Tarihsel gelişim, kavram
Kişinin suçluluğunun kesin bir yargı kararı ile saptanmasına kadar masum sayılacağı anlamına gelen masumiyet karinesi, suç isnadı altında bulunan kimselerin hâkimler ve kamuoyu nezdinde suçlu varsayılmasını engellemektedir.
İlk kez 1215 tarihli Magna Charta Libertatum'da dile getirilen bu prensip, 18'inci yüzyılda zamanın felsefi ve liberal fikir akımlarının tesiriyle devlet gücünün kötüye kullanılmasını engelleyen, bireyi koruyan bir yargılama prensibi olarak açıkça 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 9'uncu maddesinde yer almıştır.
Karine, insan hakları konusunu tüm dünyaya mâl eden 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (m.11/1) ve 1950 tarihli İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nde de (m. 6/2) yer almaktadır
İlke, yalnızca isnat olunan suç kesin olarak ispat edilmeden mahkûmiyet kararı verilmesini yasaklamakla kalmaz; aynı zamanda kişiye, mahkûmiyet hükmü kuruluncaya kadar suçlu muamelesi yapılmasını da önler.
Ancak bu durum, yeterli ve kuvvetli şüphe sebepleri mevcut olduğu sürece, yargı organlarının muhakemenin amaçlarına hizmet eden, ölçülü ve orantılı önlemler almasını engellemez.
Bununla birlikte söz konusu önlemler hiçbir şekilde kişinin suçlu gibi damgalanmasına ve böyle muamele görmesine yol açmamalıdır.
Masumiyet karinesi, aynı zamanda adil yargılanma hakkına (fair trial) da hizmet eder.
Bu nedenle ceza muhakemesinde ikili bir işlev görür:
- Bireysel koruma işlevi: Vatandaşları, kesinleşmiş mahkûmiyet hükmüne kadar suçlu olarak damgalanmaktan korur.
- Usul işlevi: Ceza muhakemesinin adil yürütülmesini güvence altına alır ve devletin ceza yargılaması süresince tarafsızlık ilkesini pekiştirir.
Kabul edilmelidir ki ceza muhakemesinde hüküm kuruluncaya kadar tüm tedbirler şüpheye dayanılarak uygulanır.
Bu tedbirler sırasında şüpheli veya sanık hakları ile yargılama makamlarının yetkilerinin dengelenmesi bakımından masumiyet karinesi büyük önem taşır.
Hüküm anında ise artık kesin ispat aranır.
Mahkûmiyet için şüphelerin ortadan kaldırılmış olması, maddi gerçeğin her türlü şüpheden ari bulunması, sübuta erdirilmesi gerekir.
Bu da masumiyet karinesinin doğal bir sonucudur.
Hukukumuzda ilkenin görünümü
Türk hukukunda "masumiyet karinesi" 1982 Anayasası'nın 38'inci maddesinin 4'üncü fıkrasında güvence altına alınmıştır.
Anayasadaki bu düzenlemenin bir gereği olarak Ceza Muhakemesi Kanunu'nda ve Türk Ceza Kanunu'nda konuyla ilgili hükümlere yer verilmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Nitekim CMK'nın 93 (yakalanan veya tutuklanan kimselerin nakli), 170 (iddianamede aranan nitelikler), 174 (iddianamenin iadesi) ve 183'üncü (adliye veya duruşma salonunda ses ve görüntü alıcı aletler kullanım yasağı) maddeleri masumiyet karinesi ile bağlantılıdır.
CMK 157'de soruşturma evresinin gizliliğine ilişkin prensip, ceza yargılamasının amaçlarına hizmet ettiği gibi, şüphelinin lekelenmeme hakkını da korumaktadır.
Zira kamu otoritelerinin bireyin masumiyet karinesini ihlal eden tutum ve davranışları, toplum içerisinde onun suçlu olarak addedilmesine, damgalanmasına yol açmakta; ileride hakkındaki ceza soruşturması lehine de sonuçlansa hafızalarda bu şekilde anılmasına neden olmaktadır.
Bu sebepledir ki TCK.'nın 285'inci maddesinin 1'inci fıkrasının (a) bendinde soruşturmanın gizliliğini ihlal, doğrudan masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı üzerindeki etkisi nazarı itibara alınarak yaptırıma bağlanmıştır.
Keza TCK. 286 (soruşturma işlemleri sırasındaki ses veya görüntüleri yetkisiz kayda alma, nakletme) ile TCK. 288 (adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs) maddeleri de masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkını koruyan hükümlerdir.
Lekelenmeme hakkı, kişinin haksız ve mesnetsiz ceza takibatlarına uğratılmaması anlamına da gelir.
Asılsız suç ihbar ve şikâyetleri ile masum kimseleri cezai takibata uğratmak, TCK. 267'nci maddede düzenlenen iftira suçunu oluşturur.
Meselenin ceza yargılamasına bakan yönünde 2017 yılında Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 158'inci maddesine eklenen 6'ncı fıkra düzenlemesi hukukumuz açısından önemli bir merhaledir.
Nitekim ilgili hükümde; "ihbar ve şikâyet konusu fiilin suç oluşturmadığının herhangi bir araştırma yapılmasını gerektirmeksizin açıkça anlaşılması veya ihbar ve şikâyetin soyut ve genel nitelikte olması durumunda soruşturma yapılmasına yer olmadığına karar verilir. Bu durumda şikâyet edilen kişiye şüpheli sıfatı verilemez. (..) Karar, varsa ihbarda bulunana veya şikâyetçiye bildirilir ve bu karara karşı 173'üncü maddedeki usule göre itiraz edilebilir. İtirazın kabulü hâlinde Cumhuriyet başsavcılığı soruşturma işlemlerini başlatır. Bu fıkra uyarınca yapılan işlemler ve verilen kararlar, bunlara mahsus bir sisteme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından görülebilir" denilmek suretiyle "lekelenmeme hakkının muhafazası için soruşturmaya yer olmadığı kararı" verilebileceği düzenlenmiştir.
Böylece kişilerin bizatihi haklarında bir ihbar ya da şikâyetin varlığı ile şüpheli sıfatını alması yeterli olmaktan çıkarılmıştır.
Ceza Muhakemesi Kanunu'nda ihbar ve şikâyetler konusunda nasıl hareket edileceği 158 ila 160 ve devamı maddelerde düzenlenmiştir.
Ceza muhakemesi sistemimiz itibarıyla Cumhuriyet savcısı kendisine bir suç ihbarı geldiğinde işin gerçeğini araştırmak durumundadır.
Ancak ülkemizde insanların şahsi kin ve hırsları, kişisel menfaat gayeleri ile gerçekleştirdikleri asılsız ihbar ve şikâyetler sebebiyle, yapılan her türlü ihbar, şikâyet ve suç atıflarında ilgilisi hakkında bir soruşturma yürütmek, ifadesini almak, tanık dinlemek, delilleri toplamak ve bu toplanan deliller kapsamında CMK. 170'e göre iddianame düzenlemek ya da CMK. 172 uyarınca kovuşturmaya yer olmadığı kararı vermek; uzun süreçleri, adli işlemleri, konunun dağılmasını sonuçlamakta ve bu suretle hem adalet sisteminin doğru ve yerinde işleyişini olumsuz etkilemekte hem de suçlamaya muhatap olan kişinin masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı gibi temel haklarını rencide etmekteydi.
Özellikle kültür olarak haksızlık, hukuka aykırılık bilinci gelişmemiş toplumlarda, devletin işlenen suçları öğrenmek konusundaki menfaati ile halkın, ortada bir haksızlık/suç olmamasına rağmen şahsi/kişisel sebeplerle devlet mekanizmasını araç olarak kullanma eğilimi arasında ciddi bir çatışma ortaya çıkmaktadır.
Zaman içerisinde bu çatışma, adli mekanizma içerisinde gerçek suçlularla uğraşmak için harcanması gereken mesai ve iş gücünün ilgisiz, alakasız masum kimseler üzerinde gerçekleşmesini ve yukarıda bahsettiğimiz ikili mahzurun doğmasını sonuçlamıştır.
Bunun üzerine artan rahatsızlıklar, olumsuzluklar dikkate alınarak kişilerin lekelenmeme hakkını korumak adına "soruşturmaya yer olmadığı kararı" hukukumuza girmiştir.
İç hukukumuzda basın-yayın organları tarafından muhtemel masumiyet karinesi ihlallerini önlemeye yönelik olarak Basın Kanunu'nun 21'inci maddesinde, on sekiz yaşından küçük olan suç faillerinin kimliklerinin açıklanması ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapılması adli para cezası ile karşılanmıştır.
Keza yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Türk Ceza Kanunu'nun 285'inci maddesinde, ceza soruşturmalarının (ve kovuşturmalarda kapalı duruşmaların) gizliliğinin ihlal edilmesi; kişilerin suçlu olacak şekilde algılanmalarına yol açacak görüntülerinin, soruşturma safhasında yapılan gizli işlemlerin içeriğinin yayınlanması yaptırıma bağlanmış, böylece masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkının korunmasına matuf genel bir hükme yer verilmiştir.
Soruşturma safhasında koruma tedbirlerinin icrasında masumiyet karinesinin sağlanması özel bir öneme sahiptir.
Nitekim örneğin, yakalanan kişilere, kaçacaklarına ya da kendisi veya başkalarının hayat ve beden bütünlükleri bakımından tehlike arz ettiğine ilişkin belirtilerin varlığı hâllerinde kelepçe takılabilir (CMK. m. 93).
Çocuklara zincir, kelepçe ve benzeri aletler takılamaz. Ancak zorunlu hâllerde çocuğun kaçmasını, kendisinin veya başkalarının hayat veya beden bütünlükleri bakımından doğabilecek tehlikeleri önlemek için kolluk tarafından gerekli önlem alınabilir (ÇKK. m. 18).
Görüldüğü üzere kelepçe takılması zaruri bir işlem değildir.
Yakalanan kişilere, kaçacakları ya da kendileri veya başkalarının hayat ve beden bütünlükleri bakımından tehlike arz ettiklerine ilişkin yasal şartlar mevcut olmaksızın, onları toplum önünde küçük düşürücü, kişilik haklarını ve masumiyet karinesini ihlal edici tarzda kelepçe takılamaz.
Aksine bir uygulama, masumiyet karinesini (Sözleşme m. 6/2) ve kötü muamele yasağını (Sözleşme m. 3) ihlal eder niteliktedir.
AİHM kararlarında da bu tedbirin ölçülülük ve gereklilik yönünden değerlendirildiği görülmektedir.
Nitekim XV/Avusturya (1967) kararında bir sanığın ellerinin jürinin önünde kelepçelenmesi gerekli bir güvenlik önlemi olarak görüldüğünden ihlal kabul edilmemiştir.
AİHM, kelepçenin ölçülü ve gerekli olup olmadığı noktasında şüphelinin kaçma riski, şiddet riski, kelepçe takılmasında kullanılan gücün oranı, kişinin ne oranda kamuya açık yerlerde bu şekilde ifşa edildiği konularına önem vermektedir.
AİHM, E.Y./Türkiye (2007) kararında şüphelinin kamu menfaati olmaksızın işyerinin otoparkında kelepçelenmesini, daha sonra iş yerine ve evine götürülerek çevresine bu şekilde teşhir edilmesini Sözleşmenin 3'üncü maddesi kapsamında aşağılayıcı muamele kabul etmiştir.
Moisel/Fransa (2002) kararında hasta olan başvurucunun cezaevinden hastaneye kelepçeli olarak götürülmesi; Henaf/Fransa (2003) kararında ameliyat için hastaneye götürülen yaşlı hükümlünün gece boyunca yatağına kelepçelenmesi aşağılayıcı, insanlık dışı muamele olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim Gorodnitchev/Rusya (2005) kararında, haklı bir neden olmaksızın kamuya açık duruşmaya, mahkeme huzuruna sanığın kelepçeli çıkarılması aşağılayıcı muamele olarak değerlendirilmiştir.
Şüpheli ve sanığın susma hakkı da masumiyet karinesi ile bağlantılıdır.
Gerçekten hiç kimse, kendisini ve yakınlarını suçlayıcı bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz (AY.38/5).
Kişinin kendini suçlamaya zorlanamaması ilkesi (nemo tenetur se ipsum accusare), kişinin kendi suçsuzluğunu ispat yükü altında bulunmaması, suçun ispatına ilişkin yargı makamlarına yardım etmeye zorlanamaması ve pasif tutumunun kendi aleyhine yorumlanamaması anlamına gelir.
Bu kapsamda, şüpheli ve sanığın susma hakkı "kendisini suçlamaya zorlanamaması ilkesi"nin bir uzantısını oluşturur.
Şüpheli veya sanık sıfatını alan bir kimse, henüz suçlu olmadığından, susma hakkının, masumiyet karinesinin bir sonucu olduğu da ifade edilmelidir.
Suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz (AY.m.15/2, m.38/4).
Bununla birlikte tatbikatta "sanığın eylemini baştan itibaren inkâr ettiği", "suçunu ikrar etmediği", "maddi gerçeğin aydınlatılmasında hiçbir katkısının olmadığı" ve buna benzer gerekçelerle TCK'nın 62'nci maddesinde düzenlenen takdiri hafifletici sebeplerin uygulanmasına yer olmadığına karar verildiği bazı uygulamalara rastlanmaktadır.
Sanığın susma hakkına ilişkin yukarıda yaptığımız açıklamalar kapsamında bu tarz gerekçelere dayalı olarak TCK'nın 62'nci maddesinin uygulanmasına yer olmadığına dair verilen kararların hukuka uygun olmadığını ifade etmek gerekir.
Failin yargılama sürecinde gösterdiği samimi pişmanlığın, ortaya koyduğu davranışların (TCK. 62), kişinin kendisine yasal olarak tanınan hakları kullandığı halleri kapsar şekilde yorumlanması hatalı bir uygulamadır.
Çünkü sanığın "beyanda bulunmama, hakkındaki isnatları kabul etmeme" imkânı, adil yargılama ve savunma hakkının bir gereğidir (AY.m.36, AİHS.m. 6).
Anayasanın 38'inci maddesinden dayanağını alan susma hakkının masumiyet karinesinin bir sonucu olduğunu ifade etmek gerekir.
Masumiyet karinesi, suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamaması demektir (AY m. 15/2, m. 38/4).
Sanığın kendisi hakkında suç işlediği iddiasıyla açılan bir davada "suçu ikrar etme", "suçu kabul etme", "yargılamayı kolaylaştırma", "maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına hizmet etme" şeklinde yasal bir yükümlülüğü olmadığı muhakkaktır.
Nitekim Yargıtay'ın birçok kararında "CMK'nın 147/1-e maddesi uyarınca susma hakkı bulunan sanığın, suçunu ikrar etmediğinden bahisle yerinde ve yeterli olmayan gerekçeyle yazılı biçimde cezasından TCK'nın 62/1'inci maddesi uyarınca indirim yapılmamasına karar verilmesi yasaya aykırıdır" (Yarg. 13. CD., 10.09.2012, 2011/14728, 2012/18393.
Aynı yönde bkz. Yarg. 12. CD., 10.03.2021, 4352/2455; Yarg. 3. CD., 12.12.2023, 14126/10466; Yarg.19. CD., 23.06.2021, 7514/7152) denilerek, bu husus yukarıda belirttiğimiz prensipler çerçevesinde bozma sebebi sayılmıştır.
AİHM'nin Heaney ve McGuinness/İrlanda (2000) kararında da şüpheli ya da sanığın susma hakkını kullanmasının aleyhe bazı yasal sonuçlar bağlanmasına gerekçe yapılması, masumiyet karinesinin ihlali kabul edilmiştir.
Masumiyet karinesinin kapsam ve özellikleri, AİHM uygulaması
Masumiyet karinesi uyarınca bir kimsenin suçlu olarak nitelendirilebilmesi ve hakkında ceza hukuku müeyyidelerinin tatbik edilebilmesi, yargılama organı tarafından verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmiş olmasına bağlıdır.
Bununla beraber bir kimsenin suç teşkil eden bir eylemden mahkûm olması, eylemi işlediği hususunun her türlü şüpheden uzak şekilde ispat edilmesini gerektirir.
Bu itibarla masumiyet karinesinin ceza yargılamasındaki sonucu ve uygulama alanı esasında ispata ve ispat yükümüne ilişkindir.
Bir suç işlendiği iddiasını şüpheye yer vermeyecek şekilde ispat etmek iddia makamına aittir ve sanık suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir.
Şu hâlde ceza muhakemesinde ispat için sabit oluş (sübut) arandığına göre bunun dışında mahkûmiyet kararı verilmeyecek; şüpheden sanık yararlanır ilkesi (in dubio pro reo) devreye girerek muhakeme beraatle sona erecektir.
Bir suçlunun cezasız kalmasının, bir suçsuzun mahkûm olmasına tercih edilmesi ve suçluluğu sabit oluncaya kadar masum sayılması anlamına gelen şüpheden sanık yararlanır ilkesi, esasen masumiyet karinesinin de doğal bir sonucudur.
Her ne kadar şüpheden sanık yararlanır ilkesi hukukun temel ilkelerinden olsa da bizim uygulamamızda "sanığın delil yokluğundan, yetersizliğinden beraatine" ibaresinin kullanılması yaygındır.
Bununla birlikte CMK 223'ün 2'nci fıkrasının (e) bendindeki "yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması" şeklindeki ifade, yargılanan kişinin masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkı yönünden daha isabetlidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, masumiyet karinesinin etkinliğinin sağlanması ölçütlerine yer verdiği Barberá, Messegué ve Jabardo - İspanya (1988) kararında bu hususlara işaret etmiştir.
Buna göre: yerel yargılama makamlarının hâkimleri, muhakemeye sanığın isnat konusu suçu işlediği önyargısı ile başlamamalıdır.
Muhakemede ispat yükü sanıkta değil, savcıdadır.
Savcı, sanığı mahkûm etmeye yetecek delil araçlarını mahkemeye sunma yükümlülüğü altındadır.
Savcının açtığı davadan sanık haberdar edilmeli; böylece sanığa savunmasını hazırlama ve sunma imkânı tanınmalıdır ve son olarak da sanık şüpheden yararlandırılmalıdır.
İfade edelim ki, şayet yargısal bir karar savunma haklarını kullanma imkânı vermeksizin, resmî olarak suçluluk tespit edilmemesine rağmen sanığın suçlu olduğu düşüncesini yansıtıyor veya ima ediyorsa masumiyet karinesi ihlal edilmiş olur.
Nitekim örneğin AİHM'nin Minelli-İsviçre (1983) kararında; suçlu olduğu sabit olmadan, dava zamanaşımı nedeniyle yargılama sona ermesine rağmen yargılama masraflarının bir kısmının sanığa yüklenmesi masumiyet karinesine aykırı bulunmuştur.
Kural olarak sanık suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir.
AİHM'in uygulamasında bir suç işlendiği iddiasını makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat, suçlayana (savcıya) aittir.
Ancak bazı durumlarda sanığa, savunma haklarını ihlal etmemek şartıyla "sorumluluk karinesi" yüklenebilir.
Kanunlar bazı hâllerde bazı suçlar bakımından karineler getirmek mecburiyetinde kalmıştır.
İçtihatlarda buna genelde gümrük mevzuatından kaynaklı (ülkeye sokulan ya da çıkarılan eşyayı gümrüğe beyan yükümlülüğü) suçlarda rastlansa da, hukukumuzda 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu'nun 4'üncü maddesinde böyle bir ispat yükümü aranmıştır.
Nitekim örneğin Salabiaku/Fransa (1988) ve Pham Hoang/Fransa (1992) kararlarında, Fransız gümrük mevzuatındaki bir madde uyarınca sınırı geçerken yasak mallarla yakalanan kişinin "kaçakçı" olmadığını ispat etmesi aranmıştır.
Fransız Hükûmeti savunmasında, Gümrük Kanunu'nun ilgili maddesinin bir suçluluk karinesi değil, sorumluluk karinesi ihdas ettiğini; gümrük suçlarının çok teknik ve yaygın olduğunu, bunlarla mücadelede etkinliğin önemli olduğunu, devletin çürütülebilir karineler ortaya koyabileceğini belirtmiştir.
AİHM., devletlerin hukuki ve maddi anlamda karineler koyabileceklerini; ancak bunların makul sınırları aşmaması gerektiğini, orantılı ve çürütülebilir karinelere karşı etkili savunma imkânı da sağlanmışsa Sözleşme'nin 6/2'nci maddesinin yani masumiyet karinesinin ihlal edilmiş sayılmayacağını ifade etmiştir.
Suç isnadı altında bulunan kimseyi dikkate alan masumiyet karinesinin, hukuk yargılamalarında tatbik imkânı bulunmamaktadır.
Sözleşme'nin 6'ncı maddesinin 2'nci fıkrasında geçen "suç" tabiri, teknik anlamda kullanılmıştır.
Ancak AİHM., "ceza hukuku alanında suçlar"ın neler olduğunu saptarken kendisini akit devletlerin iç hukukuyla tam olarak bağlı saymamaktadır.
Nitekim Öztürk/Almanya (1984) kararında, Alman mevzuatına göre idari suç niteliğinde bulunan eylemin Sözleşme'nin 6'ncı maddesi bakımından "cezai" nitelikte olduğunu; Mahkemenin ülkelerin iç hukuklarındaki sınıflandırmalarla bağlı olmadığını, masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı gibi güvencelerden vatandaşların akit devletlerin yorumuna, düzenlemelerine bağlı kalarak mahrum bırakılamayacağını ortaya koymuştur.
Masumiyet karinesinin etkilerini doğurması bakımından ceza davasının açılmış olması şart değildir.
Bireyin suç işlediği şüphesiyle hakkında ilk kovuşturma işleminin yapıldığı andan itibaren ilke etkilerini doğurmaya başlar (Minelli–İsviçre (1983) kararı) ve etkisini yalnızca ceza davası ve sonuçlarıyla sınırlı değil, muhakeme faaliyetinin tüm safhalarında ve bu davayla bağlantılı öteki davalarda da gösterir.
Hemen ifade edelim ki, bir ceza soruşturmasında tutuklanan sanığın, yargılanıp beraat ettikten sonra haksız tutuklamanın varlığı sebebiyle bulunduğu tazminat isteminin reddi peşinen masumiyet karinesinin ihlali sayılmaz.
Englert–Almanya (1987) davasında, müracaatçı beraat ettiği bir yargılama sonrasında tutuklu kaldığı günler için devletten tazminat talebinde bulunmuş; ancak bu talebi Alman yerel mahkemesince reddedilmiştir.
AİHM., konuyla ilgili içtihadında, yerel mahkemenin tutuklu kalınan süreyle ilgili tazminat talebini reddederken gösterdiği gerekçelerin beraat etmiş sanığın üzerinde hâlen mevcut bir suçluluk şüphesine işaret etmediğini; bu nedenle masumiyet karinesinin ihlal edilmediğini belirtmiştir.
Buna karşılık Sekanina-Avusturya (1993) kararında Mahkeme, ceza muhakemesinin işin esasına girilmeksizin sona erdirildiği durumlarda şüphenin dile getirilmesinin mümkün olduğunu; ancak kesin hükümle beraat kararı verildikten sonra artık sanığın şüphe altında olduğu gerekçe gösterilerek uyuşmazlıkla ilgisi olan diğer bir işlemin yapılamayacağını, bu itibarla beraat kararı verildikten sonra talep edilen bir tazminatın, sanık üzerindeki şüphenin devam ettiği gerekçesiyle reddinin masumiyet karinesini ihlal ettiğini ifade etmiştir.
Delil yetersizliği sebebiyle şüpheden yararlanarak beraat eden sanığın bu kararın kesinleşmesinden sonra, söz konusu kararın gerekçesi de dâhil olmak üzere suçluluğu konusundaki şüphelerin devam ettiğini telkin ve ima eden beyanların mevcudiyeti de masumiyet karinesine aykırıdır (Rushidi–Avusturya (2000), Lamanna–Avusturya (2001) kararı).
Yine Türk Anayasa Mahkemesi 2 Aralık 2015 tarihli S.A. başvurusunda (Başvuru No: 2013/1503), göreve son verilmeye dayanak yapılan ceza davasında zamanaşımından düşme kararı verildiği hâlde, göreve başlatılmama nedeniyle açılan davada masumiyet karinesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
Karine, basının haber verme hakkının da sınırlarından birini oluşturur.
Keza yalnızca yargı organlarına değil, tüm devlet organlarına yükümlülük getirir.
Nitekim Mahkeme Sekanina-Avusturya (1993) kararında, kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın bir bakanın sanığı suçlayıcı nitelikte basın açıklaması yapmasını masumiyet karinesinin ihlali olarak değerlendirmiştir.
Yine Allenet de Ribemont-Fransa (1995) kararında da masumiyet karinesinin sadece yargı organları açısından bağlayıcı olmadığının altı çizilmiştir.
Davaya konu olayda; Aralık 1976'da dönemin Fransız İçişleri Bakanı yüksek düzeydeki polis şeflerinin de katıldığı bir basın açıklamasında başvurucuyu birkaç gün önce ünlü bir parlamentere karşı gerçekleştirilen suikastın sorumlusu olarak nitelendirmiştir.
Mahkeme, yürütülmekte olan bir ceza soruşturması hakkında yetkililerin kamuoyuna bilgi verebileceğini; ancak bu yapılırken masumiyet karinesini ihlal etmeyecek dikkat ve titizliğin gösterilmesi gerektiğini, davaya konu olayda ise başvurucunun suçlu olduğuna kamuoyunun inanmasının sağlandığını ve ayrıca yetkili yargısal makamın olayları takdir tarzına da zarar verildiğini ifade ederek Sözleşme'nin 6'ncı maddesinin 2'nci fıkrasının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.
Mahkeme Daktaras-Litvanya (2000) kararında da bir kimsenin yargılanarak bir suçtan dolayı hüküm giymesi aşamasından önce, yetkililerin beyanlarında kullandıkları ifadelerin seçiminin önemini vurgulamıştır.
Resmî makamların soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde, şüpheli/sanık konumundaki kişilerin toplum önünde suçlu ilan edilmesine matuf açıklamalarının masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkının ihlali niteliğinde olduğu hususunda AİHM'nin Butkevičius/Litvanya (2002), Garycki/Polonya (2007) ve A.L./Almanya (2015) kararları da zikredilebilir.
Son olarak belirtelim ki, masumiyet karinesi, yargı organının cezanın ferdileştirilmesi açısından sanığın geçmiş adli sicil kaydını araştırmasına engel değildir (örneğin, Englert/Almanya (1987), Böhmer/Almanya (2003) kararları).
Yine ceza yargılaması sırasında delillerin tespiti ve maddi gerçeğe ulaşmak amacıyla yapılan kan testleri, solunum testleri gibi tıbbi araştırmalar; parmak izi üzerinde yapılan tetkikler, konutta ve sanığın üzerinde yapılan aramalar masumiyet karinesini ihlal etmez.
Burada amaç, maddi gerçeğin ortaya çıkartılmasıdır.
Bu nedenle, insan bedenindeki iz, emare ve delilleri elde etmek amacıyla insan vücudu üzerinde yapılan incelemelerin karineye aykırılık oluşturması söz konusu değildir.
Bitirirken…
Masumiyet karinesi, farazi veya şekli bir prensip değildir; içeriği, yukarıda belirtilen kurallara uyulmak suretiyle somut olarak doldurulmalıdır.
Bu ilke, hâkimden ya da kamu otoritelerinden, şüpheli veya sanık hakkında suçlu olduğuna dair güçlü emareler bulunmasına rağmen, onu psikolojik olarak imkânsız bir "masum görme hünerini" yahut muhtemelen suçlu olduğu gerçeğinin "zihinden tamamen silinmesini" talep etmez.
Esas olan, bireye henüz kesinleşmiş mahkûmiyet hükmü bulunmadıkça suçluymuş gibi muamele edilmemesidir.
Masumiyet karinesi, yargılama sırasında başvurulan tedbirlerin ölçülülüğünü, orantılılığını ve görünüşte haklılığını denetleyen; şüpheli veya sanığın hangi müdahalelere katlanmak zorunda olduğunun sınırlarını belirleyen bir normatif çerçeve işlevi görür.
Bununla birlikte masumiyet karinesi, yalnızca bireyin ceza yargılaması süresince suçsuz kabul edilmesini sağlayan teknik bir düzenleme değil; aynı zamanda hukuk devletinin, insan onurunun ve adil yargılanma hakkının özünü oluşturan anayasal bir güvencedir.
İlkenin hem ulusal düzeyde anayasa, ceza muhakemesi ve ceza hukuku mevzuatında; hem de uluslararası düzeyde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında korunması, bu hakkın normatif ve evrensel değerini pekiştirmektedir.
Bu çerçevede masumiyet karinesi, yalnızca ceza muhakemesi sürecinde değil, devletin tüm organlarının bireye yaklaşımında da bağlayıcı bir ilke olarak ortaya çıkar.
Keyfî suç isnatlarına karşı bireyi koruduğu gibi, toplumsal barışın sağlanmasını ve demokratik hukuk düzenine duyulan güvenin güçlendirilmesini de teminat altına alır.
Dolayısıyla masumiyet karinesi, ceza yargılamasının sınırlarını belirlemekle kalmayıp; temel hakların korunması ve adalet sistemine duyulan inancın sürdürülmesi açısından da vazgeçilmez bir işlev görmektedir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish