Gazze'de kan akmaya devam ederken, Washington'da diplomatik hesaplar sessizce değişiyor.
Trump, Netanyahu'yu dinlemiyor; İran'la müzakere ediyor; İsrail'i dışarıda bırakıyor.
Bu suskunluk, kopuşun ön sözü olabilir mi?
Bir başkan, iki sınav: Gazze ve İran
Donald Trump, 2024'te yeniden başkan seçildiğinde İsrail'in Gazze'deki saldırıları tüm dünyada öfke toplamaya devam ediyordu.
Beyaz Saray'a dönüşüyle birlikte Trump'ın Ortadoğu'ya nasıl yaklaşacağı merak konusuydu.
Geçmişte Kudüs kararlarıyla İsrail'e sınırsız destek vermiş bir liderin, şimdi akan kanın durmasına nasıl bakacağı belirsizdi.
Ancak ilk sinyaller çelişkiyle geldi. Trump, bir yandan Gazze'deki savaşa son verilmesini istedi, ateşkes çağrısı yaptı, esir değişimi için Hamas'la dolaylı müzakerelere yeşil ışık yaktı.
Diğer yandan İsrail'e yönelik silah sevkiyatını sürdürdü, hatta Biden döneminde dondurulan bomba teslimatlarını yeniden başlattı.
Şubat ayında Washington'da gerçekleşen Netanyahu-Trump görüşmesi ise kırılma noktası oldu.
Bu toplantıda Trump, Gazze'nin ABD kontrolünde "yeniden inşa edilmesini" önerdi.
Bölge halkının göç ettirilmesi ve bir "Ortadoğu Rivierası" yaratılması fikri ortaya atıldı.
Bu plan, dünyada "etnik temizlik" suçlamalarına ve büyük tepkilere yol açtı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Trump ise, bu çıkışı stratejik bir gelecek vizyonu olarak sundu.
Onun için Gazze, artık yoksulluk ve çatışma bölgesi değil; ekonomik dönüşüm sahasıydı.
Ancak bu yaklaşım, İsrail'e duyulan sınırsız destek anlamına gelmiyordu.
Trump, Netanyahu ile diplomatik sahnede birlikte görünse de savaşın sürmesinden rahatsızdı.
Beyaz Saray yetkilileri, savaşın "sürüncemede kalmasını" istemediklerini açıkladı.
Trump'ın özel danışmanları ise, İsrail'in ABD'ye rağmen çatışmayı uzatmasını "sabırsızlıkla" izlediklerini sızdırdı.
Netanyahu'yu duymazdan gelen bir Amerika
Netanyahu'nun asıl beklentisi ise Gazze'den çok İran'a yönelikti.
Tel Aviv, Tahran'ın nükleer kapasitesine karşı daha sert bir tutum bekliyordu.
Hatta İsrail medyasında, Trump'ın göreve gelir gelmez İran'a "önleyici saldırı" düzenlemesi gerektiği tartışılıyordu.
Ancak Trump yönetimi beklenen çizgiyi takip etmedi.
Aksine, Nisan 2025 itibarıyla Washington ve Tahran arasında dolaylı müzakereler başladı.
Umman arabuluculuğunda yürütülen bu görüşmeler, İran'ın nükleer programını yeniden sınırlamaya yönelikti.
Netanyahu yönetimi için bu tablo bir hayal kırıklığıydı.
Çünkü İran'la müzakere, İsrail'in güvenlik doktrinini baltalayan bir adımdı.
Trump ise farklı düşünüyor. Ona göre, bölgeye istikrar getirecek olan sertlik değil, kontrollü denge.
Körfez ülkeleriyle imzalanan milyarlarca dolarlık anlaşmalar, Yemen'de Husilerle yapılan ateşkes ve İran'la başlatılan diyalog, bu yeni stratejinin parçaları.
Hepsinin ortak noktası ise şu: İsrail artık merkezin parçası değil.
İsrail basını bu tabloyu açık biçimde dile getirmeye başladı.
Trump'ın Körfez turuna İsrail'i dahil etmemesi, diplomatik tercih sıralamasındaki değişimin ifadesiydi.
Netanyahu'nun İran'a saldırı talepleri ise doğrudan reddedildi.
Trump'ın bu dosyada "savaş istemediği", hatta İsrail'in sızdırdığı bazı operasyon planlarına öfke duyduğu belirtildi.
Netanyahu'nun, ABD'den aldığı bu mesafe, bölgedeki diplomatik iklimin değiştiğini gösteriyor.
Trump'ın "Önce Amerika" vurgusu, Ortadoğu'ya eski reflekslerle değil; ekonomik ve jeopolitik hesaplarla yaklaşıldığını ortaya koyuyor.
Yeni Ortadoğu: İsrail'siz denklem mi kuruluyor?
Washington'un bölge planlamasında yeni ağırlık merkezi Körfez.
Trump yönetimi, 2025 ilkbaharında gerçekleştirdiği Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ziyaretlerinde dev silah ve yatırım anlaşmalarına imza attı.
Bu görüşmelerde ne Netanyahu vardı ne de İsrail'in adı telaffuz edildi. Sembollerin dili, sözlerden daha kuvvetliydi.
Suudi Arabistan'ın sivil nükleer programı, yapay zeka yatırımları ve savunma teknolojileri konusunda ABD ile iş birliği geliştirmesi, bu yeni düzenin ana taşıyıcılarından biri.
İsrail ise bu sürece gözlemci pozisyonunda.
Trump'ın Riyad'daki konuşmasında İsrail'e sadece bir kez değinmesi, diplomatik öncelikler listesinin nasıl değiştiğini net biçimde ortaya koydu.
Daha da çarpıcı olan, Trump yönetiminin Yemen'de Husilerle varılan geçici ateşkeste İsrail'i dışarda bırakmasıydı.
İsrail uzun zamandır Husilerin İran tarafından desteklendiğini iddia ediyordu ve her diplomatik dosyada bir şekilde masaya oturmak istiyordu.
Fakat bu defa ABD, Doha merkezli arabuluculuk sürecinde Tel Aviv'i bilgilendirme gereği bile duymadı.
Bu yaklaşım, ABD'nin bölgede hem İran hem Körfez ile eş zamanlı iş tutabileceğini, İsrail olmadan da bölgesel denge kurabileceğini gösterdi.
Bir diğer dikkat çekici gelişme ise İbrahim Anlaşmaları.
Trump, Arap ülkeleriyle normalleşme süreçlerinin artık İsrail üzerinden yürümediğini açıkça belirtiyor.
"Onlar zamanı geldiğinde katılır" demesi, Tel Aviv'i başlıktan paranteze dönüştüren bir dil.
Bu diplomatik mesafe, İsrail'in alışık olduğu merkezi rolün artık otomatik olmadığını gösteriyor.
Gazze'nin "yeniden inşası": Bir plan, bir tehdit
Trump'ın Şubat 2025'te ortaya attığı "Gazze projesi", siyasi hesaplardan daha fazlasını ima ediyor.
Ona göre Gazze, mevcut haliyle başarısız, çökmüş bir yapı.
Savaşın sona ermesinden sonra Gazze'nin altyapısı, demografik yapısı ve yönetimi tümüyle değişmeli.
Bu görüşünü Beyaz Saray'da Netanyahu ile yaptığı ilk görüşmede açıkça dile getirdi.
Planın özünde iki adım var:
- Bölgedeki mevcut Filistinli nüfusun göç ettirilmesi
- Ve ardından Gazze'nin turistik, yatırım çekici bir bölgeye dönüştürülmesi.
Trump bu vizyona "Ortadoğu Rivierası" adını verdi.
Amerikan inşaat firmalarının Gazze'de yeniden yapılandırmaya liderlik edeceği ve bu alanın "istikrarlı" yatırım bölgesine dönüşeceği belirtildi.
Bu öneri, dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırdı.
İnsan hakları kuruluşları planı "etnik temizlik" olarak tanımladı.
Birleşmiş Milletler'den doğrudan bir tepki gelmese de Avrupa'da birçok başkent bu önerinin hayata geçirilmesinin uluslararası hukuka aykırı olacağını duyurdu.
Amerikan-Arap toplum kuruluşları da Trump'ı "soykırım ortağı" olarak nitelendirdi.
Ancak Trump geri adım atmadı.
Bu planı, barış sonrası Ortadoğu'nun yeni ekonomik vizyonunun parçası olarak sundu.
Ona göre siyasi çözüm artık yeterli değil; çözüm ancak sermaye ile pekiştirilirse kalıcı olabilir.
Bu söylem, Filistin sorununu bir güvenlik dosyasından çıkartıp gayrimenkul yatırım projesine dönüştürüyor.
Trump'ın Gazze yaklaşımı, insani değil ticari parametrelerle şekilleniyor.
Bu bakış açısı, İsrail'in güvenlik temelli söylemlerinden de farklı.
Çünkü burada mesele Hamas değil; coğrafyanın işlevi.
Bu nedenle, Netanyahu ile aradaki görüş ayrılığı sadece çatışmanın süresiyle değil, çatışmanın neye dönüşeceğiyle de ilgili.
AIPAC ve lobi gücü: Trump neyi geri çevirdi?
Amerikan siyasetinde İsrail yanlısı lobilerin etkisi hâlâ güçlü.
AIPAC başta olmak üzere birçok organizasyon, yıllardır hem Kongre'yi hem Beyaz Saray'ı şekillendirmekte başarılı oldu.
Ancak Trump'ın ikinci döneminde bu denge sarsılıyor.
Beklentiler karşılık bulmuyor.
İlk döneminde Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıyan, Golan Tepeleri'ni İsrail'e "hediye eden" bir başkanın, ikinci dönemde bu kadar mesafeli durması AIPAC için şaşırtıcı.
2025 başında, bu organizasyonun Trump'a ilettiği politika notlarında Gazze'deki operasyonlara tam destek verilmesi, İran'a yönelik daha şahin bir çizgi izlenmesi ve Batı Şeria'daki yerleşimlere sessiz kalınması öneriliyordu.
Ancak Beyaz Saray'dan beklenen yanıtlar gelmedi.
Trump, bu taleplerin neredeyse tamamına temkinli yaklaştı. İran'la müzakerelere girdi, Gazze'de ateşkesi destekledi, İsrail'in Batı Şeria'daki sertleşen politikalarına dair kamuoyu önünde suskun kaldı.
Lobi çevrelerinin bu tutuma karşı nasıl bir tepki vereceği merak konusu.
Ancak bir gerçek var: Trump'ın lobi taleplerine değil, kendi çıkar tanımına göre hareket ettiği izlenimi güçleniyor.
Her ne kadar Trump lobi baskılarına bireysel düzeyde mesafeli davransa da, ABD Kongresi'nde İsrail'e yönelik koşulsuz destek eğilimi hâlâ güçlü.
Cumhuriyetçi Parti içinde özellikle Senato düzeyinde İsrail'in güvenliğine yönelik yardımlar geniş çoğunlukla onaylanmaya devam ediyor.
Washington kulislerinde dolaşan bilgiler, bazı senatörlerin AIPAC tarafından desteklenen kampanya bütçelerinde kesinti tehdidiyle karşılaştığını gösteriyor.
Buna rağmen Trump geri adım atmıyor.
Onun için öncelik, iç politikada seçmene anlatabileceği başarılarda.
İsrail dosyası ise artık oy getiren bir avantaj değil; pahalı ve tartışmalı bir taahhüt.
İsrail'in iç hesapları, Amerikan sandığına etki eder mi?
Netanyahu'nun Washington'daki itibar kaybı, sadece diplomasiyle sınırlı değil.
İsrail iç siyasetinde de etkileri hissediliyor.
Gazze savaşının uzaması, İsrail içinde hükümete yönelik eleştirileri artırırken, Trump'ın Netanyahu'yla arasına koyduğu mesafe, bu sürecin uluslararası boyutunu da etkiliyor.
İsrail kamuoyunda Trump'a hâlâ sempati duyan ciddi bir blok var.
Ancak bu blok giderek parçalanıyor. Çünkü Trump, artık İsrail'e bir "güvenlik garantörü" değil, bir "denge unsuru" olarak yaklaşıyor.
Netanyahu'nun Amerikan medyasında daha az yer bulması, Tel Aviv yönetiminin Washington'la temaslarında öncelik kaybetmesi, bu algıyı pekiştiriyor.
Öte yandan, ABD'de Yahudi seçmen blokunun Trump'a desteği zaten sınırlıydı.
Bu kesimin büyük çoğunluğu Demokrat Parti'yi desteklemeye devam ediyor.
AIPAC gibi lobi yapılarına daha yakın olan Cumhuriyetçi elitlerin ise bu dönemde Trump'a mesafeli durması, 2024 kampanyasındaki uyumun 2025'te dağılmaya başladığını gösteriyor.
Bu koşullarda Netanyahu'nun Amerikan siyasetindeki manevra alanı daralıyor.
Artık Beyaz Saray'daki dost, onun söylediklerine değil, sessizliğine kulak veriyor.
Bu sessizlikte ise yeni bir strateji kodu gizli: İsrail'in sorunları, artık Amerika'nın önceliği değil.
Bu, Washington ile Tel Aviv arasında ilk mesafe değil.
Obama döneminde de Netanyahu'nun Kongre konuşmasıyla yaşanan diplomatik kriz hatırlanabilir.
Ancak bu gerilim, Trump'ın başkanlığında tam tersine, Kudüs ve Golan kararlarıyla yerini yakınlaşmaya bırakmıştı.
Şimdi ise bu yakınlığın yerini daha pragmatik ve sınırlı bir işbirliği alıyor gibi görünüyor.
Netanyahu hükümeti, ABD ile yaşanan bu mesafeyi dengelemek adına Çin, Hindistan ve Afrika'daki diplomatik açılımlara hız veriyor.
İsrail'in savunma sanayii ve yüksek teknoloji alanlarındaki rekabet gücü, onu küresel denklemde hâlâ etkili bir oyuncu kılıyor.
Bu durum, ABD'nin İsrail'i tamamen devre dışı bırakmasının önünde yapısal engeller oluşturuyor.
Trump neden uzaklaştı?
Trump'ın Netanyahu'ya karşı sergilediği mesafeli tutum, yüzeyde geçici bir diplomatik soğukluk gibi görünse de arka planda daha derin bir stratejik hesap yatıyor.
Bu uzaklaşma, ani bir kırılma değil; yeniden kurgulanan bir çıkar sıralamasının sonucu.
Her şeyden önce Trump, Ortadoğu'ya artık farklı bir gözle bakıyor.
İsrail'in savaşla tanımlanan güvenlik ajandasının yerine, Körfez'in enerji, yatırım ve teknoloji temelli geleceğini koyuyor.
Suudi Arabistan, Katar ve BAE gibi ülkelerle yürütülen büyük ölçekli ekonomik anlaşmalar, Washington'un yeni bölgesele dair önceliklerini yansıtıyor.
Bu iş birliklerinin merkezinde Tel Aviv değil; Riyad ve Abu Dabi var.
İkinci olarak, Trump için İran artık sadece bir tehdit değil, aynı zamanda bir fırsat.
Nükleer anlaşma masasının yeniden kurulması, İsrail'in beklentilerinin aksine savaşı değil müzakereyi öne çıkarıyor.
Netanyahu'nun talepleriyle uyuşmayan bu diplomatik yönelim, iki lider arasındaki çizgiyi daha da belirginleştiriyor.
Üçüncü boyutta ise iç siyaset devreye giriyor. Trump, seçimleri kazanmış olsa da İsrail'e mutlak destek vermenin artık Amerikan seçmeni nezdinde eskisi kadar etkili olmadığını biliyor.
Genç seçmen, Arap-Amerikan topluluklar ve Katolik taban, Gazze'deki yıkımı sorgulayan bir tutum sergiliyor.
Bu şartlarda Netanyahu ile yakın durmak, Trump için bir yük haline gelebilir.
Son olarak, Trump lobi etkisinden uzak durmak istiyor.
AIPAC gibi yapılarla arasına belli bir mesafe koyarak, kararlarının kaynağının Beyaz Saray olduğunu vurguluyor.
Geçmişte Irak savaşını bu lobilere bağlayan söylemi, Netanyahu'nun geçmişteki savaş çağrılarına karşı duyduğu güvensizliği açık ediyor.
Tüm bu başlıklar bir araya geldiğinde, Trump'ın uzaklığı bir tepki değil; bilinçli bir yeniden konumlanma.
İsrail hâlâ müttefik, fakat artık her konuda öncelikli değil.
Netanyahu ise bu yeni denklemde alışık olduğu ayrıcalığı kaybediyor.
Sessizlikten doğan kopuş
Trump'ın ikinci başkanlık döneminde İsrail'e yönelik tavrı, yüksek perdeden gelmese de güçlü bir kopuş sinyali taşıyor.
Açıklamalardan çok tercih sıralamasında fark ediliyor.
İran'la masaya oturulurken Netanyahu salonda yok.
Körfez ülkeleriyle milyar dolarlık anlaşmalar imzalanırken Tel Aviv davetli değil.
Gazze için plan yapılırken Filistinlilerden çok yatırımcılar düşünülüyor.
Bu tablo, Trump'ın gözünde İsrail'in sabit bir mihver olmaktan ziyade, daha değişken bir çıkar ortağına dönüştüğüne işaret ediyor.
Bu yeni konumlanma, köklü bir kırılma değilse bile, eski ayrıcalığın sorgulanmaya başlandığını gösteriyor.
Kimi uzmanlar için bu, geçici bir pozisyon düzeltmesi.
Kimileri içinse çok kutuplu dünyanın kaçınılmaz sonucu.
Ne olursa olsun, Gazze ve İran gibi dosyalarda alınan kararlar, Trump'ın Netanyahu'ya duyduğu eski güvenin yerini pragmatik bir mesafeye bıraktığını gösteriyor.
Bu mesafe ne bağları koparıyor ne dostluğu bitiriyor.
Ama Ortadoğu denkleminde İsrail'in artık her denklemin sabiti olmadığını hatırlatıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish