Ortadoğu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de karmaşık güç mücadelelerine sahne oluyor.
Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve İran gibi bölgesel aktörlerin dış politika hedefleri sık sık kesişiyor, hatta çatışıyor.
Son dönemde ise, özellikle İbrahim Anlaşmaları ve onun devamı niteliğindeki İbrahim Kalkanı Planı (İKP), bölgede yeni bir düzen arayışının habercisi olarak öne çıkıyor.
Ancak bu planlar, iddia edildiği gibi barış ve istikrar getirmekten ziyade, İsrail'i bölgesel bir hegemon güç haline getirme potansiyeli taşıyor.
İbrahim Anlaşmaları ve İbrahim Kalkanı Planı: Perdenin arkasındaki niyetler
İbrahim Anlaşmaları'nın ardından gündeme gelen İbrahim Kalkanı Planı, savunucuları tarafından Ortadoğu'da istikrar için "ütopik bir vizyon" ve kapsamlı bir çözüm olarak sunuldu.
Planın retoriği "barış, istikrar ve bölgesel iş birliği" üzerine kurulu olsa da aslında "kalıcı bir sınırlama, genişletilmiş militarizasyon ve bölgesel hakimiyet" hedefliyor.
Öncelikle, planın tanıtım sayfasında kullanılan harita, yeni bir ayrışmayı gözler önüne seriyor.
Bu haritada Suriye ve Suudi Arabistan potansiyel ortaklar olarak görülürken; Türkiye ve Katar, "Müslüman Kardeşler ve Hamas Destekçisi" kategorisine alınmış.
Bu tasnif, Türkiye ve Suudi Arabistan'ı birbirinden ayırırken, Suriye'yi de "muhalif ülke (Türkiye) ile iş birliği yapan" potansiyel ortak konumuna sokuyor.
Suriye'nin İKP ortağı olması halinde, Türkiye ile olan ilişkilerinin nasıl yürüyeceği büyük bir soru işareti haline geliyor.
Diğer yandan, İKP, belirli bir terminoloji kullanarak kamuoyu algısını manipüle etmeye çalışıyor.
Örneğin, Gazze Şeridi sürekli olarak "Hamastan" ve Güney Lübnan "Hizbullahistan" olarak anılmakta, bu terimler "çok da sessiz olmayan bir İslamofobi"nin göstergesi olarak yorumlanmaktadır.
Batı Şeria ise, İsrail yerleşimci ve aşırı sağ terminolojisini yansıtan "Yahudiye ve Samiriye" olarak adlandırılmakta, bu durum işgal altındaki Filistin topraklarının İsrail'in İncil'deki vatanının ayrılmaz bir parçası olarak çerçevelenmesi olarak tanımlanmaktadır
Bu dilsel manipülasyon, direniş hareketlerini ve Filistin egemenliği kavramını meşruiyetten yoksun bırakmayı, İsrail kontrolünü doğal veya zorunlu göstermeyi amaçlayan stratejik bir psikolojik operasyondur.
Planın temel hedefi, Filistin devleti fikrini ortadan kaldırırken geniş bir İran karşıtı koalisyon oluşturmaktır.
İsrail'in iç hat manevrası: Küçükten büyüğe doğru yenme stratejisi
İbrahim Kalkanı Planı, İsrail'in 7 Ekim'den bu yana İran ve İran'ın vekil güçleriyle yürüttüğü savaşta kullandığı "iç hat manevrası" stratejisinin bir devamı olarak değerlendirilebilir.
Bu strateji, rakipleri küçükten başlayarak büyüğe doğru yenme düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Planın en önemli hedeflerinden biri, Filistin devletinin etkisizleştirilmesidir.
Gazze'nin "biyometrik izleme, nakitsiz kontrol mekanizmaları" ve hatta bir "15 dakikalık şehir" için potansiyel bir "kobay" (denek) olarak açıkça tanımlanması, dijital gözetim ve algoritmik işgalin planın ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir.
Bu "algoritmik işgal", direnişi organize etmeyi zorlaştırmayı ve işgalci güç için doğrudan insan ve askeri maliyeti azaltmayı hedeflemektedir.
Suriye, bu stratejinin önemli bir parçasıdır. İKP, Suriye'deki siyasi kaosu, özellikle Esad rejiminin düşüşünden sonra, İsrail için "stratejik bir fırsat" olarak görmektedir.
Planın Suriye için hedefi, "kalıcı olarak istikrarsız, politik olarak parçalanmış ve İsrail güvenliğine tehdit oluşturma veya İran nüfuzunu kolaylaştırma yeteneğinden yoksun" bir "tampon" devlet olarak işlev görmesidir.
Suriye'nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şaraa'nın Tel Aviv'deki reklam panolarında Donald Trump ve Binyamin Netanyahu ile birlikte resmedilmesi, Arap medyasında "düşmanla normalleşme" suçlamalarına yol açmıştır.
ABD, el-Şaraa'yı İbrahim Anlaşmaları'na katılmaya aktif olarak teşvik etmekte ve tüm ABD yaptırımlarının kaldırılması teklifiyle Suriye'nin istikrarını sağlama niyetinde lobicilik yapmaktadır.
Bu durum, Suriye'deki siyasi boşluğun sömürülerek, ülkenin İsrail'in güvenlik çıkarlarına hizmet eden zayıf bir tampon devlete dönüştürülmek istendiğini göstermektedir.
Sıradaki hedef, Suudi Arabistan'ı kendi yanına çekmek ve Suriye'nin şu anki halinden istifade ederek devletin güçlenmesini engellemektir.
İKP, İsrail, Mısır, Ürdün, BAE, Bahreyn ve şimdi potansiyel olarak Suudi Arabistan'ı da içerecek bir "Ilımlı Bölgesel Koalisyon"u resmileştirmeyi amaçlamaktadır. Bu koalisyonun genel hedefi, İran'a karşı "birleşik bir cephe" oluşturmaktır.
Türkiye ve Suudi Arabistan: Ortak bir kaderin eşiğinde mi?
Bölgede aslında oyunun son perdelerine yaklaşılmaktadır.
Asıl mesele barış ve istikrarı sağlamak değil, İsrail hegemonyasında bir Ortadoğu kurmaktır.
Bu noktada, Türkiye ve Suudi Arabistan'ın rolü kritik önem taşımaktadır.
Türkiye, İsrail'i "statüko gücü değil, revizyonist ve yıkıcı bir aktör" olarak görmekte, "uluslararası hukukun tekrar tekrar ihlalleri, Gazze'deki soykırım, Suriye ve Lübnan'daki sınır ötesi operasyonlar ve en son İran'a yönelik askeri saldırılarla" bu görüşünü gerekçelendirmektedir.
Ankara, "silahlı gücün birincil etkileşim biçimi haline geldiği ve diplomasinin savaş alanı mantığına tabi olduğu" bölgesel siyasetin "İsrailleşmesini" kategorik olarak reddetmektedir.
Türkiye, "bölgesel denge, egemenlik ve bölgesel aktörlerin kendisine ait bir güvenlik mimarisine" dayalı stratejik bir vizyonu savunmaktadır.
Bu durum, İKP'nin İsrail merkezli, ABD destekli güvenlik mimarisine doğrudan karşı çıkmaktadır.
İbrahim Kalkanı Planı, Ortadoğu'da İsrail'in bölgesel hegemonya kurması için bir araç olarak görülmekte ve bu durum terör ve İran tehdidi ile meşrulaştırılmaktadır.
Oysa, bölgede Suudi Arabistan ve Türkiye de önemli bölgesel güç olma çabasındadır.
Bugünlerde Suudi Arabistan'ın İbrahim Anlaşmaları'na ve İbrahim Kalkanı Planı'na dahil olması, kendisinin de bölgesel iddialarını sınırlayacaktır.
Suudi Arabistan, İran ile artan gerilime rağmen, İsrail-İran çatışmasında "tarafsız bir kamuoyu duruşu" benimsemiştir.
Riyad, "normalleşmeyi bir Filistin devleti kurulmasına bağlamakta" ve İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını kamuoyuna kınamaktadır.
Bu durum, Suudi Arabistan'ın da İKP'nin her yönünü koşulsuz olarak benimsemediğini ve kendi ulusal çıkarlarını, özellikle ekonomik istikrarını (Vizyon 2030) ve çatışmalara doğrudan karışmaktan kaçınmayı önceliklendirdiğini göstermektedir.
Türkiye ve Suudi Arabistan, dikkatli bir denge politikasıyla güçlerini birleştirme yolları bulmadıkları takdirde İsrail'in hegemon olmasının önüne geçemezler.
Burada kaybeden daha çok Suudi tarafı olur. Türkiye bir daha dönmemek üzere Ortadoğu coğrafyasından çekilebilir, başka coğrafyalarda iddiasını sürdürebilir ancak Suudilerin öyle bir şansı bulunmamaktadır.
Suudi Arabistan'ın bu planlara katılımı, kendi stratejik özerkliğini tehlikeye atma potansiyeli taşımaktadır.
Bölgesel geleceğin şekillenmesi
İbrahim Kalkanı Planı, Ortadoğu'da kalıcı barış ve istikrardan ziyade, sürekli gözetim, yönetilen krizler ve patlamayı bekleyen savaşlarla dolu bir geleceği işaret etmektedir.
Planın uygulanması, devlet egemenliğinin ve uluslararası hukukun daha da aşınması, insani krizlerin derinleşmesi ve vekil çatışmaların yoğunlaşması riskini taşımaktadır.
Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler, bu yeni düzende kendi çıkarlarını korumak ve bölgenin geleceğini şekillendirmek adına ortak bir zemin bulmak zorundadır.
Aksi takdirde, Ortadoğu'nun kaderi, dışarıdan dayatılan ve sadece belirli bir gücün hegemonyasını hedefleyen planlarla çizilmeye devam edecektir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish