Bir 10 Kasım'ı daha geride bıraktık.
10 Kasım, bildiğiniz gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı, Kurtuluş Savaşı'nın en önemli aktörlerinden Mustafa Kemal Atatürk'ün ölüm yıldönümü.
Atatürk hakkında yıllar boyunca lehte ya da aleyhte; kimi zaman eleştirel, kimi zaman hakarete varan, kimi zaman da övgüyle yücelten yüzlerce, binlerce yazı, konuşma ve tartışma yaşandı.
Ben hayatım boyunca, sadece Atatürk için değil, hiçbir insan hakkında yargısız infaz yapmadım; hakaret, karalama ya da argo ifadeler kullanmadım.
Övgüde de hiçbir zaman kimseyi "tanrılaştırma" eğiliminde olmadım.
Peki, bugün neden yeniden 10 Kasım üzerine konuşma gereği duydum?
Hepimiz biliyoruz; çocukluğumuzdan bu yana sayısız 10 Kasım törenine katıldık.
Ağlayanlar, feryatlar, övgüler...
Bu törenler zamanla neredeyse bir klişeye dönüştü.
Ama bu yıl biraz farklı bir tabloyla karşılaştık.
Hem İslami çevrelerden hem de Kürt siyasetinden bazı önemli aktörlerin bu kez daha farklı açıklamalar yaptığını gördük.
Benim asıl dikkatimi çeken -ve biraz da yadırgadığım- şey bu oldu.
Tekrar söylüyorum:
Bir dönemi, küfürsüz, hakaretsiz ve vicdanınızı bir kenara bırakmadan tartışamıyorsanız; övgüde de, eleştiride de ölçüyü koruyamıyorsanız, o konunun içine hiç girmeyin.
Bir kez daha altını çiziyorum: Ben hayatım boyunca böyle bir üslup, böyle bir yöntem içinde olmadım.
Çünkü Türkiye'de, ne İttihat ve Terakki dönemi ne de onun devamı sayılabilecek cumhuriyet dönemi, serbestçe ve bilimsel bir zeminde; öfkeden, polemikten ve hamasetten uzak biçimde konuşulabildi.
Buna daha sonra çıkarılan yasalarla getirilen kısıtlamalar da eklendi; böylece bu tür tartışmaların önü büyük ölçüde kesildi.
Bugün yapılan tartışmalar da çoğu zaman ya hakaret düzeyine iniyor ya da "bel altı" vuruşlara dönüşüyor.
Kimi zaman da tarih tamamen ters yüz edilerek yeniden yazılıyor.
Peki, modernleşme doğru mu?
Bu soru, sadece bize ait bir tartışma değil.
Japonya'dan Avrupa'ya kadar tüm dünyada, son 100-150 yıldır süren bir modernleşme rüzgârı var.
Sonrasında postmodernizm geldi; ardından da yeni akımlar, yeni arayışlar...
Elbette bu süreçlere karşı direnişler de oldu.
Sosyalizm, bir yönüyle modernleşme hareketidir ama farklı bir ideoloji ve yöntemle ilerledi.
İslamcılar da birçok ülkede, farklı biçimlerde -kimi zaman silahlı, kimi zaman düşünsel- kendi modellerini geliştirmeye çalıştılar.
Ancak bugün geldiğimiz noktada modernizm, çok büyük oranda dünyaya hâkim olmuş durumda.
Fukuyama'nın "tarihin sonu" tezi, Huntington'ın "medeniyetler çatışması" yaklaşımı da işte bu bağlamda ortaya çıktı; insanlığın bundan ötesine geçemeyeceği düşüncesinin teorik yansımaları olarak.
Ama bir gerçek var.
İsterseniz modernist olun, isterseniz olmayın.
Postmodern olabilirsiniz ya da bambaşka bir ideolojiye mensup olabilirsiniz.
Ne olursanız olun, bugün gelinen noktada aklı başında hiç kimse Kemalist modernleşme modelinin "doğru bir model" olduğunu savunamıyor.
Ne yazık ki savunamıyor.
Peki, neden?
Çünkü bu süreç çok acılı, çok sancılı geçti.
Adeta trolle balık avlar gibi, toplumun tüm değerleriyle çatışarak, kısa bir zaman diliminde, zorla ve cebri yöntemlerle bir dönüşüm hedeflendi.
Eleştiriler de tam bu noktada yoğunlaşıyor:
Yapılmak istenen değişim farklı bir biçimde gerçekleştirilebilirdi; daha uzun bir sürece yayılabilir, toplumla bu kadar sert bir çatışma yaşanmayabilirdi diyenler çoğunlukta.
Üstelik bu eleştiriler, sıradan kişilerden değil, Türkiye'nin en tanınmış -"en büyük" demeyelim ama en etkili- sosyologlarından geliyor.
Şerif Mardin'den Nilüfer Göle'ye kadar pek çok isim, bu yöntemin doğru olmadığını dile getirdi.
Bu modeli savunanların büyük kısmı ise ne yazık ki dinlerde, dillerde, ideolojilerde her zaman rastlanan o körü körüne bağlılık içindeki kişilerden oluşuyor.
Yani, eleştirel düşünmeden, bir dogmanın peşinden gidenlerden.
Bu sürecin, tekrar söylüyorum, aklıselim bir şekilde tartışılması gerekiyor.
Yani, şu soruları sormalıyız:
Abdülhamid'in doğruları neydi, yanlışları neydi?
Bana göre II. Abdülhamid ne "Ulu Hakan"dır, ne de "Kızıl Sultan."
Doğruları da vardır, yanlışları da.
Hele ki o dönemin İslamcıları arasında yer alan Said Nursi, Cemaleddin Efendi, Mehmet Âkif Ersoy gibi pek çok isim, son yıllarda sanıldığının aksine, Abdülhamid'in politikalarına karşı durmuşlardır.
Said Halim Paşa ise çok önemli bir düşünürdür; ancak ne yazık ki, Kadir Mısıroğlu gibi isimler Abdülhamid'e en ufak eleştiri yönelten herkese hakaret etmiş, meseleyi kişiselleştirmiştir.
Doğruyu yanlıştan ayırmadan, eleştiriyi küfre dönüştürerek...
Aynı durum, İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal döneminde de karşımıza çıkar.
Mustafa Kemal Atatürk'ün şahsı da dahil, her insan gibi onun da doğruları, yanlışları, eksikleri vardır.
Hepimiz insanız, hepimiz kuluz; hatasız kimse yok.
Ama bu konular bilimsel bir bakışla, sakin bir akılla, tarihi çarpıtmadan konuşulmadığı sürece; bu gerilim, bu kamplaşma, bu karmaşa (hercümerç) sürüp gider.
Peki, bütün bu uzun girizgâhtan sonra ne demek istiyorum?
Neden bugün bu konuyu açma gereği duydum?
Geçtiğimiz hafta bana göre üç önemli gelişme yaşandı:
- Birincisi, Saadet Partisi'nin genç lideri, Mustafa Kemal Atatürk'e duyduğu saygı ve hürmeti ifade eden bir açıklama yaptı, sosyal medyada paylaşıldı.
- İkincisi, Selahattin Demirtaş, T24'te yayımlanan yazısında süreci değerlendirdi; birçok metafor ve sembolik anlatım kullandı.Barış, kardeşlik ve birliktelik temennilerini dile getirdi; ki bunların çoğu oldukça anlamlıydı.
Demirtaş, yazısında şöyle bir hayal kurdu:
Edirne'den bir otobüs kalksa, Hakkâri'den bir otobüs kalksa…
İki otobüs Ankara'da, Anıtkabir'de buluşsa.
Birlik ve kardeşlik mesajı orada okunsa, ardından bu cümleler Anıtkabir özel defterine yazılsa...
Bu, sembolik ama güçlü bir öneri; aslında Türkiye'nin barış ve yüzleşme ihtiyacını çok sade bir şekilde anlatıyor.
"E, ne var bunda?" diyebilirsiniz.
Ama mesele şu:
Neden o otobüs Anıtkabir'e geliyor?
Neden o kardeşlik bildirisi Anıtkabir'de okunuyor?
Bu bir tavır mı, bir itiraz mı?
Yani, "Bak, sen yanlış yaptın; İslam'la, Müslümanlarla, Kürtlerle ilgili konularda hataların vardı. Birçok Kürt liderini astın, sürgüne gönderdin. Biz bu kardeşlik bildirisini sana karşı bir duruş olarak burada okuyoruz" mu denmek isteniyor?
Yoksa bu, bir saygı ifadesi, bir ortak buluşma noktası, bir çözüm sembolü mü?
Doğrusu, bu niyet tam olarak net değil.
Elbette, böyle bir kardeşlik bildirisi okunsa güzel olurdu; ama neden orada?
Verilmek istenen mesaj ne?
Ben de tam anlayabilmiş değilim.
- Üçüncü gelişme ise, Diyarbakır temsilcisi Amedsporla ilgiliydi. Takım, rakip ekiple birlikte sahaya, "Mustafa Kemal Atatürk'ü özlem, sevgi ve minnetle anıyoruz" ifadesini taşıyan bir pankartla çıktı.
Ancak ilginç bir şekilde, stadyumdaki seyircilerin önemli bir kısmı bu pankartı yuhaladı.
Bu da tartışmaya açık bir durum.
Doğru mu, yanlış mı ayrı mesele; ama toplumda bir tepki olduğu açık.
Amedspor taraftarları arasında da benzer bir rahatsızlık oluştu.
Selahattin Demirtaş bu paylaşımı nedeniyle çok eleştirildi.
Saadet Partisi'nin genç lideri de en az onun kadar tepki aldı.
Yani, her iki isim için de aynı soru ortada kaldı:
Ne yapmak istiyorlar?
Hangi mesaja, hangi sembole vurgu yapıyorlar?
Bu da belirsiz.
Dediğim gibi, bunlar ince meseleler.
Bu alanlara giren herkes -ben dâhil diline, üslubuna, seçtiği kelimelere ve vermek istediği mesaja dikkat etmek zorunda.
Bunları artık herkes biliyor.
Cumhuriyet düşmanı olan yok, devlet düşmanı olan yok, padişahlık isteyen ise hiç yok.
Zaten o dönemin önde gelen İslamcıları, en sert muhalefeti Abdülhamid'e karşı yapmışlardı.
Ancak bu konular -eski tabirle- uhuletle ve suhuletle, yani sakin, mantıklı ve bilimsel verilerle tartışılmadığı sürece bu hengâme bitmez, aynı şekilde devam eder.
Ben konuyu fazla uzatmayayım; uzattıkça uzatılır, çünkü bu meseleler saatlerce konuşulabilir.
Açık konuşayım:
Ne Saadet Partisi Genel Başkanı'nın açıklamasını, ne Selahattin Demirtaş'ın yazısını, ne de son futbol maçlarındaki o pankartı tam olarak bir yere oturtabildim.
Sonrasında bir açıklama yapıldı:
Meğerse bu, Amedspor'un kendi inisiyatifiyle yaptığı bir şey değilmiş.
Federasyon, bu pankartı merkezden hazırlayıp tüm takımlara göndermiş.
Eğer öyleyse bu da ayrı bir mesele.
Çünkü insan sormadan edemiyor:
Ya arkadaş, federasyon böyle bir şeye neden ihtiyaç duyar?
Eğer her maçta futbolculara, örneğin Fatih Sultan Mehmet'in ölüm yıldönümünde ya da Malazgirt Zaferi'nde, buna benzer pankartlar taşıtacaksan…
O zaman senin işin futbol değil, bambaşka bir şey olur.
Böyle bir uygulama doğru değil.
Yani kısacası, bu durum Amedspor'un kendi kararı değilmiş.
Ama seyircinin tepkisi de ilginçti, o da ayrı bir değerlendirme konusu.
Sonuçta kim ne söylüyorsa, ne yapıyorsa…
Halk arasında bir tabir vardır: "Korna çalıyor."
Yani, bir yerlere mesaj veriyor.
Ya da "selektör yapıyor."
Benim söyleyeceğim şu:
Arkadaşlar, doğru düzgün korna çalın, doğru düzgün selektör yapın.
Yani, mesaj verirken ölçüyü, nezaketi, sağduyuyu kaybetmeyin.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish