhep savaşları, cariye ve köle alım satımı vs. ile ilgili hükümler eski hükümler olduğu için bu asır ile uyum içerisinde değildir. 

Ayrıca, Sünni ve Şiilerdeki metafizik (itikadi) konular da modern dönem öncesi oldukları için, bunlar da eskimişlerdir. 

Modernitenin özelliği, inanılan şeyler hususunda insanları derinlemesine akletme ve düşünmeye sevk etmektir.

Ve yine inanılan şeylerin nedenlerini araştırtmaktır.

Kültürlü ve modern bir insan, artık din adamının her söylediğini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmiyor.

"Delilin nedir?" diyor.

Hatta din adamları "Allah vardır" deseler dahi, yine de "Delilin nedir?" diyor.

"Muhammed nebidir" ve "Kur'an Allah'ın kelamıdır" denildiğinde de "Buna delilin var mıdır?" diye soruyorlar. 

Şu anda din adamlarının en çok ihtiyaç duydukları şey, "akla dayalı deliller sunmaktır."

Aslında sıkıntı da şuradadır.

Yani, din adamları akla dayalı deliller sunmayı bilemiyorlar.

İlim havzalarına bakıldığında, tümü de tüm konular için ayet ve rivayetlerden delil getiriyorlar.

Oysaki akli delillere ihtiyaç vardır.

Hatta kimi "akli" olan delilleri kabul etseler dahi, her aklın değil, "mümin aklının" getireceği delilleri kabul ediyorlar.

Yani, onlara göre ateistin aklı "akıl" değildir.

Nitekim birisi gelip imam Cafer Sadık'a "Akıl nedir?" diye sorar.

İmam şöyle cevap verir:

Akıl, kendisi ile cennet kazanılan ve rahmana ibadet edilen şeydir


Görüldüğü üzere, İslam alimleri bu rivayetten yola çıkarak, aklı dahi "Allah ve Resulüne" itaat ile sınırlandırmışlardır.

Oysaki akıl ve akılcılık, Müslüman, müşrik ve münkirin arasında ortak bir zemin olmalıdır.

Yani, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, ateist ve diğer tüm inanç ve ideolojiler arasındaki ortak zemin akıldır.

Dolaysıyla, aklın din, mezhep, kültür, ideoloji vs. gibi şeyler ile mukayyet edilmemesi gerekir.

Akıl, özgür olmalı ki, özgürce hakemliğini icra etmiş bulunsun.

Dolayısıyla, tüm kültürlülerin dine olan itirazları, dinin insanı akılcı yapmadığı ve kul ettiği hususudur. 

Bilindiği üzere, eski dönemlerde "insan hakları" diye bir şey yoktu.

Fakat bu çağda vardır.

Bundan dolayı da modern insanlar dinin hükümlerini insan hakları hükümleri ile mukayese ettiklerinde, onları "zulüm hükümleri" şeklinde görmekteler.

Çünkü o dönemlerde aslında insan yoktu, "kul" vardı.

Yani, insanlar, içerisinde yaşadıkları toplumun bir parçasıydı ve topluma hâkim olan şey de kulluktu.

"Kul" ise, yalnızca yükümlülükler alırdı o kadar.

Onun için "hak ve hukuk" diye bir şey yoktu.

Bundan olsa gerek Sünni-Şii alimler şöyle derler:

Kur'an'da geçen her şey haktır. Allah da maliktir.


Allah, örneğin demiş ki "Kadının hakkı erkeğin hakkının yarısı kadardır."

Allah dediği için bu doğrudur.

Yine Allah demiş ki;

Hristiyan'ın 'diyeti/ kan bedeli/tazminatı', Müslümanınkinin onda biri kadardır.

Kafirlerin ise, insan olmadıkları için, hiçbir hak ve hukuku yoktur.

Hatta hayat hakları dahi yoktur. Çünkü onlar köledir ve kölenin de görevi, tüm varlığını sahibinin isteği doğrultusunda tüketmesidir.


Bunları da Allah dediği için haktır.

Fakat, içerisinde bulunduğumuz şu dönem, "hukuk" dönemidir.

Bu haklar da ahlak da "fıtridir."

Yani, bu kanunlar Allah'tan değil, insanın zatî varlığının üzerine kuruludur.

Daha açık bir ifadeyle, insan bu dünyaya geldiğinde zat itibariyle yaşam, evlilik, mülk edinme, itibar sahibi olma vs. gibi haklara sahiptir ve bu haklar, onun zatından kaynaklanan haklardır. 

Dinde ise "Her şey Allah'tandır."

Fakat bu görüş, içerisinde bulunduğumuz dönemdeki hâkim düşünceyle uyum içerisinde değildir.

Örneğin, siz ateist ve laik birisine diyorsunuz ki, senin onur gibi hiçbir hakkın yoktur, çünkü her şeyin Allah'tandır.

Bu gibi görüşler, bu dönem ile uyum içerinde değildir.

Bundan dolayıdır ki halk, haklı olarak dinden kaçıp uzaklaşıyor.

Dolayısıyla din adamları, sorumluluğunu üstlendikleri dinin hükümlerini, asrın şartları ile uyum içerisinde olacak ve münasebet arz edecek şekilde toluma izah etmeliler.

Yoksa, nasıl olsa biz bu bölgeye hakimiz ve ne dersek halk ona uyuyor ve bize itaat ediyor diye düşünmeleri doğru değildir.

Çünkü tüm dünya halkları Müslümanlarda ahlak ve hukukun pek de olmadığını ve her şeyin Kur'an ve sünnette bulunduğunu iddia ettiklerini bilip gözlemliyorlar.

Evet, hal yolu Kur'an ve Sünnete dönmektir.

Fakat bence "Her şey Kur'an ve Sünnette vardır" demek, çok tehlikelidir.

Hatta Şiiler de dahil tüm Müslümanlarda akıl en son aşamada yer almıştır.

Yani, dini hükümleri ortaya koymak için "4 delil" dedikleri şeyin içerisinde önce Kur'an, sonra sünnet ve icma, Şiilerde de en son olarak akıl gelirken, Sünnilerde o da yoktur ve onun yerine "kıyas"ı koymuşlardır.

Oysaki akıl, bu delillerin en başında olmalıdır.

Çünkü, Kur'an iyi tetkik edildiğinde, önce "bil" sonra "inan" der.

"Bil ki, Allah'tan başka bir mabut yoktur" (Muhammed:19)


Bilgi akıl, iman ise kalp ile olur.

Ana gövde Sünnilere göre "kıyas", hükmün, bilinen benzer bir meseleyle açıklanmasıdır.

Şiiler ise "kıyas" a inanmadıkları için onun yerine aklı koymuşlardır.

Fakat Sünniler derler ki, "Bizler hükümlere dair bir şey bilemeyiz. Onlarda bizim bilmediğimiz birtakım maslahatlar da olabilir. Onu da yalnızca Allah bilir. Bizler, hatta adalet ve hukukun hilafına dahi olsa, o hükümlere bağlı kalmalıyız."

Dolayısıyla akla bağlılık gerçekten çok zayıftır.

Buna karşılık Sünnilerden Hanefi mezhebine mensup olanlar derler ki, şayet bir şeyin hükmü Kur'an, sünnet ve icma' da yok ise, o taktirde din adamının kıyastan istifade etmesi caizdir.

Oysaki Selefiler bunu dahi demezler ve "Her şey, Kur'an ve sünnette vardır" derler.

Burada; "Allah'ın varlığını Kur'an ve sünnetin dışında akıl yoluyla ispat etmek mümkün müdür?" gibi bir soru akla gelebilir.

Bence önemli olan, tüm laik ve modernistlerin arasındaki tartışılan Allah'ın mevcut olup olmadığı konusundan daha ziyade, ilk önce şu konuyu, akıl üzerinden halletmek gerekir ve o da şudur: 

Acaba bizim Allah ile ilgili tasavvurumuz nedir?


"Allah var mıdır yok mudur?" hususunda, O'nun varlığı konusu ile ilgili getirilen "düzen delili" vs., eski Yunan delillerindendir.

Hatta ünlü filozof Kant; "Aklî deliller ile zaman ve mekân ötesi bir şeyin ispatının da inkarının da mümkün olmadığı görüşü ispatlanmıştır" der.

Dolaysıyla Allah'ın var olup olmadığı çok da önem arz etmiyor.

Önem arz eden şey, yukarıda da söylediğim gibi, "bizim Allah ile ilgili tasavvurumuzun ne olduğudur."

Felsefe ve dini konularda haddinden fazla karmaşa vardır.

Karmaşanın sebebi ise, din adamları ve felsefecilerin, çok örtülü ve imalı olan kavramları açıklayamamış olmalarıdır.

Örneğin, birisi "Allah vardır" diyor, diğeri "Allah yoktur" diyor.

Okumalardan birincisine baktığınızda, siz de "Allah'ın var olduğunu" kabul ediyorsunuz.

İkinci okumaya baktığınızda da "Allah'ın yokluğuna kanaat getiriyorsunuz." 

Yani, dini ve felsefi konular, ilmi konular gibi değillerdir.

Çünkü ilmi konularda kargaşalık ve örtülülük yoktur.

Örneğin su nedir?

Mars'ta yaşam var mıdır vs...

Çünkü Mars da yaşam da bilinen şeylerdir.

Su da öyle, bu da bildik bir konudur.

En fazla su ile ilgili şu konular sorulabilir:

Saf su nedir, kirli su neden oluşur, sıcak su ya da soğuk su nasıl olur vs. Yani, duyu organlarımızdan işitme duyusu ile en azından bunları anlayabilme imkânımız vardır.


Çünkü ilmi konular hisler ile irtibatlı konulardır.

Buna da felsefede "Makulat-ı evvel/ ilk akledilenler" denir.

Yani, insan aklının ilk idrak ettiği şey, hissedilenlerdir.

Bundan dolayı da bunlarda pek de ihtilaf ve kargaşalıklar ortaya çıkmıyor.

Örneğin bu ağaçtır, şu dağdır, bu denizdir denildiğinde, bunlara delil istenmiyor.

Fakat bir de ikincil derecede anlamlandırılması gereken şeyler vardır.

"İkincil derecede anlamlandırılması gereken şey" şudur:

Yani, akıl o şeyi dışarıdan anlayamıyor, önceden elde ettiği bilgiler üzerinden sonuçlandırarak onu anlamaya çalışıyor.


Örneğin, Allah, din, güzellik, hak, batıl, hukuk, ahlak vs. bunlardandır.

Mesela siz "bu kırmızı güldür" dediğiniz zaman, gülün kırmızılığını gördüğümüz için onun doğru olduğunu hemen kabulleniriz.

Fakat "bu çiçek ya da bu hanım güzeldir" dendiği zaman, güzelliğini anlamak için "ikincil derecedeki anlamı" devreye sokmak lazım.

"İşte ihtilaflar, tam da burada baş gösterir." 


"Peki, Allah kimdir?" diye bir soru yöneltilir ise cevabı ne olur?

Cevabı şu olabilir:

"Allah" kelimesi örtülüdür. Ondan kastedilen şeyin ne olduğunu, O'nun kim olduğunu, var olup olmadığını, sıfatlarının neler olduğunu izah etmek lazım.

Yani, konu olarak "Allah", "güzellik", "hak", "batıl", vs. gibi kelimeler, örtülü ve karmaşık kelimelerdir.

Çünkü akıl, direkt olarak dışarıdan ve ilmi esaslar üzerinden bunlar ile irtibat kuramıyor.

Dolayısıyla dini, ahlaki ve felsefi konular ile ilgili anlamları, "ikincil derecedeki anlamlar" olarak isimlendiriyorlar.

Bundan dolayı da bunlarda fazlasıyla örtülülük ve kargaşalık vardır.

İhtilafların tümü de bu kapalılıktan kaynaklanıyor.

Örneğin, din hususunda birisi onun şöyle olduğunu, ötekisi de böyle olduğunu tasavvur ediyor ve böylelikle de aralarında ihtilaf baş gösteriyor. 

Örneğin, İslam'ın Allah'ı bir türlüdür. Hıristiyanlıktaki Allah tarifi başka bir türdendir, Yahudilikteki Allah ise, daha başka bir şekildedir.

Bu tarifler arasında farklılıklar bulunduğu için, kavgalar ortaya çıkmış oluyor.

Kavgalı konulardan birisi de "Allah kimdir?" konusudur.

Gerçek şu ki "Allah" kavramı, örtülü bir kavramdır.

İlk önce o kavramdan neyin kastedildiğini izah etmek ve daha sonra da onun kim olup olmadığına ve sıfatlarının nelerden ibaret bulunduğuna bakmak gerek.

Daha açık bir ifadeyle; Kur'an'da geçen Allah, güzellik, hak, batıl vs. gibi kelimeler örtülü ve karmaşık kelimelerdir.

Çünkü akıl, dışarıdan ilmî esaslar üzerinden bunlarla irtibat kuramıyor.

Dolayısıyla, akıl, dinî, ahlaki ve felsefî konular ile ilgili anlamları ancak, "ikincil derecedeki anlamlar" denilen şeyler üzerinden anlamlandırabiliyor.

Yani, aklın, bu gibi örtülü ve karmaşalı olan kavramları, "ikincil derecedeki anlamlar" diye isimlendirilen mefhumlar üzerinden anlamlandırması gerekiyor ve gerçekte de tüm ihtilaf ve kavgalar, bu örtülülük ve kargaşadan kaynaklanıyor.

Örneğin, birisi "din şöyledir" diyor, başka birisi de hayır "din öyle değil böyledir" diyebiliyor.

Bu şekilde de aralarında ihtilaf ve kavgalar baş gösteriyor.

İslam dininin tarif ettiği Allah ile, Hıristiyan dininin tarif ettiği Allah aynı değildir.

Yahudilik'teki Allah ise daha baka bir şekilde tarif edilmiştir.

Dolayısıyla ilk önce Allah'tan kastın ne olduğuna bakmak lazım.

Şayet kasıt "yaratıcılık" ise, İslam'ın Yaratıcı olan Allah'ı, Hıristiyanlıktaki Yaratıcı ve Yahudilikteki ırkçı (faşist) Allah'tan farklıdır.

Hatta, filozofların ve Ariflerin ilahından da farklıdır.

Evet, bunların tümü de Allah'ın yaratıcı olduğunu söylerler, fakat İslam'ın dediği yaratıcı Allah'ın sıfatları, aynen insanların sahip bulundukları sıfatlar gibidir.

Yani, Kur'an Allah'ın sıfatlarından bahsederken, O'nun "rahim", "şafi", "öfkeli", "seven", "tuzak Kur'an", "kibirli", "saptıran" vs. gibi insanlara has sıfatlara da sahip olduğundan söz eder.

Felsefedeki yaratıcı Allah ise, "mutlak" olan Allah'tır.

İslam'ın Allah'ı gibi insan benzeri bir ilah değildir. Hıristiyanlıktaki Allah, baba Allah'tır.

Yaratıcı olan ise oğul Allah'tır.

Yani, evrendeki tüm mahlukat, baba Allah'ın değil, oğul Allah'ın (Mesih'in) yaratıklarıdır.

Dolayısıyla Allah'ın kim olduğunu anlamamız için, her şeyden önce Allah tasavvurumuzun ne olduğunu belirlememiz gerekir.

Bunu başarabilir isek, Allah ile ilgili görüşlerin birçoğunun doğru olduğunu görebileceğiz. 

Yani, Hıristiyanların teslisini, arifler ile filozofların mutlak ilahını ve İslam'ın insanımsı Allah'ını, kısacası bu görüşlerin her üçünü, teker teker doğru bir şekilde anlamalıyız.

Çünkü bu dinlerin tümü, Allah ile ilgili "mutlak hakikatten" yalnızca bir boyutunu dillendirmişlerdir.

Mutlak hakikati akıl ile idrak etmek ise mümkün değildir.

Ondan ancak bir cüzünü idrak imkânımız vardır.

Yani, Hıristiyanlar haktan bir cüzünü idrak etmişlerdir, çünkü beşerî akıl ile mutlak hakkı idrak mümkün değildir. 

Filozoflar, Allah'ın zaman ve mekân dairesi dışındaki bir varlık olduğunu söylerler.

Dolayısıyla, böyle bir varlığın insanlaştırılması mümkün değildir. 

İslam ile Yahudilik ise insanileştirilmiş bir ilah'ın varlığını gündem ederler.

Hıristiyanlık ise, oğul ilahın insanlaştırılmasından söz eder. Fakat baba ilah insanlaşmış değildir.  

Meryem'in karnına girip İsa Mesih'in bedeninde cisimleştiği için Mesih'te rahmet, şefkat vs. gibi beşerî duyguların oluştuğunu söylerler.

Arifler açısından bu görüşlerin tümü de makul görüşlerdir.

Ariflere göre insanlaştırılmış Allah, insanın dahilindedir.

İslam açısından bakıldığında da insanlaştırılmış Allah, insanın dışındadır.

Yani, Allah evrenin dışındadır, arştadır ya da her yerdedir.

Fakat insandan ayrıdır. Yani, İslam açısından Allah ile mahlukat faklı şeylerdir.  

Fakat arifler der ki, evet, "mutlak Allah" öyledir, filozofların dedikleri gibi zaman ve mekânın dışındadır, ama "mevcut" (var edilen) değildir.

Çünkü mevcut olan her şey hem hareket halindedir hem de zaman ve mekân dahilindedir.

Filozoflara göre Allah "vücuttur" (varlığın kaynağıdır.)

Nitekim kimi Batılı düşünürler de "Allah mevcuttur" demenin, Allah'a yapılmış en büyük hakaret olmakla birlikte, onu da diğer yaratıkların seviyesine indirmektir.

Yani, onlara göre en iyisi, "Allah mevcuttur" demek yerine "Allah vücuttur/varlığın kaynağıdır" sözünü dillendirmektir.

Allah'a "mevcut" denildiğinde, onun "mahdut" (sınırlı) olduğunu da söylemiş olursunuz.

Zaman ve mekân ile sınırlı olan bir şey ise, başka bir mevcut (insan) ile çelişir.

Böylece de Allah ile insan arasında zıddiyet meydana gelir.

İşte küfrün ve terörün sebebi de budur.

Bundan olsa gerek Friedrich Nietzsche "Allah ölmüş, modernite ile artık Allah'tan kurtulduk" demiştir. 

Allah'ın varlığına iman eden filozoflar dahi derler ki, bizim "Allah mevcuttur" sözümüz, doğru bir söz değildir.

Aslında Friedrich Nietzsche, ahlak ve din karşıtı olmasına rağmen, onun "Allah öldü" gibi söylediği bu söz, güzel ve anlamlıdır.

Tabi ki o, "Allah öldü" derken, Yani, "Allah canlı idi de şimdi öldü" demek istemiyor.

Çünkü o, ateist biriydi.

Dolayısıyla da Allah önceden var idi ve diriydi, fakat şimdi öldü gibi bir düşünceden dolayı bunu söylemiş değildir.

Yani, Nietzsche, mutlak Allah'ın değil, nefsanî Allah'ın öldüğünden haber vermiştir. 

İman eden insanın dahilindeki Allah, o kimseye ilham veriyor.

Onu kötülüklerden nehiy ediyor. İyiliklere emrediyor.

Nietzsche, demek istiyor ki ölen Allah, modern dönem insanının dahilindeki bu Allah'tır.

Çünkü ona göre modernite, insanları Allah'a bağımlılıktan, Yani, Hıristiyanlığın Allah'ından kurtarmıştır.

Çünkü Hıristiyanlığın Allah'ı, her şeye müdahale eden bir Allah'tır.

Onların ilahına göre "tabii kanunlar" diye bir şey yoktu.

Ateşi yakıcı kılan Allah'tır.

Yer küresini güneşin etrafında döndüren de Allah'tı.

Yukarıdaki Allah, aşağıdaki her şeyi yönlendirmektedir.

Dolayısıyla öyle bir inanç, tabii yasaları iptal etmişti.

Modernite gelince ve tabii kanunlardan da bahsedince, artık insanın Allah'a herhangi bir ihtiyacı kalmadı.

Gece ile gündüz nasıl oluşur, Küsüf (güneş tutulması) ile Husüf (ay tutulması) nasıl ortaya çıkıyor, bunların tümü de tabii işlerdendir.

Dolayısıyla, tabii kanunlar ile bu işlerin oluştuğu anlaşılınca, "Hristiyanlık alemindeki Allah da ölmüş oldu."

Tabi ki onların alemindeki ölen Allah, mutlak olan değil, "nefsanî olan Allah'tır."

Fakat gerçek şu ki Allah, iman edenlerin nefislerinde mevcuttur.

Ama modernite geldikten sonra, Batı'daki insanların bu gibi inançlara ihtiyaçları kalmadığı için, onlardaki "nefsanî Allah" da ölmüş oldu.

Batı topluluğundaki Allah'a iman edenler ise, zihinleri ile Allah'a iman ediyorlar.

Fakat gerçek nefislerinde Allah diye bir şey yoktur. O Allah artık ölmüştür.

Yani, onlar Allah'a iman ediyorlar ama o iman, onların hayatlarında önemli bir yeri teşkil etmiyor. 

Onlara göre Allah, kâinatı ve insanı yaratmıştır o kadar.

Dolayısıyla, yalnızca münkirde (Allah'ı inkâr edende) sorun yoktur, müminde (O'na iman edende) de sorun vardır.

Çünkü hile, yalan, ahlaksızlık vs. mümin denilenlerde de mevcuttur.

Demek ki onlar da kalplerinde Allah'ı taşımıyorlar.

Böyleleri zihnen mümin, amelen münkirdirler.

Nitekim münkirlerden birçoğu da zihnen münkir, ama amelen mümindirler.

Çünkü bakıyorsunuz ki münkirlerin birçoğu, hayırlı şeyler yapıyorlar.

Salih işlerde bulunuyorlar.

Ahlaksal işlere teşebbüs ediyorlar vs..

İşte iman budur. 

Nefsani Allah'a iman etmedeki gaye de adalet, rahmet, şefkat, yardımlaşma, zulümden sakındırma, kötülük, çirkinlik vs. den insanı uzak tutmasıdır.

Bunlar "vicdan ilahı"nın işleridir.

Nitekim münkirlerden birçoğunda "vicdan ilahı" mevcuttur.

Dolayısıyla, onlar da Allah'a iman etmiş sayılırlar.

Hatta Canter Sartre'ın hayatına bakıldığında, bu zat münkirlerin büyüklerinden biri olmasına rağmen, Cezayirli Müslüman mücahitler, ülkelerini işkal eden Fransız devletinin zulmünden kaçıp Paris'e sığındıklarında, Canter Sartre'ın evine gidip sığınıyorlardı ve o da bunlara sığınma veriyordu.

Fransız yönetiminin Cezayir'de bunlara zulmettiğini söyleyip, onlara destek oluyordu.

İşte bunun yaptığı bu işler, "insanî" işlerdi.

Yani, onda, "nefsanî Allah mevcuttu."

Fakat "zihnî Allah mevcut değildi."

Demek ki hakiki Allah insanı, kalbinde olanlar üzerinden hesaba çeken Allah'tır, zihninde olup olmadığından değil.

Hatta Kur'an'da da "Ancak Allah'ın huzuruna tertemiz bir kalple gelenler kurtulur" (Şuara: 89) diyor.

Yani, ayet tertemiz bir kalp ile diyor, temiz inançla demiyor.

Şayet insanın kalbi temiz olur ise, onda kıskançlık, hata, tekebbür vs. diye bir şey olmaz.

Allah'ı ve insanları sever. Taassup vs. taşımaz.

Bu da onda Allah'ın var olduğu demektir.


Peki, "Hakiki Allah" nedir?  

Derim ki, dışarıda bulunan mevcudatın Allah'ı var olabilir de olmaya bilirde.

Çünkü "Yaratıcı" kavramı örtülü bir kavramdır.

Acaba yaratan bu mevcudatı yoktan mı var etmiştir, yoksa var olan bir şeyden mi başka bir şeyi var etmiştir?

Yani, varlığı "tebadül" yolu ile mi oluşturmuştur?

Yoksa direkt olarak yoktan mı var etmiştir?

Bu konu asırlardır tartışılıp durmaktadır. 

Gerçek şu ki her akil insan Allah'ın varlığına inanıyor.

Fakat dinlerin tarif ettikleri Allah'a değil.

Çünkü derler ki dinlerin ilahı, sahte ve batıl ilahtır.

Öyle bir ilahın varlığı söz konusu değildir.

Yani, dinlerin ilahı, insanlaştırılmış, hileli ve şerir ilahtır.

Dinler, şu şerlerin tümünü Allah yaratır derler.

(Hayır da Allah'tandır şer de Allah'tandır.)

Dolayısıyla, dinlerin Allah'ı, bozulmuş ve çirkinleştirilmiş bir ilahtır.

Çünkü intikamcıdır. Saptırıcıdır.

Böylece Allah, istediğini saptırır, istediğini de hidayete erdirir. (İbrahim :4)


Bundan ve bu gibi hatalı tefsir ve algılardan dolayı akil insanlar, dinlerin ilahını kabul etmiyorlar. 

Filozofların birçoğu da böyledir.

Hatta inkarcıların Allah'a iman etmemelerinin sebebi de bir olasılıkla dinlerin tarif ettikleri ilah kavramıdır.

Örneğin, teslisin ilahı da böyledir.

Yani, Hıristiyanlar İsa Mesih'e direkt ilahtır dediklerinde, filozoflar ve akil insanlar onun ilahlığını inkâr ediyorlar.

Yine teslis dini, Allah'ın Meryem'in karnına girdiğinden söz eder.

Oysaki akıl, böyle bir inancı haliyle alaya alır. 

Yahudilerdeki İlah da öyledir.

Güya o ilah, Yahudi halkını tüm dünya insanlarından üstün kılmıştır vs..

Açıkça söylemek gerekirse, dinlerin tarifini yaptıkları böyle ilahlar mevcut değildir ve beşerin icat ettiği şeylerdir.

Fakat benim ve ariflerin nazarındaki Allah, "vicdanın ilahı"dır.

Yani, bir insanın vicdanı, mutlak Allah'ın nurundan iktibas edilmiştir.

Bizler de mutlak Allah'ı, ancak şu kalbimizdeki ondan bir parça olan "nur/vicdan" ile idrak edebiliriz.

Şayet bir insanın kalbinde ondan bir parça nur var ise, demek ki o insanda vicdan vardır.

O insanı kötülüklerden meneden ve faziletlere davet eden de zaten o vicdandır.

İşte Allah'tan olan nur bu vicdandır.

Dolayısıyla, Allah'ı görmesek ve onu tespit etmesek dahi, yine de kalbimizdeki o nur yeterli olur.

Örneğin güneş, dünyanın bazı bölgelerinde yıl boyunca görülmemiş olabilir.

Fakat buna rağmen insanlar ortamın aydınlığından güneşin var olduğunu anlarlar.

Dumanın varlığı ateşin varlığının delili olduğu gibi, gündüzün aydınlığı da güneşin varlığının bir delilidir.  

Kalpteki nur da öyledir.

Şayet insanın kalbinde nur olmaz ise, ona Allah'ın varlığına dair bin delil bile getirseniz etki etmez.

Zira artık onun edindiği ilah, sahte ilahtır.

Onun ilahı Şeytandır.

Dolayısıyla, DAİŞ, İşit, Boko Haram vs. Allah'a iman ediyordur, kıyamete de iman ediyordur ve bu doğrudur.

Fakat cami ve kiliselerde işledikleri cinayetler de bellidir.

DAİŞ, İşit, Boko Haram, Htş, Taliban vs. gibi cihadist terör örgütleri, bunların tümü de Allah'a iman etmekteler, fakat buna rağmen her türlü zulüm ve işkenceyi de yapmaktalar.

Dolayısıyla, diyebiliriz ki bunlar, Şeytanı ilah edinmişlerdir.

Yani, dinlerinin ilahı, Şeytanî ilahtır.

Bundan dolayıdır ki, biz böyle bir ilahı kabul etmiyoruz.

Fakat ariflerin ilahı böyle değildir. 

Bir de filozofların algısında Allah tarifi vardır.

Evet, Şii-Sünni ilim havzalarında felsefe dersleri okutuluyor ama, okutulan o felsefe dersleri, çok eski Yunan felsefe dersleridir.

Bu Yunan felsefesini de Sedrü'l- Müteellihin, kendi yazdığı 8 ciltlik "Esfar" kitabında toplamış, Allame Tabatabai gibi büyük alimler de o dersleri ele alıp dizayn etmiş, böylece de ilim havzalarında okutulmaya başlanmıştır.

Yoksa yeni ve modern felsefe derslerini din adamları küfür olarak kabul ettikleri için, onların okutulmasına müsaade edilmemektedir. 

Son dönemlerde "Bidayetü'l- Hikmet ve Nihayetü'l- Hikmet" gibi Sedrü'l- Müteellihin'e ait felsefe kitapları da ders olarak okutulmaktadır, ama bunların içerikleri de iki bin yıl önceki eski felsefelerdir. 

Dönemimizdeki felsefe ise, akıl ve düşünce özgürlüğüdür.

Fakat Müslümanlarda ve din adamlarında Allah'ı, kıyameti, cennet ve cehennemi eleştirecek kadar henüz düşünce özgürlüğü gelişmemiştir.

Yani, İslam'daki akıl, sınırlı ve şartlara bağlı akıldır.

Örneğin, Zekeriya Razi'nin aklı, nübüvveti inkâr edecek kadar özgürleşen bir akıldır.

Er-Razi, bir filozof olmasıyla birlikte, nübüvvetin akla aykırı olduğunu söylüyor.

Fakat İslam'da felsefe değil kelam vardır.

Kelam ilmi ile birtakım şeylere iman ediyorlar ve o itikat ettikleri şeyleri de akıl ve felsefeyi kullanarak "itikat"a dönüştürüyorlar.

İtikat ettikleri o şey batıl da olsa, onları itikat alanına çekip oraya yerleştiriyorlar.

Dolayısıyla bunlar, gerçek felsefe değillerdir. 

Allah konusuna gelince; şayet insanın kalbinde hayra doğru bir temayül var ise bu, ondaki Allah'ın varlığına bir delildir.

Şayet bir insanda vicdan yoksa ve mücrim biriyse, o taktirde onun nefsinde ve düşüncesinde Allah mevcut değil demektir.

Şayet ona, kendi aleminde denilse ki Allah mevcut değildir.

O; "doğrudur ve doğruyu söylüyorsunuz" diyecektir.

Çünkü onun aleminde Allah mevcut değildir.

Şayet mevcut olsaydı, zaten mücrim biri olmazdı.

İşte Allah'ın varlığının delili yalnızca budur.

Yani, o insanın inancı, artık fiiline dökülmüş ve fiillerine yansımıştır.

Buradaki Allah'tan kastedilen şey, elbette ki insanın nefsindeki Allah'tır.

Yukarıda yapılan bu yorum, ariflerin yorumudur.

Bunu din alimleri kabul etmezler.

Din adamları cennet, cehennem, kıyamet vs. nin tümüyle gerçekte var olduğunu kabul ederler.

Yani, din adamlarına göre arifler, gerçek şeyleri batıni şeylere göre tevil eder ve hariçteki (gerçekteki) vuku bulan şeylerin hakikatini anlamak için bu şekilde tevil ettiklerini düşünürler.

Biz önceden "dinî ve felsefi konuların, ancak ikincil anlamlar üzerinden anlaşılır" olabildiklerini söyledik.

Çünkü bunların dışarıda bizzat varlıkları söz konusu değildir.

Bunlar, dışarıda zatlarıyla değil, eserleriyle mevcut oldukları için, ikincil bir anlam ile izah edilmeleri gerekir.

Örneğin, güzellik, hak, batıl, vahiy, Allah, nübüvvet vs. gibi konular, ikincil bir anlam ile izah edilmelidirler. 

Mesela, nübüvvetin hariçteki varlığı, nebi Muhammed'dir.

Bu da cisim ve insandır.

Fakat bunun nebi olup olmadığı hususunda ihtilaflar baş göstermiştir.

Yani, dinî ve felsefi konulardaki ihtilaflar, birincisinde değil, ikincil mefhumlarındadır. 


Denilebilir ki; neden Allah kendini izhar etmiyor ve insanlardan saklıyor?

Böylece bu kadar din, mezhep ve ekollerin ortaya çıkmasına ve ihtilafa düşmelerine sebebiyet veriyor?

Şunu söylerim:

Kur'an Allah ile ilgili şöyle der, "O, evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır." (Hadid:3)

Fakat insanlar ilk aşamada aynen yumurtadaki civciv gibidirler.

Fakat insanlar ile yumurtadaki civcivin bir farkı vardır ve o da şudur:

Yumurta içerisindeki civciv, alemi göremiyor. Yani, ona göre alem diye bir şey yoktur. Yine ona göre alem zahir değil gizlidir. Oysaki gerçekte gizli ve saklı olan, yumurtadaki civcivin kendisidir.


İnsan kemal yolunda tek bir gün çerisinde tüm mükemmellik mertebelerini aşamaz.

Yavaş yavaş ve aşamalı olarak bu yolu katetmesi gerekir.

Yani, örneğin, akıl aşamalı olarak elde edilir, vicdan da aşamalı bir şekilde kişide oluşur. 

Örneğin çocuk, ömrünün bir ve ikinci yılında hayvani duygular ile hareket eder.

Ona: "Sen neden Albert Einstein'ın görüşlerini anlamıyorsun?" demek olmaz.

Şayet ömründen 20 veya 25 yıl geçer ve akli gelişkinlik gösterir ise o taktirde ondan Einstein'ın görüşleri sorulabilir.

Dolayısıyla, yukarıdaki sorular hususunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki eksiklik Allah'ta değil insandadır ve bunun içindir ki Allah'ı idrak edememektedir. 

Nitekim Batılı düşünürlerden Nabîlis şöyle der:

İnsan ve evrenin başlangıcı sıfır iledir. Bu alemdeki eksiklik metafizikseldir. Çünkü bu kadar kusur ve şerlerin ortaya çıkması, bize insanın başlangıcının sıfır olduğunu gösteriyor.


Yani, insanın tüm idrakleri zayıftır.

Bundan dolayıdır ki arifler, hep "nefsi tezkiyeyi" önerir.

Nefsi tezkiye etmedeki gaye ise, "Allah'ın insanın kalbinde tecelli etmesi içindir."

Çünkü kalp bütünüyle ego, şöhret, mal sevgisi, kibir ve dünyevi şeylere meyilli bir yapıdadır ve saydığımız tüm bu şeyler, birer perdedirler.

Yani, söylediğimiz bu şeyler, aynen civcivi çevreleyen ve etrafını görmesine engel olan yumurta kabuğu gibidirler.

Şayet insan kendini bu söylediğim perdelerden kurtarmayı başarabilir ise, Allah'ı da görmüş olur.

Aksi taktirde yumurta içerisindeki civciv gibi kalır. 

Yeri gelmişken burada Kur'an'dan bazı nasları da aktarmakta yarar görüyorum. 

Kutsal metinlerdeki naslara göre, şayet Allah kendini gösterir ise, insan onu görmeye tahammül edemez ve hemen yok olup gider.

Örneğin, 1 milyon vatlık bir elektrik santralınızın bulunduğunu düşününüz.

Ondan ampullere elektrik dağıtıyorsunuz.

En yüksek enerjiyi vereceğiniz ampuller ise ancak 100 vatlıktır.

O ampule şayet bir milyon voltajda bir elektrik enerjisi verir iseniz, ampul derhal patlar ve yok olup gider.

Misalde hata olmaz ise Allah da aynen öyledir.

İnsanoğlu Allah'ı ancak 100 vatlık bir enerji gücü ile keşfedip anlamaya çalışıyor.

Oysaki ancak aşamalı olarak ve melekesini güçlendirerek, Allah ile ittihat edip, onun potasında eriyecek bir dereceye ulaşabilir.

Yani, insan ilk başlangıçta aynen bir yağmur damlası gibi sınırlıdır.

Denize ulaştığında, onunla ittihat edip onun potasında eriyor ve ondan bir parça oluveriyor.

İşte tam o zaman, ondaki o sınırlılık ortadan kalkıyor ve o da denizden oluyor ve denizin ne anlama geldiğini ancak o taktirde anlıyor.

Genel insanların durumu da böyle olduğu için, nefsi tezkiyede bulunup Rableri ile ittihat etmedikleri müddetçe yumurtanın içerisindeki civciv gibi oluyor ve bir şeyi göremiyorlar. 

Yani, bizler şu anda tabiatın rahmindeyiz.

Aynen bir cenin gibiyiz.

Bir ceninin ana rahminde iken güneşin nurunu görmesi mümkün değildir.

Çünkü o, gözlerinin orada kapalı olması hasebiyle, zulmetin içerisindedir.

Bizler de yalnızca Allah'a karşı değil, tüm gerçeklere karşı böyleyizdir.

Mükemmelliğe kavuşana kadar hep böyle olacağız.

Dolayısıyla, insanın Allah'ı görememesindeki hikmeti budur.

Yani, eksiklik bakandadır.

Nitekim Kur'an da bu eksikliğe Musa nebi üzerinden dikkatleri çekiyor ve o durumu bizlere şöyle aktarıyor:

Musa sözleşmemiz üzere gelip Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim. Kendini bana göster de seni göreyim' dedi. (Allah,) 'Asla beni göremezsin. Fakat şu dağa bak; eğer yerinde kalırsa, beni görürüsün' dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa baygın (yere) düştü. Ayılınca, 'Seni her eksiklikten uzak bilirim, sana tövbe ettim ve ben müminlerin ilkiyim' dedi. (A'raf: 143)


Musa'nın bayılıp yere düşmesinin nedeni, Allah'ın Musa'ya tecelli etmesidir.  

Fakat Musa da buna tahammül edemeyip bayılıp yere düşmüştür.

Yani, insanın kudreti sınırlıdır.

Aynen 100 vatlık bir ampul gibidir. Allah ise, sözgelimi milyon vatlık bir santral gibidir.

İnsana kendini gösterir ise, insan o güce tahammül edemeyip yok olur.

Bundan olsa gerek, Allah merhamet sahibi olması hasebiyle, insanın tekamülü için, aşama yolları koymuş, tezkiye vs. vasıtasıyla mükemmellik derecesine ulaştığında da kendisine ulaşmasını ve kendinde fena olmasını istemiştir.

Yani, insan, milyon vatlık bir güce tahammül edecek bir dereceye ulaştığında, Allah ile müttehit olma imkanına sahip olmakta ve sonunda da Mesih'in seviyesine çıkmaktadır.

Mesih, 1 milyon vatlık bir mükemmelliğe ulaştığı için Allah'ta fena olmuştur.

Bundan ötürü de ona Allah ya da Allah'ın oğlu denildi. 

Elbette ki Allah hususunda elektrik voltu üzerinden misal vermem, gerçek değil bir örneklendirmedir.

Yani, arifler genelde, aynen doktorun ilaç önerisinde bulunduğu gibi, bir hakikati örneklendirerek anlatırlar.

Diğer bir ifadeyle, bir doktor bir ilacın herhangi bir rahatsızlığı iyileştirdiğini tecrübe ederek, onu hastaya tavsiyede bulunur.

Hasta hiçbir zaman doktora, "Sen neye dayanarak bu ilacı tavsiye ediyorsun, bunun hastalığı iyileştirdiğine dair delilin nedir?" diye sormaz.

Ariflerin verdikleri misaller de öyledir.

Hiçbir arif, boş yere örnek vermez.

Bunlar da delil ve tecrübe üzerinden konuşurlar.

Yani, dini konular da aynen tıbbi konular gibidirler.

Dini konuları, din adamlarından değil, arif olan alimlerden almalıyız.

Yani, Muhammed, Ali, diğer evliyalar, Buda, Hallaç-ı Mansur ve Mesih gibi büyük ariflerden elde etmeliyiz.

Hallaç da Mesih gibi "Ben Allah'ım" deyip dar ağacına çekilmiştir.

Büyük ariflerden birçoğu derler ki, Allah'ı keşfetmenin ve ona kavuşmanın tek yolu, nefsi tezkiyedir.

"Sen önce bu yolda seyret, sonra Allah'ı görürüsün" derler.

Dolayısıyla bu haber, doğru, sahih ve mütevatir bir haberdir. 

Yalnızca Müslüman arifler değil tüm arifler, örneğin dünyadaki en büyük ariflerden biri olan Buda gibi Hindu arifler demişler ki, insan yüce mertebeye "mırnava" kanalıyla ulaşır.

"Mırnava" ise "tezkiye" demektir.

Buda'nın kendisi de uzunca yıllar dağ ve mağaralara çekilmiş, nefsi tezkiyede bulunmuş ve riyazet hayatı yaşamıştır.

Sonunda da bu günkü dereceye ulaşmıştır.

Şu günlerde onun izinden gitmekte olan yüzlerce milyon taraftarı mevcuttur. 

Muhammed nebi de nübüvvetinin yanında büyük ariflerden biridir ve yüzlerce milyon takipçisi vardır.

Şiiler için de imam Ali büyük ariflerdendir ve onlarca milyon izcisi (Şia'sı) söz konusudur.

Dolayısıyla, bu sözler (tezkiye), birkaç insanın ağzından çıkan sözler değildir.

Bu sözlerin sahipleri, "doğruluk" ve "emanete sahip olmakla" ünlenen önemli şahsiyetlerdir. 

Elbette ki din adamları değil arifler böyledir.

Kimi din adamlarında hile, aldatma, kibir, enaniyet vs. gibi çirkin sıfatlar mevcuttur.

Fakat arifler böyle değillerdir.

Mesih dar ağacına çekilinceye kadar şöyle dedi:

Ben Allah'ın oğluyum. Sizler de salih kimseler olur iseniz, sizlerde O'nun oğlu olursunuz.


Böylece bu yolu bizlere de açmış oldu.

Yani, Mesih hiçbir zaman "yalnızca Allah'ın oğlu benim" demedi.

Dediği söz şuydu:

Ben Allah'ın oğluyum, sizin de Allah'ın oğlu olmanız için, salih kullar olunuz.


Yani, öyle olur iseniz, siz de benim gibi olursunuz.

Dolayısıyla, Allah'ı görmenin ve onun varlığını hissetmenin tek yolu, tezkiyedir. 

Nitekim birisi gelip İmam Ali'ye şöyle sormuştu:

Ya Ali. Sen Rabbini gördün mü?


İmam Ali şöyle dedi:

Benim görmediğim Rabbe ibadet etmemi nasıl bekleyebilirsiniz?


Adam hayret etti.

İmama, "O taktirde O'nu bana tarif eder misin?" dedi.

İmam, "Yazıklar olsun sana, onu şu kafadaki gözler ile göremezsin, O'nu, iman gerçeği üzerinden kalp gözü ile görebilirsin" diye buyurdu.

Yani, imanın güçlü olur ise, sen de Allah'ı batınında görmüş olursun.

Bundan dolayı tüm arifler derler ki, "müminin kalbi, rahmanın arşıdır."

Yani, kalp temiz olur ise, Allah'ı görür.

Çünkü Allah, madde değildir, madde ve tabiat üstü bir varlıktır. 


Peki vahiy nedir?

Vahiy ile ilgili bir takım farklı tasavvurlar vardır.

Bunlardan bir kısmı batıl ve hurafe, bir kısmı ise doğru ve sahih tasavvurlardır. 

Örneğin, Hıristiyanlıktaki vahiy tasavvuru, "Allah'ı Mesih'in bedeni ile keşfetmektir."

Buna "regülasyon/düzenleme" derler.

İslam'da ise "inspirasyon" (kalbi ilham) derler.

Görüldüğü gibi, vahiyle ilgili farklı tasavvurlar vardır, fakat hepsi de doğrudur.

Yani,  "Allah ilham ediyor" derken, bir tek enbiyaya ilham etmiyor, normal insanlara da ilham ediyor.

Örneğin, şayet insan bir durum ile karşılaştığında ve onun hayır mı şer mi ya da hak mı batıl mı olduğunu bilmediğinde, kalbine dönüp baktığında, bir gücün kendisini o işi yapmaktan menettiğini ve o işin çirkin bir iş olduğunu kendine fısıldadığını müşahede eder.

O insan da kalbinden gelen o sesi dinlemeyip o işi yaptığında, sonradan aynı gücün onu kınadığını, dolayısıyla da o işi yapmaktan pişmanlık duyduğunu fark eder.

Hasılı, insanın kendi kendisini kınadığı konusu bilinen bir gerçektir.

İşte böyle bir Allah, Muhammed'e vahiyde bulunmuştur, yoksa mutlak olan Allah Cebrail'i göndererek ona vahiy indirmemiştir.

Bu gibi düşünce bütünüyle hatalı bir düşüncedir, batıldır, hurafedir ve aklın da hilafınadır.

Aslında Cebrail'in varlığı da aklın hilafınadır. 

Derler ki Cebrail'in 600 kanadı vardır ve her bir kanadından mercan ve yakutlar dökülüyordur.

Peki, Cebrail gayri maddi bir varlık değil midir?

Onun şu kanatlar ile ne işi olabilir?

Yani, Cebrail soyut bir varlık ve ruh olduğuna göre, kanat vs. gibi şeylere nasıl ihtiyacı olabilir ki?  

Diğer bir ifadeyle; üzerinde yaşadığımız şu dünya atmosferinde 20 kilometre sonra hava son bulmaktadır.

Bu 20 kilometre hudutları içerisinde onun kanata ihtiyacı olduğunu farz etsek bile, peki ondan sonraki 7 göğe çıkmayı neyle yapacaktır.

Yani, oradan Kur'an ayetlerini Allah'tan alacak, tekrardan yer yüzüne inecek ve durmadan da bu işi yapıp duracaktır.

Hava olmadığına ve kanatları da bir işe yaramadığına göre, bu işi neyle halledecektir?

Hasılı, bu gibi inançlar tümüyle hurafe ve batıl inançlardır. Ve bunları yalnızca vahşi/bedevi insanların aklı kabul eder.

Belki de Kureyşliler bile bunu kabul etmezler.

Fakat hala dahi İslam alimleri nezdinde bu şekildeki vahiyden söz edilmekte ve hala dahi Cebrail' in vahiy getirdiğine inanılmaktadır.

Aslında Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi isimler, Yahudi ismi ve onların uydurmalarıdır.

İbrani dilinde "il", Allah anlamına geliyor.

"İsrail"; yani, "Allah ile güçlü olan veya Allah ile mücadele eden",

"Mikail"; yani, "Allah'ın rızıklarını bölen" vs.

Bunların tümü de hayali anlamlardır.

Ayrıca, "Cebrail" ile "Cibril", aynı şeylerdir.

Müslüman din adamları getirmiş Kur'an'da geçen "Cibril" ile "Cebrail"in farklı şeyler olduğu uydurmasını ortaya atmışlardır.

Yani, "İbrahim" ile "Abram" ne ise, onlar da odur.

"Yeshua" ile "İsa" da aynı şeylerdir.

Yahudilerin "Yeshua" dediğine Müslümanlar "İsa" demiştir.

Yani, Müslüman din adamları, kendilerinin bağımsız olduklarını ve o isimleri Yahudilerden almadıkları mesajını vermek için öyle demişlerdir.

Bu türden sözler, kelime oyunundan başka bir şey değildir.

Gerçekte Kur'an'ın tümü de Tevrat ve İncil'den alınmıştır.

Kısaca söyleme gerekirse, Cebrail'in yukarı çıkıp aşağı inmesiyle vahyi getirdiğini söylemek, batıl ve hurafe bir inançtır.

Çünkü "Allah, "insana şah damarından daha yakındır." (Kaf:16)

Allah, nebiye direkt ve canlı olarak da vahiy indirebilir.

Dolayısıyla, bir postacının bu işe vesile olmasına da ihtiyaç kalmaz.

Örneğin, Kur'an'da: "Musa'nın annesine vahyettik" (Kısas: 7), "Rabbin bal arısına şöyle vahyetti" (Nahl :68) vs. gibi sözler de geçmiştir. 

Bu sözler Kur'an'da geçer.

"Arı"ya vahiy gönderildiğinde, Cebrail'in onu getirip arıya iletmesine ne gerek var ki?

Hidayet de öyle.

O da tek kanaldan (Yani, direkt olarak Allah'tan) geliyordur. 

Kur'an vahyin, "vahiy meleği" ile nazil olduğuna, ya da Cebrail'e düşman olmanın büyük suç olduğuna işaret etmiş olsa dahi, İmam Ali (as)'ın dediği gibi, "Kur'an, birçok anlama gelebilen (çok yönlü) bir kitaptır."  

Yani, Kur'an'ı tefsir etmenin birçok yönleri vardır.

Bu da onlardan biri olabilir.

Yoksa izah ettiğimiz gibi Cebrail'in bir postacı gibi Allah ile nebinin arasında gidip gelmesi ve yer yüzü ile gök yüzü arasında mekik dokuması, bütünüyle uyduruk, hurafe ve batıl şeylerdendir. 

Filozofların, vahiy meleği Cebrail ile ilgili şöyle bir görüşleri vardır.

Onlar, Yunan filozoflarından biri olan Aristo'dan alınma, "el- Vahid la yesdürü anhü illa vahid/Tam anlamıyla bir olan varlıktan (Allah'tan) yalnızca bir şey (ilk akıl) meydana gelebilir" gibi bir kaideye sahipler.

Daha açıklayıcı biçimde söylersek Filozoflar şöyle derler:

Bir olan varlıktan birden fazla şeyin çıkması, onun içinde çokluk (çok yönlülük) olduğunu ima eder. Bu da 'mutlak birlik' ilkesine aykırıdır. Mutlak bir varlıktan yalnızca tek bir şey meydana gelir.


Bu ifade, özellikle "ilk akıl" (akl-ı evvel) kavramını açıklamak için kullanılır.  

Bu kaide içerisinde geçen "El- Vahid" kelimesi Allah'ı, yani, mutlak birliği temsil eder.

Felsefi düşünceye göre, mutlak basitlikte olan bir varlık (Allah), doğrudan çokluk meydana getiremez.

Bu nedenle Allah'tan doğrudan sadece ilk akıl (ilk yaratılmış akıl) meydana gelir.

Daha sonra bu ilk akıldan başka varlıklar (göksel akıllar, gök yüzü, nefisler vs.) türemeye başlar.

İşte bu ilke, İslam felsefesinde kozmolojik hiyerarşiyi ve yaratılışın düzenini açıklamak için kullanılır.

Filozoflar bu kaide üzerinden hareket ederek, birinci akıldan sonra ikinci- üçüncü ve… onuncu akla kadar bu şekilde gelirler.

Onuncu akla da "faal akıl" derler.

İşte bu faal akıl Cebrail ile uyuşuyor ve onun üzerinde tatbik ediliyor.

Yani, derler ki nebi, şu en son akıl ile (ki diğer bir adı da "müstefad akıl"dır) talimatları, Kur'an vahyini ve gerçekleri almaktadır.

Yani, şu onuncu akıl nazil olmuş (aşağı inmiş) ve insan (nebi) ise suud etmiş (yukarı çıkmış) ve bu şekilde de gaybi alem ile irtibat kurulup hakikatler oradan alınmıştır.

(O on akıl da "meleke akıl", "fiil aklı", aklın en son ve en yüce merhalesi olan "müstefad akıl" diye devam edip gider.)

Filozofların nezdinde vahyin tefsir şekli böyledir.

Farabi ve İbn Sina bu görüşe sahipler. 

Fakat ariflerin de filozoflara itirazları vardır.

Fakat ben, konu uzamasın diye onu burada aktarmayacağım. 

Ariflerin vahiy hususundaki görüşleri ise şöyledir:

Vahiy, insanın kalbindedir.

Yani, vahiy ve Cebrail denilen ve nebi Muhammed'e vahyeden şey bu vicdandır. 

Ariflerin nezdinde Cebrail, "vicdan" olarak tefsir edilir.

Yani, vicdan Allah'tan bir ruhtur.

Bundan dolayı Kur'an'da Cebrail "ruhu'l- emin" olarak geçer.

İnsanın kalbindeki ilahi ruh denilen şey, bu vicdandır.

Bu da "nefs-i emmare" nin karşısındadır.

Açıkçası nebi Muhammed'e vahyeden, onun vicdanıdır.

Çünkü nebi Muhammed 20-30 yıl Hira Dağı'nda nefsini tezkiye edip ve kalbini arındırdığı için, sürekli hayırlı ameller işlemiş ve "sadık- emin" olmuştur.

İşte bunlar ilahi nurlardır ve bu nurlar ile onun vicdanı münevver olmuştur.

Yani, Allah'ın nuru ile nurlanmış ve sonraları da "Cebrail" ismini almıştır.

Diğer bir deyişle; her insanın özlüğü vardır, fakat her insanın özlüğü Cebrail değildir.

Cebrail, ancak kâmil vicdandır.

Yani, vicdan kemale erince, ancak o taktirde Cebrail'e dönüşür, onda Allah'ın ruhu oluşur ve ona "Cebrail" denir. 

Demek ki dindarlar arasında vahiy ile ilgili birbirinden farklı okuma biçimleri ve görüşler mevcuttur. 

Kur'an asla Allah'ın, insandan ayrı olduğunu söylemiyor.

Hatta melekler de insandan ayrı değillerdir.

Melek denilen şey, insandaki hayır güçlerdir.

Şeytanlar ise insandaki şer güçlerdir.

Ariflerin tefsiri böyledir.

Yani, arifler Şeytanların da Meleklerin de varlığını inkâr etmezler.

Meleklerin insanlardaki hayır, şeytanların da şer güçler olduğunu söylerler.

Fakat Şeytanı Allah'ın yarattığını söylemezler.

Şeytan ve meleklerin yaratıcısının insanlar olduğunu söylerler.

Yani, derler ki, salih ameller insanın batınında meleklere dönüşür ve insanın melekutunu oluşturur.

Nitekim Kur'an'ın da buna işaret ettiğini şu ayet ile iddia ederler: 

Böylece biz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk. (En'am: 75)


"Melekût" demek, bu alemdeki en derin alan demektir.

Bu da insanın dahilindedir.

Orada da hem melekler vardır hem de Şeytanlar.

Bunların her ikisi de (Yani, hayır da şer de) insanın dahilindedir.

Cebrail ise, insandaki hayır gücün reisidir. Buna da melek denir.

İşte Muhammed'e talimatları vahyeden de budur.

Dolayısıyla bu, nebinin nefsinden ne bütünüyle ayrı ne de bütünüyle onun nefsinin bir parçası olan şeydir, bu ikisinin ortasında bir yerdedir.

Yani, bir yönüyle insan, bir yönüyle de Allah ile irtibat içerisindedir.

Bir yüzü halka, bir yüzü de hakka yöneliktir.

İşte vicdan böyle bir kabiliyete sahiptir ve "insanlaşmış ilah" denilen şey de budur.

Yani, beşerî sıfatlar ile muttasıf bir ilahtır.

Diğer bir ifadeyle asıl Allah, İslam'ın dediği insanımsı şeklindeki ilah değildir.

Ariflerin nezdindeki en doğru görüş, burada naklettiğimiz bu görüştür.

Fakat bu, aklî deliller ile değil, keşif ile elde edilen bir görüştür ve keşif olmadan böyle bir görüşe ulaşmak da mümkün değildir. 

Aslında önceden de Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail gibi isimlerin Yahudi isimleri olduklarını söylemiştik.

Ve yine bu isimlerin tümünün de Tevrat'ta mevcut olduğundan söz etmiştik.

İslam alimleri bu isimleri birebir Yahudilerden almışlardır.

Biz, bunların batıl olduklarına da işaret ettik.

Örneğin, Yahudi inancında "Mikail", rızıktan sorumlu melekmiş.

Tüm alemin rızkı onun elindeymiş vs..

Oysaki Kur'an açısından rızkı veren Allah'tır (Zariyat:58 ve bunun gibi diğer birçok ayetler.)

Dolaysıyla bu türden inançlar tümüyle hurafedir.

Fakat melekler (yani, hayır güçleri), insanın dahilinde mevcutlar, cinayetkar ve suçlular hariç tüm insanlarda hayır gücü (melek) vardır.

Cinayetkarlarda ise "hayır duygusu" ölmüş yalnızca şer unsuru kalmıştır.

Evliya, enbiya ve salih kullarda ise, şer unsuru (şeytan) ölmüş, yalnızca hayır unsuru (melekler) kalmıştır.

Bundan ötürü de "melek insanlar" olmuşlardır.

Yani, Allah'a arif, salih ve en yüce mertebeye sahip insanlar derecesine çıkmışlardır. 

Farabi ve Sedrü'l- Müteellihin gibi arif filozoflar derler ki, "Allah'ın şer ve şeytanı yaratması mümkün değildir. Şeytan, insanların amelleridir. Nitekim psikoloji ilminde de buna işaret edilmiştir."

Şöyle bir soru sorulabilir:

Kur'an, Tevrat ve İncil gibi kutsal metinlerde Şeytan ile ilgili birtakım sözler geçmiştir. Onun, Allah ve insanın düşmanı olduğu söylenmiştir. Yani, "şeytan", İblis 'in bir sıfatı olarak Tevrat, İncil, ve Kur'an'da zikredilmiştir.

Örneğin:

Allah onu ve melekleri Adem'e secde etmeye emredince, İblis/Şeytan 'kabul etmedi, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.' (Bakara:34) 

 

(İblis), 'Ey Rabbim. Onların dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver' dedi. (Allah,) 'Sen, bilinen zamandaki güne kadar mühlet verilenlerdensin' dedi. (Hicr: 36-37-38) 

 

Şeytan, insanı zillet içinde yardımcısız bırakır. (Furkan: 29) vs. 


Çok azını aktardığımız bunlar gibi Kur'an'da onunla ilgili birçok ayetler vardır.

Dolayısıyla Şeytan bu isim ile Kur'an'da geçtiğine göre, onu o şekliyle (insanın yarattığı ‘şer güç' şekliyle) tefsir ermek, doğru tefsir olur mu?


Cevap:

Evet, Kur'an şeytan hususunda bu sözleri söylemiştir, fakat yine de söylüyorum, "Şeytanı yaratan Allah değil, insandır."

Ayrıca, Kur'an'da onunla ilgili bu kadar sözler geçmesine rağmen, Kur'an ayetlerinin farklı tefsirlerinin de bulunduğunu unutmamak lazım.

Ayetlerin tefsirlerinden birinin (örneğin zahirlerinin tefsirinin) doğru olduğunu, diğer tefsir türlerinin de batıl olduğunu söylemek de yanlıştır.

Zira, Kur'an'ın zahiri sözlerinin çoğu makbul değildir.

Örneğin Kur'an diyor ki; "Allah'ın eli onların elinin üzerindedir" (Fetih :10)


Peki, Allah'ın eli var mıdır?

Olmadığına göre, ayetin doğru tefsiri "Allah'ın gücü onların gücünün üstündedir" olmalıdır.

Yine Kur'an Allah'ın "Semi/işiten" ve "Basir/gören" olduğundan bahseder.

Duymak için kulağa, görmek için de göze ihtiyaç vardır.


Peki, Allah'ın kulağı ve gözü var mıdır?

Yine, Kur'an Allah'ın yüzünden (vech) bahseder.


Peki, Allah cisim mi ki yüzü bulunsun?

Dolaysıyla bu gibi sözlerde çok derin anlamlar bulunmaktadır.

Hatta Kur'an'ın kendisi de buna dikkat çekmek için şöyle der:

Onlar Kur'an'ı inceden inceye (derinlemesine) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin (akıllarının) üzerinde üst üste kilitleri mi var? (Muhammed: 24) 


Şayet yalnızca Kur'an'ın zahiri şekliyle tefsir edilmesi sahih olsaydı, o taktirde Kur'an'ın "tedebbür ediniz/derinlemesine düşününüz" demesine ne gerek vardı?

Demek ki Kur'an'da daha derin anlamlar var ki, bizlere onu "derinlemesine düşününüz" diyor.

Dedik ki Allah, İblisi yaratmıştır Şeytan'ı değil.

Şeytan'ı ise insan yaratmıştır.

Bunu böyle söylemedeki kastımız şudur:

blis, ilk dönemleri Allah'a ibadet ediyordu. Çünkü yaratıcısı Allah'tır. Allah'ın yaratıcısı olduğu tüm yaratıklar O'na ibadet ederler. Çünkü Allah illet, yaratıklar ise maluldür. Malulün de illet ile münasebet kurması ve ona temayül etmesi kaçınılmazdır.


Yani, malul illet ile buluşur ne ona isyan eder ve ne de ona başka bir şeyi şirk koşar.

Fakat insanda hayır ve şer diye iki yön vardır ve insan bunlardan birini tercih etmekte özgür bırakılmıştır.

Örneğin, insanın kendi özgürlüğüne dayanarak günah (şer) işleme boyutunu seçtiğini farz edelim.

İşte İblis de böyle oldu; yani, tercih etmede özgür bırakıldığı hayır ve şer boyutlarından, "şer" boyutunu seçip Şeytan oluverdi.  

Daha açıkçası Allah, Kur'an'da "Şeytan'ı ben yaratmışım" demiyor.

Allah "İblis"i yaratmıştır.

Doğru olanı budur ve İblis hayırdır.

Arifler, Âdem ile Havva'nın Kur'an'da geçen hadisesini batıni (subjektif) bir şekilde tefsir ederler, objektif değil.

Çünkü onlar, "hadiseler objektif bir şekilde yorumlandığı taktirde, onların hariçte (gerçekte) yaşanması gerekir" diye bir görüşleri vardır. 

Arifler derler ki; "tüm dini hadise ve anlamlar, subjektiftir. (Yani, nefsani/batınî anlamlardır.)" 

"Âdem" demek, insan hakikatinin zatı demektir.

Yani, insanın hayırlı ve akıllı zatına "Âdem" denir.

İnsanın "şer" yönü (nefs-i emmaresi/insandaki en düşük nefis mertebesi) ise, Şeytan'dır.

Yani, bunların yorumuna göre Kur'an diyor ki, "nefs-i emmare"ye Âdem için secde etmesi emredildi.

Fakat, "nefs-i emmare, Adem'in, Yani, aklın ve vicdanın önünde boyun eğmedi. Sürekli olarak haram, ifrat ve tefrit yollarını tercih etti. Dolaysıyla isyan eden İblis değil, insandaki şer gücü ve nefs-i emmare' dir. Yani, Şeytan'ı yaratan insanın kendisidir." 

Daha açıkçası insanın kalbine İblis hakimdi.

İblis ise aynen sıfır yaş ile 20 yaş arasındaki hayır unsuru olan ego (enaniyet) gibi hayır unsuruydu.

Diğer bir deyişle bu enaniyet, hayırları cezbeden ve şerleri defeden bir unsurdu.

Fakat enaniyet uzunca bir süre insanda kalır ise insan, "enaniyetten", "enaniyetçiliğe" geçiş yapmış olur.

Oysaki onun, bu ferdi enaniyetten kurtulup toplumsal enaniyete geçmesi gerekir.

Toplum içerisinde bu enaniyet üzerinden bir şeyler elde ettikten sonra da ondan kurtulup, Rububiyet enaniyetine geçiş yapması lazım.

Daha sonra da bundan daha geniş bir enaniyete sahip olması icap eder. 

Çocukluktaki enaniyet (İblis), faydalı bir şey idi.

O "enaniyet" Allah'a itaatte bulunuyordu.

Yani, çocuğa hizmet ediyordu.

Çünkü çocuğun eneye ihtiyacı vardır.

Zira çocuk bağımsız olmak istiyor ve bu ene vasıtasıyla insanlığını, babasını, annesini, kardeş ve yakınlarını tanıyor ve yine iyi ve kötü şeylerin bulunduğunu anlıyor.

Fakat bu enenin, örneğin 20 yıldan daha uzun bir zaman zarfında onda devam etmesi uygun değildir.

Şayet bu süre zarfında akıl ve vicdan ona dahil olursa ve 20 yıl ondaki o ene onlarla kaynaşıp kavuşursa, o taktirde o enaniyet ondan ayrılıp, yerine toplumsal bir enaniyet geçecektir.

Böylece insanda diğerlerini de sevme, onlara yardımcı olma, onlarla empati kurma, mazlumların yardımına koşma, zalimlerin karşısında durma, onlara eşit davranma vs. gibi toplumsal enaniyetler tecelli edecektir.

Dolaysıyla, çocuğun ilk dönem enaniyetinden kurtulması gerek. 

Üçüncü aşamada da mükemmelliğin son noktasına ulaşıp "fena fillah" olması için, toplumsal enaniyetten kurtulup, Rububî enaniyete geçmesi gerekir.

Yani, dünya ve ahireti kuşatacak kapasitedeki genişçe bir enaniyeti yakalaması icap eder. 
 


Kur'an "Allah'ın Kelamı mıdır", yoksa "İlahi Kelam mıdır"?

Kur'an, asla "mutlak Allah'ın" kelamı değildir.

Diğer bir ifadeyle; zaman ve mekân üstü olan "mutlak Allah", ne elçi gönderir ve ne de kitap indirir.

Fakat bu kitabı (Kur'an'ı) gönderen ve indiren Allah, insanın dahilinde, nebi Muhammed'in vicdanı ve nefsindeki "vicdanî Allah"tır.

Dolayısıyla bu kitaptaki kelamlara, en doğru olanı "Allah'ın kelamı" değil, "İlahi Kelam" demektir.

"Kelamullah" ile "ilahi kelam" arasındaki fark şudur: 

"Kelamullah"ın masum olması ve içerisinde asla hiçbir kusurun bulunmaması gerekir.

Oysaki Kur'an'da birçok ilmî, belağatsal, beyanatsal, ahlaksal vs. gibi hatalar vardır. 

Örneğin, savaş hususunda Kur'an hem müşriklerin öldürülmesini emrediyor hem de onların namuslarını mübah kılıyor.

Peki nasıl oluyor da ahlak örneği ve kaynağı olan Allah, böyle bir şeyi hüküm haline getiriyor?

Dolayısıyla Kur'an'da geçen birçok olaylar, ilmi, ahlaki ve akli olarak batıl olaylardır.

Bunun için diyoruz ki Kur'an'ın "mutlak Allah"tan olması mümkün değildir.

Fakat Kur'an, Allah'ın nuru olan vicdandandır dersek, o taktirde buna "İlahi kelam" deme imkânımız bulunur.

Yani, Kur'an'daki kelamlar, Allah'ın boyası ile boyanmıştır.

Kur'an buna "Sıbgetellah/Allah'ın boyaması" (Bakara :138) der.

Kur'an, Allah'ın boyamasıdır.

Yani, Allah'ın kokusudur, ama Allah'ın kelamı değildir.

Fakat ben buna "İlahi kelam" diyorum.

Çünkü onu, nebi Muhammed vicdanından almıştır.

O vicdan ki, Tevrat ve İncili de tastık etmiştir.

Yani, bu bilgileri Tevrat ve İncil'den almıştır.

Bu bilgiler ise o dönemde doğru ve hak olan bilgilerdi.

Yani, o dönemde, hatta Muhammed'in aklı dahi ilkeldi.

Dolayısıyla, tüm bilgileri Tevrat ve İncil'den ya da cahiliyet adetlerinden almıştır.

Örneğin, hırsıza ceza olarak verilen "elinin kesilmesi" hadisesi, cahiliye dönemi hükümlerindendir.

Dolayısıyla Kur'an'ın Cebrail vasıtasıyla nebi Muhammed'e geldiğini ve tüm hükümlerin Allah'tan olduğunu iddia eden milyonlar, avam olmaları hasebiyle bu hususta yeterli olmamaktalar.

Şayet bir şeyin hak oluşu için büyük çoğunluğu oluşturan milyonlar hüccet/kanıt olsaydı, Hindistan'daki milyon hatta milyarların ineğe İlah diye tapmaları ya da milyarlarca Hristiyan'ın İsa Mesih'e Allah'ın oğlu demeleri de bir kanıt olurdu.  

Dolayısıyla milyarların inandıkları bir şey, mutlaka akli ve ilmi verilere dayanmalıdır, şayet öyle değilse, o inanç ve düşüncelerin tümü de hurafe ve batıl şeylerdir.  

Eski Yunan dönemindeki insanlardan da milyonlarcası Allah'ın birden fazla olduğuna iman ediyordu, fakat tümü de batıldı.

İslam da geldi ve milyonlarca taraftarı olan şirki iptal edip yerine "tevhidi" ikame etti.

Efenim "milyonlarca insan bir konuya inanıyorsa o haktır" sözü din adamlarının boş kuruntusudur. 

Çünkü Nikolas Kopernik, yer yüzünün güneşin etrafında döndüğünü ilk söylediğinde, tek başınaydı.

Filozof ve Hıristiyan din adamları tümüyle buna itiraz ettiler ve "tüm alem yer küresinin hareketsiz, güneşin ise onun etrafında döndüğünü söylüyor da bir tek sen mi onların aklıyla alay edercesine bunu söylüyorsun?" diye onu küçümsemeye koyuldular.

Sonradan zaman onu haklı çıkardı ve onun görüşünün hak, milyonların görüşünün ise batıl olduğunu ortaya koydu.

Yani, milyonlarca cahilin bir şeyi söylemesi, o şeyin hak oluşunun delili olamaz. 

Şunu da ilave edeyim ki biz, her ne kadar karşı tarafın yüzde 100 batıl olduğunu söylesek de bizim görüşümüz yüzde 100 doğrudur diye bir iddiada da bulunmuyoruz.

Yalnızca bizim sözümüzün doğru olma ihtimali vardır diyoruz.

Yine biz, çoğunluğun değil çoğulculuğun hak olduğuna inanıyoruz.

Yani, tek bir adamın hakikatin tümünü idrak etmesinin mümkün olmadığını söylüyoruz.

Fakat ondan bir cüzü idrak etmesi mümkündür diyoruz.

Örneğin, bir insanın gökdelen bir binadan ya da yüksek bir yerden çıkıp İstanbul'u seyretmesiyle onun tümünü görmesinin mümkün olmadığını, ama kısmen İstanbul'dan bir bölümünü görmesinin mümkün olabildiğini söylemekteyiz. 

Kısacası biz, çoğulculuktan yanayız.

Fakat din adamlarının, toplumun zihnine derinlemesine yerleştirdikleri yüzde 100 batıl olan görüşlerin olduğunu da söylemeliyiz.

Örneğin, Darwin'in "evrim" görüşünü ele alalım.

Kur'an'ın söylediği ve müfessirlerin; "Allah insanı topraktan yaratmıştır" ayetini bu şekliyle yanlış tefsir etmelerinin, yüzde 100 batıl olduğunu söyleyebiliriz.

Fakat Darwin'in söylediği sözün yüzde 100 ya da yüzde 90 doğru olma ihtimali de olabilir.

Bunun bu görüşünden daha iyisi bulunup ortaya çıkana kadar bu böyle kalacaktır. 

Elbette ki Kur'an'ın "insan topraktan yaratılmıştır" sözü ile ilgili farklı ve haklı tefsirler de mevcuttur.

Ben Darwin'in görüşünün "insan topraktan yaratıldı" sözünü iptal ettiğini söylüyorum.

Fakat, Kur'an'ın tek bir görüş olarak "insanın topraktan yaratıldığı" sözünü iptal ettiğini söylemiyorum.

Çünkü bu ayet ile ilgili başka türlü tefsirler de vardır.

Örneğin, şu da o ayetin tefsirlerindendir: 

Bizim asıl 'beslendiğimiz gıdalar (.), örneğin meyve, et, bitki, ekmek, süt, yumurta', vs., bunların tümü topraktan çıkıyor. Dolayısıyla, bizler de topraktan gelen bu mahsuller ile beslendiğimiz için, bizler de topraktan husule gelmiş bulunuyoruz.


Özetlersek, bu konuyla ilgili ayetin tefsiri, avam insanların tefsiri gibi kolayca ve basitçe yapılan bir tefsir değildir.

Yani, avam halk der ki, "Yeryüzünde hiçbir şey yoktu. Allah insanı yaratmayı diledi. Cebrail'i yer yüzüne gönderip her türden toprak getirtti, onları birbiriyle karıştırtıp balçık yaptırdı ve ondan da insan denilen varlığı yarattı."

Oysaki iş bu kadar basit değildir.

Dolayısıyla, her ayette birden fazla tefsir vardır.

Şayet her ayetin tek tefsiri olur ise o, dogmatik olur.

Yani, insanın aklını dondurur.

Oysaki aklın sürekli hareket etmeye ihtiyacı vardır.

Yani, akıl, sürekli yenilikleri keşfetme peşindedir.

Şayet bir ayetin tek bir tefsir ve anlamının bulunduğunu iddia eder isek, bu bizim aklımızı kilitler.

Ayrıca Kur'an, bizi bundan nehyediyor:

Onlar, Kur'an'ı hakkıyla düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli mi? (Muhammed: 24)


Ayette geçen "kalpler"den kasıt; "akıllar"dır.  

Yani, Kur'an hususunda derinlemesine düşünmeyenler, akıllarına hem de birkaç kilit vurmuşlardır.

İşte Kur'an'ın "tedebbür"den kastı, ona muhtelif anlamlar yüklemektir.

Yani, Kur'an'ın kendisi, "Kur'an'ın zahiriyle yetinmeyiniz" demek istiyor.

Onu derinlemesine düşünün ki, ondan başka anlamlar da çıkarmış olasınız.

Bu, "insanın topraktan yaratıldığı" ile çelişmiyor.

Çünkü bizim tümümüz bu topraktanız.

Yani, meyve, bitki, buğday, pirinç, nohut, fasulye, farklı hayvan etleri ve farklı hayvan süt ve yumurtalarından beslenerek vücuda geliyoruz.

Bu saydığım şeyleri hatta hayvanlar da yiyor ve bizler de hayvanları yiyoruz, dolayısıyla da hepimizin aslı toprak ve su oluyor.

Yani, avam halkın inandığı gibi, "binlerce yıl önce insan yoktu, Allah da bir tek Adem'i yarattı, onun kaburgasından da eşi Havva'yı yarattı ve onların da nesli arttı, böylece de dünyadaki milyarlarca nüfus vücuda geldi" düşüncesi, doğru bir düşünce ve inanç değildir.

Çünkü bu türden bir görüş, hayli basit, eski ve de sade bir görüştür.

Yani, aynen eskideki Astronomi ile ilgili Batlamyus görüşü gibidir.

İlim böyle bir görüşün batıl olduğunu kanıtladı. 

Biz, Kur'an'ın kesinlikle bu ayetten bunu kastettiğini de söylemiyoruz.

Zira Kur'an'ın birden fazla yorum ve anlam taşıdığını da biliyoruz.

Dolayısıyla biz, Kur'an'a saygı göstererek şöyle diyebiliriz:

Bu ayetin, Darwin'in söylediği şekliyle başka bir tefsiri daha vardır ve bu da makuldür.


Öyleyse bizler, ilmi olarak batıl olan bir tefsir üzerinde neden ısrarlı bir şekilde bu kadar duralım ki? 


Mehdi ile mehdeviyetin farkı nedir?

Bu konu, "Hermenötik" ilim ile ilişkili bir konudur.

Hermenötik ilmi, 17'nci asırda Batılılar tarafından keşfedilen ve "nasların nasıl anlaşılacağını ortaya koyan ilimdir." 

Nassı anlamanın, onun hakkında derinlemesine düşünmeye ihtiyacı vardır.

Yani, geçmişi olmayan, fakat yeni yaratıcılığı olan düşünsel şeylere ihtiyaç vardır.

"Mehdi" meselesi, aynen "Adem'in topraktan yaratılması meselesi gibidir."

O meselede olduğu gibi, bununla ilgili meselede de iki tür görüş vardır.

Onlardan biri çok sade ve basitçe bir görüştür ve bu da batıldır.

Dolayısıyla, batıl olan bu görüşten daha üstün bir görüşü ele alıp kabullenmek gerekir ve o da şudur:

Biz diyoruz ki Mehdi'nin varlığı, bin yıldan bu tarafa, hem Şiiler'in nezdindeki gaybete çekilme hadisesi ile hem de Sünnilerin nezdindeki ileride gelecek bir şahıs olarak, bütünüyle hurafedir.

Yani, bu da aynen Cebrail gibidir.

Fakat bizim de iman ettiğimiz "Mehdeviyet" konusu, doğru bir konudur.

Daha açıkçası "şahıs" olarak Mehdi hurafedir, "ekol" olarak "Mehdeviyet" haktır.

Şöyle ki:

İnsan, beşer olarak er geç adalet, özgürlük, insan hakları, eşitlik, empati vs. hususunda, dünyanın kaderini değiştirecek bir dereceye ulaşacaktır. Bir düşünsenize, bundan bin yıl önce dünyada insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlük vs. diye bir şey yoktu.  Ama şimdi nispeten vardır. İnsan da öyledir.

Yani, 20 yıl kadar yaşıyor ve daha sonra öyle bir şeyle karşılaşıyor ki, kendisinde bir anda yüzde 100 bir değişim ve dönüşümün olduğunu müşahede ediyor.

Bir bakıyorsunuz ki tüm şekleri, şüpheleri, tereddüt ve kaygıları geride bırakmıştır.

Aynen büyük arif olan "Buda" gibi onda bir nur oluşmuş ve bu nur ile gerçekleri keşfetmiştir.

Yani, bir insan gerçekten ihlaslı olur ise Allah ona hakikati keşfettiriyor.

Onun nefsinde bir "inkişaf" (gelişim) gerçekleşiyor.

İşte böyle bir "inkişafın" adı, "Mehdeviyet"tir.

Yani, insan önce hakkı keşfediyor, ondan sonra da doğru yolda yürüyor.

Çünkü bütün insanlarda şehvet, zulüm, toplumdan etkilenmeler vs. oluyor.

Fakat insan iman, doğruluk, arınma, tezkiye, hakkı talep etme vs. gibi hareketlere sahip olunca, Kur'an'ın dediği: "Bizim uğrumuzda çaba harcayanları biz, yolumuza hidayet ederiz" (Ankebut: 69) sözü gerçekleşiyor.

İşte insanın bu hidayeti bulması "Mehdeviyet"tir.

Tüm dinler, örneğin Yahudilik, insanları Mesih üzerinden bu işe davet ederler.

Evet, "Mehdi" hurafedir, fakat "Mehdeviyet" değildir.

Yani, şahıs olarak Mehdi, Cebrail gibi uydurmadır.

Cebrail hususunda dedik ki, onun o

adar uzun kanatlara sahip olması, yukarı çıkıp aşağı inmesi vs. tümüyle hurafedir.

Bu sözler, basit akıl sahiplerinin inanması içindir.

Daha açıkçası İslam dini, insanların tüm kesimine nüfus etmek istiyor.

İnsanların da yüzde 99'unun aklı basit akıldır.

Hiçbir konuda derinlemesine düşünme imkânları olmuyor.

Dolayısıyla onların, şahıs olarak Mehdi'ye ya da Cebrail'e iman etmeleri normaldir.

Çünkü bu türden insanlar, "akılcı insan" değillerdir, "avam insanlardır."

Oysaki dönemimiz akılcılık dönemidir.

Yani, bu inançlar, modernite döneminden önce doğru inançlardı, fakat şimdiki dönem, modernite dönemidir.

Modernite dönemini diğerlerinden ayıran tek şey "akılcılıktır."

Bu dönemde her şeyi nas üzerinden değil, "akıl" üzerinden almalı ve modernite dönemi öncesini terk etmeliyiz.

"Naslara" kulluk dönemi artık çok gerilerde kalmıştır.

Evet, eskiler her şeyi naslara tabi olmakta buluyorlardı.

"Kur'an böyle demiş", "Nebi şöyle emretmiştir" diye hep onlara kulak veriyorlardı.

Fakat artık o dönem eskimiş ve akılcılık dönemi başlamıştır.

Yani, demek istiyorum ki artık, cehalet döneminden ilim dönemine geçilmiştir.

Çünkü ilim her dönemde vardır.

"Artık modernite öncesinden modernite sonrasına" geçilmiştir.

Batı'da ise şu dönemlerde, "moderniteden modernite sonrasına geçiş yapılmaktadır."

Şu anda biz Doğulularda laikler ile dinciler arasında çekişme mevcuttur.

Bu çekişmeler tümüyle, modernite öncesinden modernite sonrasına geçişe benziyor.

Moderniteden önce de insanlarda sabit ve kalıcı bilgi ve malumatlar vardı.

Fakat şu anda, modernite asrındayız. modernite asrı ise, toplum içerisinde asırlardır ki tüm sabit ve değişken olmayan bilgileri yok etmiş ve yerine yeni şeyler getirmiştir.

Örneğin, bu modern asrında demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukukun üstünlüğü vs. gelmiştir.

Oysaki modernite öncesi bunların hiç birisi mevcut değildi.

Bu da toplum ile bireyler, inananlar ile inanmayanlar arasında kavgaya dönüşüp zıtlaşma yaratmaktadır. 

Aslında bu kavgalar müspet (olumlu) kavgalardır.

Yani, bunlar, cehalet ile ilim arasındaki kavgalar değillerdir.

Bu asırda ilim, özgürlük, değer, hakikat, hukuk vs. gibi şeylerin tümü mevcuttur.

Bu dönem, aynen insanın çocukluk döneminden gençlik dönemine geçiş yaptığı bir dönem gibidir.

Bilindiği üzere, çocukluk döneminde boş ve abes şeyler ve yine cehalet gibi tüm eksiklikler yer alıyor.

Çünkü çocukların boş, abes ve cehalet sayılacak şeylerle uğraşması, onlarda yaşamın olmazsa olmazlarındandır ve bunlar çocuklar için tabii şeylerdir, ama büyüdüklerinde bunların tümünü terk ediyorlar.

Çünkü büyükler boş şeylerle uğraşmaz, okula gider ya da çalışırlar.

Dolayısıyla, bizim nerede durmamız ve yolu terk etmememiz gerektiğini bilmemiz gerekir.

Bundan ötürü moderniteye ve insan haklarına dair cahil kalmamız mümkün değildir.

Şayet öyle olur isek, Taliban ve DAİŞ gibi oluruz. 

Ve yine kimi din adamlarının Batılılara karşı taşıdıkları taassupları da taşımamalıyız.

Ya da kimi laiklerin dine karşı taşıdıkları taassuplara da sahip olmamalıyız.

Böyle düşünen her iki kesimin görüşleri, bütünüyle hatadır.

Kimi laikler derler ki, "Batılıların her şeyleri doğru, bizimkilerinki de yanlıştır. Dolayısıyla İslam kültürünü denize dökmek lazım."

Hayır, bu mümkün değildir.

Bizlerin şu dinî ve düşünsel kültürümüzle birlikte yeni ve modern döneme girmemiz gerekir.

Bu şekilde de Batılıların yaptıkları gibi tedrici (aşamalı) olarak demokrasi ve insan haklarını gerçekleştirmemiz lazım.

Yoksa bir gün içerisinde eskilerden moderniteye geçmemiz mümkün olamaz.

Zira kültürel ve inançsal meselelerin tümü, tedrici şekilde oluşan meselelerdir.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU