İsrail'in kaçınılmaz çöküşü: Kendi elleriyle kazdığı çukur

Dr. Osman Gazi Kandemir Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Aris Messinis/AFP

Gazze'deki yıkım, İsrail'in 75 yıllık tarihinin kaçınılmaz sonucu.

Etnik temizlikle başlayan süreç, bugün devletin kendi varlığını tehdit eder hale geldi.


Dün bir arkadaşım bana Dan Steinbock'un "The Fall Of Israel: The Degradation Of Israel's Politics, Economy & Military" (İsrail'in Çöküşü: İsrail Siyasetinin, Ekonomisinin ve Askerî Gücünün Çürümesi) isimli kitabını gönderdi.

Gazze'de soykırım devam ederken, İsrail'in düşüşünü konu edinen bir kitabı -hele de batılı bir yazar tarafından yazılmış ise- okumamak olmazdı.

Dan Steinbock aslen Fin kökenli ama ABD'de okumuş ve akademik kariyerini orada yapmış.

Kitabın 2025 yılında yayımlanmış olması da güncel bir değerlendirme olduğuna işaret.

Steinbock'un ana tezi net:

İsrail, güvenliğini güçlendirmek adına izlediği militarist, etnik dışlayıcı ve hukuksuz politikalarla kendi devlet yapısını içeriden çökertiyor.

  • Dahiya Doktrini (sivil altyapıyı yok ederek caydırıcılık sağlama) ve Hannibal Direktifi (rehineleri düşman eline geçmeden öldürme) gibi stratejilerin uzun vadede meşruiyeti yok ettiğini savunuyor.
  • Demokrasiden otokrasiye kayış, ekonomik kutuplaşma ve toplumsal parçalanma, çöküşü hızlandıran diğer faktörler.

Yazar, bu süreci "kendi elleriyle hazırlanan çöküş" olarak tanımlıyor.

Kitap bugün yaşananların sebeplerini tarihsel süreç içinde arıyor ve buluyor.

Şimdi ben sizlere kitabın ana argümanlarını sadece geçmişi hatırlatacak kadar ayrıntıyla aktarmaya çalışayım.


Kuruluş günahı: Etnik temizliğin mirası

İsrail'in bugünkü krizini anlamak için 1948'e, devletin kuruluş anına dönmek gerekiyor.

"Yahudi ve demokratik devlet" sloganıyla ortaya çıkan İsrail, daha ilk gününden bu iki ilke arasındaki çelişkiyle boğuşuyordu.

1948 Nekbe'si sırasında 700 bini aşkın Filistinli zorla yerinden edildi, yüzlerce köy haritadan silindi.

Bu, tesadüfî bir savaş sonucu değildi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu sistemik temizlik sürecinin temelleri daha da erkene dayanıyordu.

1936-1939 Arap ayaklanması sırasında İngiliz ordusu ve Siyonist milisler, Filistin silahlı direncini tamamen kırmışlardı.

Bu nedenle 1948'deki etnik temizlik kampanyası oldukça tek taraflı gerçekleşti- iyi finanse edilmiş ve silahlanmış Siyonist milislere karşı savunmasız kalan Filistinli siviller.

Plan Dalet, Yahudi liderliğin "mümkün olduğunca az Filistinli ile mümkün olduğunca çok toprak" hedefini gerçekleştirmek için hazırladığı sistematik bir etnik temizlik planıydı.

Dikkat çekici olan rakamlar şunlar:

1948'de Siyonistler Filistin topraklarının sadece yüzde 6'sına sahipti.

Savaş sonunda bu oran yüzde 78'e çıktı.

Bu bile BM'nin 1947 bölünme planından daha adaletsizdi- o planda nüfusun yüzde 33'ünü oluşturan Siyonistler, toprakların yüzde 55'ini alacaklardı.

İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) kurucu komutanlarından Yitzhak Rabin, yıllar sonra anılarında Filistinli sivilleri zorla evlerinden attıklarını itiraf edecekti- tabii bu satırlar sansürlenene kadar.

Dönemin Yahudi Ulusal Fonu başkanı Yosef Weitz'in günlüğündeki "Filistin'de bu iki halk için yer yok" sözleri, politikanın temel amacını açıkça ortaya koyuyordu.

Filistinlilerin geri dönüşünü engellemek için yüzlerce köy yok edildi, evler yıkıldı, yerlerine Yahudi yerleşimleri inşa edildi.

İsrail bu gerçeği örtbas etmek için 2011'de "Nekbe Yasası"nı çıkardı ve Nekbe'yi anmayı suç haline getirdi.

Albert Einstein ve Hannah Arendt gibi entelektüellerin, Menachem Begin'in partisini "Nazi ve Faşist partilere benzer" olmakla suçlaması tesadüf değildi.

Kuruluş günlerindeki bu "orijinal günah", İsrail'in DNA'sına yerleşti ve bugün yaşanan trajedinin temellerini attı.


Yerleşimcilik: İdeolojik dönüşümün aracı

1967 Altı Gün Savaşı, İsrail'e askeri bir zafer kazandırdı ama aynı zamanda süresiz işgalin başlangıcı oldu.

Bu savaşta Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'ün işgaliyle birlikte 300 bin Filistinli daha yerinden edildi.

Böylece toplam yerinden edilen Filistinli sayısı 1 milyonu aştı ve İsrail Filistin topraklarının yüzde 100'üne hâkim oldu.

İlk başta "güvenlik gereksinimi" olarak sunulan yerleşim politikaları, 1977'de Likud'un iktidara gelmesiyle tamamen ideolojik bir araca dönüştü.

Artık hedef, "ulusal kurtuluş" idealleriydi.

Bu dönüşümde Amerikalı finansörlerin rolü kritikti. Irving Moskowitz ve Sheldon Adelson gibi isimler, yüz milyonlarca doları yerleşimlerin kurulması için harcayarak İsrail siyasetinin aşırı sağa kaymasında kilit rol oynadı.

Burada vurgulanması gereken kritik nokta: Batı Şeria'daki tüm Yahudi yerleşimleri -İsrail hukuku açısından "yasal" olanlar da dahil- uluslararası hukuka göre tamamen yasa dışıdır.

Çünkü devletlerin, savaşta ele geçirdikleri toprakları yerleşimle kolonileştirmesi kesinlikle yasaktır.

Bu yerleşimler, sadece Filistin topraklarını parçalamakla kalmadı, iki devletli çözümün imkanlarını da ortadan kaldırdı.

Bugün İsrail Savunma Kuvvetleri'nin kaynaklarının önemli bir bölümü, uluslararası hukuka aykırı bu yerleşimleri korumakla harcanıyor.

İsrail'in güvenliğini artırmak yerine, güvenlik yükü haline gelen bu politika, ülkeyi sürekli bir savaş ekonomisine mahkûm etti.


Demografik gerçeklik: Zaman İsrail aleyhine işliyor

Bugün İsrail ve işgal bölgelerinde yaklaşık 7 milyon Yahudi ve 7 milyon Arap yaşıyor.

Bu nüfus dengesi, İsrail'in "Yahudi ve demokratik devlet" kimliği açısından varoluşsal bir soruna işaret ediyor.

Daha da kritik olan, Filistinlilerin ve ultra-Ortodoks Yahudilerin doğum oranlarının, ılımlı dindar ya da seküler İsraillilerinkinden yüksek olması.

İsrail bu demografik gerçeklikle başa çıkabilmek için iki seçenekle karşı karşıya:

Ya Yahudi devlet kimliğini koruyup demokrasiyi feda etmek;

Ya da demokratik olmaya devam edip Yahudi çoğunluğunu kaybetmek.

Şu anki hükümetin yargı "reformu" girişimleri, birinci seçeneği tercih ettiğinin açık göstergesi.


Askeri doktrinlerin çürümesi

İsrail ordusu, bir zamanlar varoluşsal savaşlarla mücadele eden bir güçken, zamanla sivil nüfus üzerinde kitlesel cezalandırmayı esas alan doktrinler geliştirdi.

2006 Lübnan Savaşı'nda ortaya çıkan Dahiya Doktrini, sivil altyapının orantısız güç kullanılarak tamamen yok edilmesini öngörüyordu.

Dönemin IDF komutanı Gadi Eisenkot'un "Orantısız güç uygulayacağız ve büyük hasara yol açacağız" sözleri bu stratejiyi özetliyordu.

Birleşmiş Milletler, Dahiya doktrinini "sivil nüfusu cezalandırmak, aşağılamak ve terörize etmek amacıyla dikkatlice planlanmış bir saldırı" olarak tanımladı.

Bu doktrin, 2008-2009 Gazze Savaşı'nda da uygulanarak binlerce sivilin ölümüne yol açtı.

Daha da tartışmalı olan Hannibal Direktifi, İsrailli bir askerin esir alınmasını engellemek için esirin hayatı pahasına her türlü askeri gücün kullanılmasını emrediyordu.

7 Ekim 2023'te Hamas saldırısı sırasında bu direktifin, bazı İsrailli sivil ve askerlerin kendi orduları tarafından yanlışlıkla öldürülmesine neden olduğuna dair ciddi iddialar var.

IDF'nin kendi soruşturması bile, esir tutulan İsraillilerin bulunduğu eve tank ateşi açılması emrini verdiğini kabul etti.

Steinbock'un da belirttiği gibi, 1948'den 2023'e kadar İsrail-Filistin çatışmasında toplam kayıplar şöyle:

  • İsrailliler yaklaşık 70 bin,
  • Filistinliler ise 110 bin.

Bu rakamlar, "İsrail sürekli varoluşsal tehdit altında" anlatısının aksine, güç dengesizliğinin hangi yönde olduğunu açıkça gösteriyor.


Teknolojinin karanlık yüzü

Gazze'deki son saldırılarda yapay zekanın rolü, modern savaşın etik boyutlarını sorgulatıyor.

"Lavender" adı verilen yapay zekâ programı, Hamas militanı olduğundan şüphelenilen kişileri ve ailelerini hedef alarak binlerce sivilin ölümüne neden oldu.

IDF, bu sistemin yüzde 10'a varan hata payını bilerek kullandı ve sivil kayıpları artırmak için "aptal bombalar" olarak bilinen güdümsüz mühimmatları tercih etti.

İsrail kentsel alanlarda 2 bin kiloluk bombalar kullanarak çok sayıda hastane ve konut binasını hedef aldı,

Gazze'deki binaların yüzde 70'ini enkaza çevirdi.

Bu orantısız güç kullanımı nedeniyle Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından suçlandı.

Eski Mossad şefi Tamir Prado'nun bu durumu "mafya benzeri şantaj" olarak nitelemesi, İsrail güvenlik kurumlarının içindeki rahatsızlığı gösteriyor.

Modern teknolojinin, etik dışı kararları kitlesel hale getirmesi, İsrail'in ahlaki temellerini tamamen çürüttü.


Ultra-Apartheid: Güney Afrika'yı aşan sistem

İsrail'in Filistinlilere uyguladığı politikalar, klasik apartheid rejiminden bile daha ileri bir seviyeye taşındı.

Sadece ayrımcılık yapmakla kalmayıp, Filistinlileri yerlerinden etmeyi ve varlıklarını ortadan kaldırmayı hedefleyen bu "ultra-apartheid", uluslararası toplumun tepkisini çekti.

İşgal altındaki Batı Şeria'da İsrail, Filistinlilerin hareketini askeri kontrol noktalarıyla kısıtlarken, İsrailli yerleşimcilere ayrıcalıklı muamele yapıyor.

Değerli Filistin toprakları "ulusal güvenlik" ya da "çevre koruma" gibi gerekçelerle el konulup, daha sonra özel Siyonist yerleşimcilere tahsis ediliyor.

Gazze ise 7 Ekim öncesinde bile hava, kara ve denizden abluka altında tutularak "dünyanın en büyük açık hava hapishanesi" haline getirilmişti.

İsrail ve Mısır, Gazze'ye ticaret, gıda, su ve tıbbi malzeme girişini kısıtlıyordu.

2018 İsrail yasası ile de İsrail içinde sadece İbranice resmi dil yapılırken Arapça ikinci plana atıldı.

İsrailli Arap vatandaşlar günlük ayrımcılığa maruz kalıyor ve askeri hizmete alınmıyor -tıpkı apartheid döneminde Güney Afrikalı siyahların o ülkenin savunma güçlerinde görev alamaması gibi.


Siyasi ve ekonomik çöküş

İsrail siyaseti, kuruluşundaki İşçi Partisi geleneğinden uzaklaşarak yerleşimci hareketler, dini partiler ve Amerikan finansörlerin etkisiyle giderek sağa kaydı.

Benjamin Netanyahu'nun "yargı reformu" girişimleri, ülkeyi "Yahudi ve demokratik devlet" kimliğinden uzaklaştırarak Yahudi etnik milliyetçiliğini esas alan bir devlete dönüştürme çabasının yansımasıydı.

Ekonomik cephede durum daha da kötü.

Yüksek askeri harcamalar, yerleşim politikaları ve Haredi (aşırı dindar) Yahudi nüfusunun ekonomiye entegre olmaması, İsrail'in ekonomik sağlığını tehdit ediyor.

Ultra-Ortodoks nüfus askeri hizmetten muaf tutulup devletten sübvansiyon alırken, İsrail savaşları uzun süre seferber edilen rezerv askerlerin sırtından yürütüyor.

Bu rezervistlerin çoğu yüksek vasıflı olup başka işleri olduğu için, uzun savaşlar ekonomiye büyük yük getiriyor.

Gazze savaşının günlük maliyeti 250 milyon doları buluyor.

Fitch gibi uluslararası derecelendirme kuruluşları İsrail'in kredi notunu düşürmeye başladı.

Savaşlar demokratik denge ve denetimlere de zarar verdiği için, önceden de kırılgan olan İsrail siyasi sistemi daha da zayıflıyor.


İstihbarat skandalı ve gizli ajanda

7 Ekim saldırısının, Steinbock'un da belirttiği gibi bir sürpriz olmadığı ortaya çıktı.

İsrail istihbaratı, Hamas'ın büyük bir saldırı hazırladığına dair uyarıları önceden almıştı.

Daha da çarpıcı olan, İsrail hükümetinin saldırıya kadar Katar'ın Hamas'ı finansman sağlamasına izin vermeye devam etmesiydi.

Bu durum İsrail'in bölgedeki gerçek niyetlerini açığa çıkarıyor.

Hamas'ı güçlendirerek Batı Şeria'daki ılımlı Filistin Yönetimi'ne karşı rakip yaratmış, böylece "Barış için muhatap bulamıyoruz" söylemini pekiştirmiştir.

Bu strateji, İngiliz İmparatorluğu'nun sömürge döneminde Siyonist azınlığı Filistinli çoğunluğa karşı kullandığı "böl ve yönet" taktiğinin uyarlamasıdır.
 


Uluslararası izolasyon ve ABD'nin rolü

Güney Afrika'nın Uluslararası Adalet Divanı'nda açtığı soykırım davası, İsrail'in eylemlerinin uluslararası alandaki karşılığını gösteriyor.

İsrail'in aç bırakma ve sivil altyapıyı yok etme politikaları, soykırım tanımına giren eylemler olarak değerlendiriliyor.

Bu süreçte ABD'nin rolü de sorgulanıyor. Amerika'nın İsrail'in tek devletli ilhak stratejisini adım adım kolaylaştırdığı, bu politikalara mali ve askeri destek sağlayarak suç ortaklığı yaptığı görülüyor.

Amerikan karar vericilerinin, bu pahalı ve militarist Filistin baskısına devam eden desteğin ahlaki olup olmadığını, hatta ABD ulusal çıkarlarına hizmet edip etmediğini yeniden değerlendirmeleri gerekiyor.


Sonuç: Kendi kılıcıyla yaralanan devlet

İsrail'in bugünkü krizi tesadüfi değil. 75 yıllık birikimin sonucu.

Etnik temizlikle başlayan süreç, yerleşimciliğin ideolojik aracı haline gelmesi, askeri doktrinlerin sivil katliamları meşrulaştırması ve siyasetin aşırı sağa kaymasıyla devam etti.

İki devletli çözüm, Steinbock'un da belirttiği gibi, aslında çoktan ölmüştü.

1948'de BM arabulucusu Folke Bernadotte'nin Yahudi terör örgütü Stern Çetesi tarafından öldürülmesi, barış şansının erken mezarı olmuştu.

Oslo Sürecinde Filistin Yönetimi İsrail'in varlık hakkını tanımış ama Filistinliler vaad edilen devletlerini hiç alamamıştı.

Artık tek devletli çözüm kaçınılmaz görünüyor.

7 milyon Yahudi - 7 milyon Arap demografik dengesi ve Filistinli doğum oranlarının yüksekliği, İsrail'i ya Yahudi kimliğini ya da demokrasiyi feda etme ikilemine sürüklüyor.

Hükümetin yargı üzerindeki darbesi, demokrasinin feda edilmek istendiğini gösteriyor.

Gazze savaşı, İsrail için bir kırılma noktası oldu.

Çatışma Hamas, Hizbullah, Husiler ve İran'a karşı çok cepheli bir bölgesel savaşa dönüşerek orduyu ve ekonomiyi zorluyor.

Uluslararası izolasyon, ekonomik kriz, toplumsal kutuplaşma ve ahlaki çöküş bir araya geldi.

İsrail artık kendi kılıcıyla yaralanmış durumda.

Tarihin gösterdiği gibi, zulüm politikaları uzun vadede zalimi de vurur.

İsrail bu rotada devam ederse, çöküş artık bir olasılık değil, kaçınılmaz bir son olacak.

Ortadoğu'da kalıcı barış ancak Filistinlilerin haklarının ve varlığının tam olarak tanınmasıyla mümkün.

Aksi takdirde yıkım, tüm bölgeyi etkisi altına alacak.
 

Akademik dünyadan destekleyici sesler

John J. Mearsheimer (Chicago Üniversitesi, "offensive realism" teorisinin öncüsü): "İsrail bugün hem içeride hem dışarıda derin bir kriz yaşıyor. Apartheid rejimi ve Gazze'deki soykırım, kitabın titizlikle açıkladığı felaket rotasının sonucu. Modern İsrail'i anlamak isteyen herkes bu kitabı okumalı."

Ilan Pappé (Exeter Üniversitesi, Filistin'in Etnik Temizliği yazarı): "Steinbock, teokratik ve messiyanist (mesihçi) bir İsrail'in yalnızca Filistinliler için değil, kendi varlığı için de nasıl bir tehdit haline geldiğini çok net bir şekilde gösteriyor. Bu çöküş yakın."

Lawrence Wilkerson (emekli Albay, Colin Powell'ın eski özel kalem müdürü): "Eğer hukukun üstünlüğüne, uluslararası hukuka ve demokrasiye inanıyorsanız, bu kitabı mutlaka okumalısınız. Çünkü burada yalnızca İsrail'in değil, ona koşulsuz destek veren Amerika'nın da kendi sonunu hazırladığını göreceksiniz."

Seyed Hossein Mousavian (Princeton Üniversitesi, eski İran ulusal güvenlik yetkilisi): "ABD'nin, İsrail'in tek devletli ilhak stratejisini adım adım nasıl kolaylaştırdığını belgeleyen nadir çalışmalardan biri."

Alfred-Maurice de Zayas (BM bağımsız uzmanı): "İsrail, uluslararası hukuku çiğneyerek bir parya devlete dönüştü. Kitap, bu süreci belgeleyen ve inkârı imkânsız kılan kanıtlarla dolu."

Bu yorumlar, The Fall of Israel'in, günümüz siyasetine dair güçlü bir uyarı olduğunu ortaya koyuyor.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU