ABD uçaklarından Panama'ya atılan ilk bomba 20 Aralık 1989, saat 00.46'da düştü.
300'den fazla uçaktan atılan, her biri birer ton ağırlığındaki 422 bomba, birkaç saat içerisinde askeri ve sivil hedefleri vurdu.
Denizden ve havadan yapılan saldırılar durduğunda Panama Kanalı bölgesinde bulunan ABD askeri üslerinden 13 bin deniz piyadesi işgale başladı.
Karayip ve Pasifik bölgesinde hazır bekleyenlerin de katılmasıyla işgale toplam 27 bin ABD askeri katıldı.
Bombardımanda 5 binden fazla bina yıkıldı ve resmi olmayan rakamlara göre 3 binden fazla sivil hayatını kaybetti.
Özellikle çatışmaların en yoğun olduğu "El Chorrillo" bölgesinde Panamalı esirler hemen öldürüldü ve cesetler, dalgıç pompalar kullanılarak plastik torbalarda denize atıldı.
21 Aralık sabahı, ABD Başkanı George H. W. Bush işgalin nedenlerini ABD vatandaşlarını korumak, antlaşmaların uygulanmasını garanti altına almak ve Kanalı korumak, askeri rejimin başındaki General Manuel Noriega'yı yakalayıp ABD'de yargılamak ve Panama'da demokrasiyi yeniden tesis etmek olarak açıkladı.
Ancak, Güney Komutanlığı'nın operasyondan önce emekli edilen eski şefi General Fred Woerner'in de belirttiği gibi, ne antlaşmalar ne de Amerikan vatandaşları tehlikedeydi.
Dahası, ABD'nin Noriega'yı tutuklamak için yasal bir yetkisi yoktu, çünkü buna hiçbir antlaşma veya uluslararası hukuk izin vermiyordu.
ABD'nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Thomas Pickering, ülkesinin Panama'yı "meşru müdafaa" amacıyla işgal ettiğini, çünkü Panama topraklarından ABD'ye uyuşturucu gönderildiğini belirtti.
Her ne kadar söylenenler kulağa mantıksız gelse de ABD'nin "tek kutuplu dünya" paradigmasına geçişi ifade ediyordu.
Berlin Duvarı yıkılalı henüz 40 gün olmuştu.
Gorbaçov'un Perestroyka politikası Sovyetler Birliğini çözülmeye sürüklüyordu.
SSCB'deki reformlar ve iki askeri blok arasındaki yumuşama Washington'un uluslararası bağlamı değerlendirme kriterlerini değiştirmişti.
Reel sosyalizmin zemin kaybettiği dönemde, "uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele" ve "demokrasinin tesisi" ABD'in yeni dış müdahale aracı haline gelmişti.
Bu dönemden itibaren "uyuşturucuyla mücadele" ABD'nin Latin Amerika'daki askeri müdahalelerini meşrulaştırmak için sıklıkla kullandığı bir politika aracına dönüştü.
ABD istila operasyonunu, Panama Savunma Kuvvetleri Komutanı General Noriega'nın Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar ile kokain ticareti yaptığı iddiası üzerine kurguladı.
Oysa bir zamanlar Noriega'yı uyuşturucu işine teşvik eden yine ABD'ydi.
Zira Panamalı General, bölgedeki "komünist gerillalara" karşı uzun süredir CIA için çalışan maaşlı bir elemandı.
Nikaragua'da Sandinist Devrimi yıkmaya çalışan "kontralar"ın finansı, yasadışı silah ve uyuşturucu satışıyla elde ediliyordu.
Daha sonra "Iran-contra" skandalıyla tarihe geçen Yarbay Oliver North ABD Kongresindeki ifadesi sırasında General Noriega ile ilişkisini itiraf edecekti.
Tabi ki savaş ateşini yakmak için bir "provokasyon" gerekiyordu.
ABD hükümeti, işgali gerekçelendirmek için, Panama Savunma Kuvvetleri'nin bir ABD askerini öldürdüğünü öne sürmüştü.
Gerçekte ise, silahlarla dolu kiralık bir araçla yola çıkan Panamadaki ABD Deniz Kuvvetleri İstihbaratı'na bağlı özel bir görev gücü, Panama Savunma Kuvvetleri'nin kontrol noktasından geçtiler; dur işaretini görmezden gelerek ana binaya ateş açtılar ve aralarında bir çocuğun da bulunduğu birkaç kişiyi yaraladılar.
Panama ordusu da haklı olarak ateşe karşılık verdi.
Başkan Bush, Savunma Kuvvetleri'ni, olay sırasında Merkez Karargahı yakınlarında dolaşırken gözaltına alınan bir Donanma teğmenine saldırmak ve karısını elle taciz etmekle suçladı.
Oysa Bush aylar önce El Salvador'da birkaç Amerikalı rahibenin tecavüze uğrayıp öldürülmesi veya Panama'nın işgalinden birkaç hafta önce bir Amerikalı rahibenin Guatemala polisi tarafından kaçırılıp işkence görmesi ve tecavüze uğramasını konu bile etmedi.
Hatta işgalden sadece 10 gün sonra iki Amerikalı rahibenin Nikaragua'da ABD destekli kontrgerillalar tarafından öldürülmesine de sesini çıkarmadı.
Panama'da saldırının hazırlanışı ve işgalin gerçekleşmesi ile bugün Venezuela'da beklenen istila arasında sadece taktik açıdan değil politika sürekliliği yönünden de benzerlik var.
Öncelikle Panama ve Venezuela krizlerini yaratanın Washington'un politikaları olduğu görmezden gelinemez.
Omar Torrijos'un uçağının şüpheli biçimde düşmesinin ardından Panama Savunma Kuvvetleri'nin başına geçen General Noriega, ABD ile yakın ilişkili bir aktördü.
Venezuela'da ise Chávez'e karşı sürekli darbe kışkırtıcılığı ile siyasi sistemi işlemez ve tarafları uzlaşmaz noktaya getiren yine ABD politikalarıydı.
20 Aralık 1989'da gerçekleşen ABD işgalinin 3 ana amacı vardı: General Noriega'nın iktidardan düşürülmesi ve Panama Savunma Kuvvetleri'nin tasfiye edilmesiyle siyasi durumun istikrara kavuşturulması, neoliberal uyum için gerekli olan ve uzun süredir uygulanamayan IMF planının uygulanması, askeri üslerin ve Panama Kanalının garanti altına alınması.
Venezuela'da ise ABD'nin ana hedefi, ülkenin petrol kaynakları üzerindeki uluslararası etkiyi kırmak ve bölgedeki Rusya-Çin nüfuzunu azaltmak için Maduro yönetimini devirmektir.
Bu amaçla "FANB" yani Bolivarcı Ulusal Silahlı Kuvvetler tasfiye edilecek ve ülke kaynaklarını uzun bir gelecek için ipotek altına alan bir ekonomik süreç başlatılacaktır.
ABD Kolombiya'da varlığını daha uzun süre devam ettiremeyeceğini görüyor ve oradaki askeri üsleri Venezuela'ya kaydırmayı planlıyor.
Muhtemel plan Venezuela'da çok sayıda ABD askeri üssünü içeriyor.
Ancak bu noktada Panama ile Venezuela arasında büyük bir farka dikkat çekmek isterim.
Bilindiği gibi Panama Kanalı'nı çevreleyen kuşak ABD toprağı sayılıyordu. Burada en az 10 bin ABD askeri görev yapıyordu.
Fakat bu durum 1968'de yönetime el koyan General Omar Torrijos'un aktif siyaseti sonucunda değiştirilmişti.
General Torrijos, ABD'nin Vietnam yenilgisinin etkisini üzerinden atmasına izin vermeden kanalın Hong Kong'a benzer bir anlaşmayla Panama'ya devrine zorladı.
1977'de ABD Başkanı Jimmy Carter ile imzalanan "Carter-Torrijos Antlaşması"na göre ABD, Kanalın denetimini ve sahipliğini 2000 yılında tamamen Panama'ya bırakacaktı.
Ancak antlaşmaya göre ABD güvenliğini tehdit eden bir durumda Kanala askeri müdahale hakkını saklı tuttu.
Elbette bu ona Panama'yı işgal etme ve yöneticileri tutuklama hakkı tanımazdı ama bu muğlâk ifade Panama'nın aleyhineydi.
Bu açıdan bakıldığında topraklarında yabancı bir askeri üs barındırmayan ve bağlayıcı bir askeri anlaşması olmayan Venezuela, Panama'ya göre çok daha egemen bir devlettir.
Maduro'nun General Noriega gibi uyuşturucu ticareti yapmakla suçlanıyor olması bir başka benzerlik gibi görünüyor.
Noriega'nın Panama üzerinden gerçekleşen uyuşturucu sevkiyatlarından pay aldığı herkesin bildiği bir gerçekti.
Bugün Panama'da Noriega zamanından binlerce kat daha fazla uyuşturucu sevkiyatı yapılıyor. Dahası her yıl en az 300 bin göçmen Panama topraklarından geçerek ABD'ye varmaya çalışıyor.
Kuşkusuz Latin Amerika'nın diğer yerlerinde olduğu gibi Venezuela'daki uyuşturucu rotasında da hakim olan sivil ya da asker güçler bundan pay alıyorlar.
Fakat Venezuela ne Kolombiya gibi uyuşturucu kaynağı olan ülke ne de ana geçiş rotası.
Maduro, ABD'nin Venezuela muhalefetini muhatap olarak görmeye başladığı 2018 yılından bu yana uyuşturucu ticaretiyle suçlanıyor.
Maduro'nun lideri olduğu iddia edilen kartel "Cartel de Los Soles" adeta bir hayalet.
Şu ana dek var olduğu iddia edilen bu kartele ait ne bir laboratuar ne de bir para trafiği tespit edilebildi.
Maduro 2013'te başkanlık koltuğuna oturduğundan bu yana siyasi ve ekonomik krizler, ayaklanmalar ve çatışmalar ile ABD'nin askeri ve ekonomik ablukasıyla uğraşıyor.
Böyle bir baskı ve denetim altındaki bir rejimin geride hiç iz bırakmadan uyuşturucu kaçakçılığı yapabilmesi olanaksızdır.
ABD şu ana kadar Maduro'nun uyuşturucu kaçakçılığı yaptığına dair herhangi bir kanıt sunmadı. Bundan sonra da görebileceğimizi zannetmiyorum.
Bu ABD'nin Irak'ı işgal etmeye karar verdikten sonra Saddam'ın "Kitle İmha Silahları"na sahip olduğunu iddia etmesine benziyor.
Noriega, Saddam ya da Maduro, ABD'nin şeytanlaştırma siyasetinin tarihsel sürekliliğini gösteren tipik örnekler.
Şimdilerde Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro'nun da payına düşeni fazlasıyla aldığına tanık oluyoruz.
Trump'a göre Petro da Maduro gibi bir uyuşturucu kaçakçısıdır.
Henüz "terörist" olarak sınıflandırılmamaktadır ama her an o noktaya gelebilir.
Ancak Trump'tan farklı olarak 1989'da Bush'un Panama'yı hedef alan siyasetinin diplomatik bir yanı vardı.
George H.W. Bush yönetimi, askeri müdahaleye çok önceden karar vermiş olsa da özellikle müttefik ilişkilerini yönetme konusunda dikkatli davrandı.
Bush, saldırgan görünmemeye özen gösterdi. Avrupa ve "OAS" üyesi Latin Amerika ülkelerini içeren uzun bir diplomatik süreç işleterek uluslararası meşruiyet sağlamaya çalıştı.
Panama'nın komşularını tehdit eder görünmekten kaçındı.
Trump ise, diplomatik angajman yerine tek taraflı tehditleri, yaptırımları ve kişisel saldırıları tercih ediyor.
Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva ve Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro gibi Latin Amerika'daki sol başkanlara toptan saldırıyor.
Zaten göreve gelir gelmez ABD'nin ticari ortaklarına ekonomik savaş açan Trump kimseyi umursamıyor.
Karayiplerdeki ABD askeri yığınağı Trump'ın bölge ülkelerine yeni gümrük tarifeleri getirdiği bir dönemde gerçekleşiyor.
Oysa Panama müdahalesi Soğuk Savaşın sona ermekte olduğu ve ABD'nin küresel ticaretin önündeki engelleri kaldırmayı vaat ettiği bir dönemde gelmişti.
1989'da artık Rusya rakip düşmanı değildi ve birkaç yıl içinde Çin, ABD'nin en önemli küresel ticaret ortağı olacaktı.
Bugün Rusya düşman ve Çin, ABD'nin en büyük rakibi.
Bu iki ülke askeri olarak Venezuela'ya aktif bir destek sunmasa da dışarıdan bir müdahaleye karşı çıkıyor.
Venezuela'ya yönelik askeri bir müdahaleye sahada karşılık verecek tek devlet ise muhtemelen Küba olacak.
Bolivarcı Devrimin başından itibaren Küba doktor, öğretmen, mühendis yetişmiş insan gücüyle destek verdi. Karşılığında ucuz petrol aldı.
Ve bu sayede 2000'liyılların ilk çeyreğini sorunsuz atlattı.
Ayrıca "Comandante" Chávez'in -hayata gözlerini yumduğu- güvendiği tek ülke Küba'ydı.
Her ne kadar Maduro döneminde sınırlanmış olsa da iki ülkenin askeri, strateji ve istihbarat ilişkisi organiktir.
Küba'nın tüm direniş tecrübesini Venezuela'ya aktaracağına şüphe yok çünkü sıranın kendisine geleceğini biliyor.
Venezuela'nın 2 büyük sınır komşusu Kolombiya ve Brezilya, bu ülkeye yönelik bir saldırıya destek vermeyeceklerini açıkladı.
Dahası Venezuela'ya yapılacak askeri müdahale Panama'yla karşılaştırılamayacak ölçüde komplike sorunları beraberinde getirecektir.
Venezuela, Panama'dan 12 kat daha büyük bir ülke.
Hiçbir gücün tam olarak kontrol edemeyeceği bir derinlik ve genişliktedir.
Aşılmaz su ve ormanlar bu ülkeyi işgal etmenin imkansızlığını ortaya koyuyor.
Venezuela, zorlu And Dağları'na, geniş petrol sahalarına ve yoğun nüfuslu kıyı bölgelerine sahip.
Bu coğrafi büyüklük, herhangi bir tam ölçekli kara işgalinin lojistik maliyetini ve insan gücü ihtiyacını Panama operasyonunun çok ötesine taşır.
Venezuela'da bir işgal ve sonrası için gerekli asker ve mali kaynak, ABD açısından çok daha yüksek ve sürdürülemez bir yük oluşturur.
Kaldı ki 1989'da Panama'nın nüfusu 2,4 milyondu.
Nüfusun yüzde 70'i de Panama City metropoliten koridoru denilen kanal çevresindeydi.
Yuvarlak bir hesaplamayla 30 milyon nüfusa sahip Venezuela'da devasa yerleşimler kuzey kıyısındaki dar bir kentsel ve sanayi koridorunda yoğunlaşmıştır.
Bu aşırı yoğunlaşma, olası bir askeri çatışma durumunda insani kayıpların ve kentsel altyapı hasarının Panama'ya kıyasla çok daha büyük olacağı riskini beraberinde getirir.
Bu yüzden söz konusu olan şey Panama gibi bir işgal değil, Maduro'nun devrilmesi yoluyla Bolivarcı rejime son verecek bir askeri eylemdir.
Trump şu anda bunu askeri yığınağı artırarak yarattığı baskıyla başarmaya çalışıyor.
Washington'un Venezuela üzerindeki askeri baskısı öncelikle Bolivarcı rejim içinde bir kırılma yaratmayı hedefliyor.
ABD geçtiğimiz 15 yılda bunu çok denedi. Hatta kısmen başarılı da oldu.
Fakat devşirmeyi başardığı yüksek komutanlar, askerler ve istihbarat şefleri sonunda ABD'ye kaçmak zorunda kaldı.
ABD'nin müdahaleleri hiçbir biçimde Bolivarcı yönetimde ayrıma yol açmadığı gibi muhalefeti de bir alternatif haline getirmedi.
Chávez gibi karizmatik bir liderden sonra asker kökenli olmayan Maduro'nun 13 yıl iktidarda kalmasını Washington'da kimse beklemiyordu.
Maduro'nun en büyük sırrı da bu: Toplumsal yapısı ve iktidar ilişkileri bu kadar kaotik bir ülkeyi ABD'nin sıkı ambargosu altında bile yönetebilmek.
Panama'da General Noriega'yı ele geçirdikten sonra ABD'nin onun yerine koyacağı aktörler vardı.
Şu ana kadar ortaya çıkmış muhalefet liderlerinin hiçbiri ne Chávez'in karizmasına ne de Maduro'nun gösterdiği iradeye sahip.
ABD Panama'yı işgal ettikten sonra 1968'de Omar Torrijos tarafından kurulan "Panama Savunma Kuvvetleri"ni (FDP) tamamen tasfiye etti.
Yerine bir polis teşkilatı kurdu. Yani Panama o tarihten bu yana ordusuz bir devlet.
Buna karşılık Venezuela'da ordunun tamamen tasfiye edilmesi düşünülemez.
İspanyol fethinde askeri bir karakol olarak kurulan bu ülke tarihi boyunca ordu vazgeçilmez bir role sahip oldu.
Panama gibi küçük bir ülkeye bir polis gücüyle egemen olabilirsiniz ama Venezuela'da bunu gerçekleştirmek imkansızdır.
ABD'nin hedefi Maduro'yu düşürerek iktidardaki "Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi"ni (PSUV) ve "Bolivarcı Ulusal Silahlı Kuvvetler"i (FANB) tasfiye etmektir.
ABD bu yolla hem siyasi sistemi hem de orduyu yeniden organize etmeyi hedefliyor.
Ancak halihazırda elinde bu reorganizasyona liderlik edebilecek asker ya da sivil kadrolara sahip değil.
Bolivarcı Rejimin "civico-militar" yapısı Chávez'in bir icadı değil ülkenin coğrafi, demografik ve politik koşulları gereğiydi.
Venezuela'da askerler çok uzun süredir devlet şirketlerinden bürokrasiye üst yönetim kademelerinde yer alıyor.
Fakat aynı ölçüde olmasa da benzer bir durum komşu ülke Brezilya'da da var.
Bu durum ülkenin tüm modern tarihi boyunca böyleydi.
Maduro'nun devrilmesiyle de kısa vadede değişmeyecektir.
Venezuela'da muhalefetin "demokratik denetim"den bekledikleri şey askerlerin sivil otorite tarafından yönetilmesiyse bu ancak Chávez'in kurduğu gibi güçlü bir ulusal liderlik altında mümkün olabilir.
Oysa Venezuela sağı o kadar Washington'a endeksli ki herhangi bir konuda ulusal politika geliştirmekten aciz.
Tüm beklentileri ABD'nin gelip her şeyi yoluna koyması.
Daha da trajik olanı, Venezuela ordusu içinden birilerinin çıkıp Maduro'yu düşürmesini arzulamaları.
Venezuelalı askerlerin bildiği en iyi şey ise egemenlik alanlarını yönetmek ve bunu paylaşmaya hiçbir zaman istekli olmadılar.
Bu yüzden içlerinden etkili siyasetçiler çıktı.
"Comandante" Chávez'in komutası altında 1992'de başarısız askeri darbeyi gerçekleştiren "Bolivarcı Hareket" MBR-200'ün tüm komuta kademesi daha sonra siyasete atıldı.
Maduro dönemi, rejimin diğer güç merkezlerinde olduğu gibi silahlı kuvvetlerde de nitelikli olanın tasfiye edildiği, giderek artan bir yozlaşma ile bugüne geldi.
Fakat yine de komuta kademesinde birçok subayın hayali yeni bir Chavéz olmak.
Bir düzen kurma konusundaki tüm yönetim başarısızlığına ve yarattığı hayal kırıklığına rağmen Venezuela'nın hafızasında diri olan tek lider figürü halen Chávez.
Venezuela, diktatörlükleri istikrara kavuşturma gücüne sahip yozlaşmış ve uyuşturucu kaçakçısı askerlerle her zaman özdeşleşmiştir; ancak aynı zamanda demokrasiyi, insan haklarını ve bu durumu tümüyle yeniden istikrara kavuşturacak yeni bir anayasayı savunan askerlere de sahip olmuştur.
Şimdi ABD'nin Karayip kıyılarındaki askeri yığınağı Venezuela muhalefetini sevindirse de öncelikli hedefi onlara destek olmak değil Bolivarcı Silahlı Kuvvetler içinde bölünme yaratmak.
Sonuçta ordunun desteğini ya da kontrolünü yitiren Maduro'nun iktidarı bırakması arzulanıyor.
Bunu bir hava bombardımanına başlamadan önce halletmek zorundalar çünkü saldırı başladıktan sonra durum tamamen kontrol dışı olacak.
Düzensizliğin hüküm sürdüğü Venezuela topraklarında ABD bombardımanı sonrası tam bir karmaşa hüküm sürecek.
Parçalı yapıya sahip ordu birlikleri, silahlı milisler, komün örgütleri, istihbarat ajanları, paramiliterler, Kolombiya sınırındaki gerilla kuvvetleri, kent çeteleri, petrol sahaları çevresindeki silahlı güçler yeni ve küçük sayısız iktidarlara dönüşecek.
Bunlara bir de komşu ülkelerden gelecek paramiliterler ve "pandilla"ların sınır bölgesinde kuracakları egemenliği de eklemek gerekir.
Venezuela'ya yönelik olası bir askeri harekat, Latin Amerika'da bölgesel bir krize ve büyük güçler arasında doğrudan bir gerilime yol açacağına kesin gözüyle bakmalıyız.
Bunun ABD'ye neye mal olacağını kestirmek pek mümkün değil ama Latin Amerika bölgesinde dengelenmesi yıllarca sürecek bir istikrarsızlığa yol açacak.
Sonuçta tarihsel paralellikler güçlü olsa da, değişen jeopolitik mimari, ABD'nin askeri maceracılığını Panama'da olduğundan çok daha tehlikeli hale getiriyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish