Sözleri yarım kalan bir kuşak üzerinden tarihi ve günümüzü sorgulamak

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Geçtiğimiz hafta Sedat Yenigün kuşağı üzerinden yürütmeye çalıştığım, "İslamcılığın oluşum dönemi üzerindeki bu kuşağın yarıda kalan öyküleri geride ne bıraktı?"ya dair sorgulamaları bu hafta da sürdürmeye çalışacağım.

Aslında sorun, bu kuşağın arayışları ve sorgulamalarının, gençliğin büyük kesimini saran ama farklı sosyolojilere ya da perspektiflere dağılmış bakışların parçaladığı bir yarım yamalaklıklar nedeniyle bütünleştirilememesidir.

Gerçi tarih bir ağlama duvarı değildir. Sosyopolitik değişim açısından bir fırsat zuhur etmiş ama sözleri ağızlarından (ç)alınan bu kuşak adına, bu sözleri iktidar hırsına kurban eden başkaları konuşmuştur. 


Cumhuriyetin Aydınlanmacı totalitarizminin el altından bir mürebbi edasıyla üstlendiği sorgulama ve hatta çareler üretme tavrı ise, konuşma özgürlüklerini de askıya alan, bir bilgeliğin öğreticiliği edasındadır.

Farklı perspektiflere bölünmüş olan muhalif cenahlar ise, bırakın müşterek bir strateji ortaya koymayı, birbiriyle didişen ve özünde muhalif oldukları sistemin totaliterliğini üstlenmeye çalışan bir körlük içerisindedirler.

Dolayısıyla da sistemin bu totaliter zihniyetini yıkmaya ve orada peyda olan tikellikler (İslamlık, Türklük, sosyalistlik, Alevilik, Kürtlük…) üzerinden demokratik bir çoğulculuğu gerçekleştirmeye yönelmek gibi çoğulcu bir bilinç içerisinde değildirler. 


Yine de ve bu doğrudan onların gayretleriyle sağlanmış olmasa da, dünya değişmekte ve İkinci Dünya Savaşı öncesine dair totaliter eğilimler giderek tasfiye olunmaktadır. Laikçi ahlakın toplumsal ve siyasal bir karşılığı yoktur.

Aydınlanmacı bilimin bütüncüllüğü göreceli bir bilimsel anlayışın parçacı yaklaşımları tarafından aşılmıştır. Darvinci bir antropoloji yapısalcı veya işlevselci eğilimlerin sahadaki gözlemleriyle itibarsızlaştırılmıştır.

Demokratik bir siyasetbiliminin çoğulculuğu, "millî irade" kavramında vücut bulan cumhuriyetçi bir tekilciliğe asla cevaplandıramayacağı sorular yönelterek eleştirel bir siyasallığın ufkunu açmıştır.

Kısacası dünya savaşları ve de sömürgecilik sonrasında yeni bir dünya kurulmaktadır; mevcut dünya ise ne kadar yadsırsa yadsısın, ideolojik perspektiflere yerleşmeye çalışan yeni söylemler (dünya görüşleri), kendisini tartışılamaz addeden iktidar alanını bu çoğulluğa açmak istemektedir.

Bu ise siyasetin çoğulculaştırılması anlamına gelse de, henüz buna dair söylemler belirginleştirilebilmiş değildir.   


Cumhuriyetçiliğin üzerinde titrediği laikçi Batıcılığın sömürgecilik sonrası koşullarındaki itibarı hayli sarsılmış olsa da, buna muhalif cenahların sorgulamalarını minör bir dil üzerinden sürdürmek yerine, iktidarın bu majör dilinin etkilerini üzerlerinden atamamaları, geleceğe dair olumlu ve anlamlı bir bilinç taşımadıklarını ve hâkim söylemsel alanın sınırlılıklarını aşamadıklarını ortaya koymaktadır.

İslamcılar Doğu-Batı ikilemini ve kendine özgü bir modernliğe karşı geleneksel eğilimlerin etkilerini aşamamaktadır. Kürtler terörün girdabından kurtularak "sivil" bir siyasete yönelememektedir.

İstisnalar bir yana, liberaller, laikçi bir siyasallığın ezberlerinden kurtulamamaktadır. Sosyalistler ulusalcı solun Kemalist bagajından vazgeçememektedir. Aleviler Osmanlıdan beri gelen korku duvarıyla ve bunun ürettiği sorunlarla yüzleşememektedir. 


Kuşağın bazı aydınları zamanla bu durumun farkına varsa da, yine de, Sovyetlerin çöktüğü ve dünyanın çoğulcu bir gidişata yöneldiği bir sürece hazırlıksız yakalanılacaktır.

Gerçi bu yeni dünyayı, modernizmin ve hatta post-modernizmin ödünç sözcükleriyle, eleştirel bir perspektiften konuşmanın minör diliyle takip etmek isteseler de artık oldukça geçtir.

Birçok önemli isimleri kaybetmişler, Türkiye ile kapitalizmin bütünleştiği bir evrede, büsbütün çaresiz kalmışlardır.

Bu durumu görerek, direnmek yerine uzlaşmayı tercih eden Milli Görüş'ün "genç" kuşağı ise, her ne kadar arzuladıkları uzlaşmayı yakalayamasalar da, temsil ettikleri bu önemli birikimi, siyasal bir alternatif olarak dünya pazarlarına sürecek, kitle ise bu gidişatı sorgulamaksızın izleyecektir.

Ve bu "siyasal" sürüm, İslam dünyası üzerinde, bir önceki Kemalist sürümün etkisini büsbütün ortadan kaldıramasa da, büyük ölçüde etkili olacaktır. 


Gerçi cari dünya öyle veya böyle çökmektedir ve yeni söylemlerin bölük pörçük dili, geleceği sayıklamaktadır. Bunun için de geçmişin ruhuna müracaat edilmekte ve oradaki söylemler günümüzün diline ulanmaktadır.

Ve bu dil her şeyden önce eleştireldir. İtiraza dayanır ve kamusallığın kalın diline sessiz(leştirilmiş) olanın sesini duyurur. Putyıkıcıdır kuşkusuz, belki de yeni ikonagrafiler resmetmektedir mevcudun boşluklarında.

Oysa mevcut iktidarın topluma tahakküm eden barok gövdesi, hiçbir iktidar boşluğu bırakmadığı zannındadır. Ama her yeni söylem, bu zannın eklemlerini sökerek yeni bakışlar ekler geleceğin oylumlarına.

Mesellerle konuşur kimi, kimi de bilimsellikten dem vurarak şaşırtır egemen ezberleri. Şiirsel imgelerle sökün eder bu dil ya da diyalektik bir imgelemle parçalanır mevcut kültler (tapınım nesneleri).

Coğrafyaları sömürgeleştiren bir üsttenciliğe coğrafyanın kader olmadığına dair dersler verilir şairin geleceği sayıklayan dizeleriyle. "Devlet dersinde öldürülmüş" çocukların çığlıklarıdır bunlar ki bilinmezdir "solgun bir halkın çocukları"nın ne zaman dirileceği.

Yanlıştı belki yargı: direnmek yerine yanlışlıkla yazılmıştır, dirilmek. Belki de bir türlü "yamuk" bakamayan düz bakışlar fark edememektedir bu ayrıntıları ve bu yüzden "birçok sayfası atlanarak bitirilmiş kitap"lar yeniden okunmalı, üstünkörü edinilmiş kavramlar üzerinde ise yeni baştan düşünülmelidir. 


Bu bağlam içerisindeki İslamcılık, geleneksel dindarlığın iddialarından vazgeçmiş edilginliği kadar, laikçiliğin dini kalplere gömmeye azmetmiş köktenciliğine karşı da eleştirel bir dil oluşturmaya çalışmaktadır.

Gerçi her iki kültürün de etkisi altındadır ve en önemli eksiği olan "eleştirel düşünme dersleri"nden de ikmale kalmıştır. Çoğullaşmaya açık bir kökenselliğe atfetmektedir kendisini ama bu kökenin çoğulluğunun bile henüz tam olarak farkında değildir.

Sözgelimi müfredatına Medine Sözleşmesinin çoğulcu dilini ekleyememiştir. Zira hâlâ ravilerin aktarımlarındaki dili sökememekte ve bu dilin tarihselliğinin etkilerinden kurtulamamaktadır. 


Kuşkusuz nübüvvetin sürekliliğinin unutulmaya yüz tutmuş seslenişini yenileme çabası içerisindedir. Evet, Kuran okunmalıdır, hem de bir dirinin kalbiyle ve yaşadığı çağın dilini konuşan bir müminin diliyle.

Bu ise her şeyin yeni baştan düşünülmesi ve anlaşılması demektir. Dolayısıyla içerisinde bulunduğu çaba, arkaikliğin şaibesiyle susturulmuş bir kitabı yeniden konuşturmaya dair varoluşçu ve yorumsal bir sıçrama çabası olmalıdır.

Bu ister sömürgeciliğin uyandırdığı bir bilinçaltı, isterse sömürgecilik sonrası düş kırıklıklarının yarattığı bir ütopya olsun, son tahlilde yeni bir tahayyüldür ve bu tahayyül sonrası dünya öyle veya böyle ciddi bir değişime uğramıştır. 


İktidarı esas alan biçimsel bir kavrayışın aculluğu ise, bu etkileniş, siyasetle din arasındaki gelgitlerin güncelliğiyle ilgili olsa da, aklı başında hiçbir İslamcı için bu asla belirleyici bir etken değildir.

Çünkü İslami bakış daha derinlikli ve daha çok anlamsaldır. Öyle ki insanın yeryüzündeki temel krizi, ne kadar üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, varoluşsal bir anlam krizidir.

Dahası Allah'ın önemli bir misyon yüklediği bu varlığın düşürüldüğü acz (zayıf düşürülmüşlük)'den kurtarılarak özgürleştirilmesi ve bunun, insana bir çatı teşkil edecek olan bir cemaat/topluluk içerisinde gerçekleştirilmesidir.

Kısacası insanı kurtuluşa çağıran ve yönelten bu seslenişin, buradan illa ki bir iktidar hakkı çıkarmasa da, toplumsal herhangi bir edime bigâne kalması da düşünülemez. 


Bakışları iktidara yönelten ise daha çok laikliğin dindar kesimler üzerinde bir silah, dahası ezici bir baskılama aracı olarak kullanılmasıdır.

Laisizmin Türkiye'deki alımlanma biçimi, antidemokratik bir modernleşme tablosunu da Türkiye'ye ve hatta İslam dünyasına kabul ettirmeye çalışan aracı bir işlev görmekteydi.

Öyle ki Türkiye, bu alımlanmaya uygunlaştırılmış bir Osmanlı sonrasıdır. Bu uygunluk geleceğe de kendi uyarlanmışlığının perspektifinden bakar.

Kemalizm olarak tanımlanan bu eğilimin paradoksu, Batı dünyası karşısındaki psikolojik yenilmişliğini İslam dünyasına adeta bir kurtuluş edasıyla takdim etmesidir.

Kemalistlerin oldukça çelişkilerle yüklü iktidarlarını riyakâr bir biçimde demokrasi olarak tanımlamaları, bu iktidara karşı mevzilenmiş İslamcılığı ister istemez demokrasi karşıtı bir söyleme ve hatta demokrasinin küfürle suçlanması kolaycılığına yöneltmiştir.

İslamcı eğilimin başlangıca ilişkin bu gibi çocuksu yanları bir tarafa, temel olarak toplumcu, çoğulcu ve katılımcı bir siyasayı bu laikçi tutuma karşı çıkarmakta ama çeşitli manipülasyonlarla ve saldırılarla önü kesilmeye ve sureti haktan gözüken işbirlikçiler eliyle de asli çizgisinden saptırılmaya çalışılmaktadır. 


Rahmetli Akif Emre de bu olumlulukların eksiltildiği ve dindar kesimlerin giderek küresel/kapitalist güçlere ısındırıldığı süreçten, daha 2000li yılların başında, "İslamcılık yaptık da ne oldu?" başlıklı yazısında söz etmişti.

Bu süreç ise İslamcılığın evrenselciliğinden Müslümancılığın yerelliğine yönelişle malûldür. Günümüzde geldiğimiz nokta ise, İslamcılığın temel ilkeleri yanında insanlığın da karşıtı olan güçlerin Türkiye'yi getirdiği tıkanma ve iflas noktasıdır.

Çeteleşmiş güçlerin siyasete egemen olduğu bu şartlarda, Metin'in, Sedat'ın, Akif'in… eksiltildiği bir çizginin nasıl bir anlam kaymasına ve kaybına yol açtığı da ortada.

Elbette ki en önemli kayıp ise,  artık devrimci ve yenilikçi bir İslam ve insanlık adına konuşamama noktasına gelinmiş olunmasıdır.


Nitekim bu gidişatın erken uyarıcılarından biri, Nurettin Topçu da, daha 1960lı yıllarda bu sapmaya dikkat çekmekteydi:

Hak ve iktidar, muayyen ölçüler vererek başkasına ısmarlanan elbise değildir, ancak onlara inananların eseridir. Ancak bu şaşkınlıktan din bezirgânı sahtekârlar faydalanıyor ve davamızın İslam'a aykırılığından büyücü ifadeleriyle bahsediyorlar. Halk bilmiyor ki, hiçbirisi dini ruha sahip olmayan bu şarlatanlar halkı din adına soyarlarken, çiğnenip darbelenen İslam dinidir. Bizim sosyalizmimiz İslam'ın ta kendisidir…


Ne var ki, 28 Şubat zorbalığı karşısında yakınlaşan tüm dinî eğilimler kadar, birçok liberali, sosyalisti, Alevi'yi, Kürdü; yani bütün muhalif ihtimalleri elinin altında toplayan bir kendini bilmezliğin ülkeyi getirdiği durum, bu muhalif eğilimlerin siyasal açıdan konuşamaz hale getirilmeye çalışıldığı bir Doğu Bloku manzarasıdır.

Oysaki iki binli yılların başında, Türkiye ve çevresindeki ülkeler, adeta Avrupa Birliği gibi bir topluluk oluşturma iklimindeydi. Kemalizm sonrası şartlarda bölge ülkelerinin ulusalcı cenderelere sıkıştırıldığı koşulların aşılması için beliren bu altın fırsat, maalesef, fırsatın "altın"a dönüştürülme hevesindeki bezirgân politikacılarca elden kaçırıldı.


Sadece bu değil elbette... Bu fırsatın kaçırılmasıyla birlikte bölgenin insicamı büsbütün tahrip edildiği gibi, İslam ve siyaset kelimelerinin yan yana getirilmesi de imkânsızlaştırıldı.

"Siyasal İslam(cılık)" terkibinin öcüleştirilmesi, 1980lerdeki işbirlikçiliğin en büyük ödülü (!)'dür. Oysa bırakın İslamlığı, toplumsal herhangi bir olgunun siyasetin dışında tutulması, akla ve demokratik anlayışa muhaldir.

Bu, olsa olsa Jakoben cumhuriyetçiliğin ve türevlerinin, siyaseti kendileri açısından kolaylaştırmanın zorbaca zihniyetidir. 


Toplumu birörnekleştirmeye, dolayısıyla da vasatileştirmeye azmetmiş bu tip bir cumhuriyetçiliğe karşı kimi aydınlar ise demokratikleşmeyi, yani toplumsal farklılıkların siyasete katılımını ve temsilini savunmaktadırlar.

Chantall Mouffe tarafından sorunsallaştırılan demokrasi kavramını irdeleyen "Siyasal Arayışlar, Nasıl Yapmalı?" adlı kitap "boyunca sürdürmeye çalıştığım tartışmanın eksenlerinden birisi olan 'özel ve kamusal' ayrımı, onun da ötesinde aklın, bilimin ve hatta ahlakın siyasette temel bir belirleyici olmadığına dair Richard Rorty'nin tezi, Türkiye'deki laiklik tartışmaları sırasında, farklı bir bağlamda da olsa, sıkça tartışıldı.

Gerçi liberal Rorty'ye göre özel ve kamusal ayrımı aşılmasına gerek olmayan bir ayrımdır ama onun yaklaşımı özel olanı kamusaldan dışlama amaçlı değil, tam aksine özel alanın özerkliğini korumak ve bunu kamusal alandaki örgütlenme inisiyatifleriyle karıştırmamak gibi daha olumlu bir niyete matuftur.

Tıpkı aklın da siyasette temel veya nihai belirleyici olmadığına ve siyasetin gündelik ve pratik çözümlerle ('liberal bölük pörçük çözümlerle') kendi yolunu açması gerektiğine dair temelde pragmatist bakış açısını, aklı evrensel ve nihai belirleyici olarak gören 'Aydınlanmacı' teze karşı öne sürmesi gibi. 


Bu çoğulcu izleği takip eden bir okuma ve davranma biçiminin, günümüzde önümüze dağ gibi yığılmış olan toplumsal boğuntuyu rahatlıkla aşabileceği ise oldukça açık:

"Zira cumhuriyetçiliğin temel 'millî iradeciliği'ne karşı, demokrasi tam da bu genel iradenin dışına sürüklenmiş/zorlanmış olanların siyasala bir taşınma" ve dahil edilme biçimi olarak, yabancılaşmışlıkların da aşılmasıdır.

Ulusalcılık ya da laiklik çekinceleriyle dışlanmaya çalışılan cemaatlerin, kültürlerin ya da etnik kimliklerin eksiltildiği bir siyasallık ise bir demokrasi olmayıp, sadece bir cumhuriyet ve hatta bir oligarşidir.

Esasında bu durum, Türkiye laikliğinin de temel çıkmazıdır. Diyanet Teşkilatı adı altında dinsel idareyi içleyen Cumhuriyetçiler, bu durumun laikliğe aykırılığını tartışmaya açmazken (çünkü bu da bir boyun eğdirilme biçimidir ve farklı eğilimleri boyunduruk altına aldıkça gönülleri rahat etmekte, cumhuriyetçilikleri pekişmektedir), dinî çevrelerin düşünsel veya toplumsal taleplerini her aşamasında laikliğe mugayir bir girişim olarak yargılayarak bastırmaya çalışmışlardır. 

Mouffe ise bu meseleye sadece etik bağlamda değinmez. Aslında dikkat çekmek istediği yön, etnik, cemaatsel veya benzeri toplumsal arzu, duygu ve tutkuların siyasal alanda hesaba katılmadığı liberal körlüğün siyaseti getirip bıraktığı olumsuzluklar ve çözümsüzlüklerdir. Kaldı ki liberalizm toplumsal eşitsizlikler meselesinde de, mümkün olduğunca mevzuya girmekten kaçınarak, bu meseleleri olabildiğince siyaset dışı tutmaya çalışır. Oysaki siyasetin, insanlığın hiçbir meselesini görmezlikten gelmek gibi bir lüksü, kibri ya da kaprisi olamaz. Kaldı ki görmezlikten gelinen meseleler eninde sonunda kendilerini, hem de üstesinden gelinemeyecek bir biçimde ifade etmenin bir yolunu bulacaktır. Ama bu dile gelme, verili hukuka mugayir olsa bile, adalete olan o temel ihtiyacın daha derin iştiyakıyla, hem de siyasal sistemi sil baştan elden geçirecek bir hışımla çıkagelecektir. Akilane bir siyasal tutum ise, siyasal sorunları, bu sorunları bastırmaya çalışmak yerine, toplumun derinden yaralanmasına yol açma noktasına gelmeden, yani bunları bir krize dönüştürmeden ve bu kriz noktalarını kanatmaksızın görmek, alenileştirmek, kendilerini ifade etme şansını vermek ve bunlara çözümler üretebilmekle yükümlüdür.


Tabi meseleye demokrasi kavramının güncelliği yanı sıra, Medine Sözleşmesinin çoğulculuğu açısından da bakabiliriz.

Yani gerek Muhammed İkbal gerekse Malik bin Nebi'nin yaklaşımlarıyla, İslam tarihinin başlangıcında "rüşeym halinde kalmış olan bir şura yönetimi" çerçevesinden.

Ve sorabiliriz kendi kendimize: Neden İbn Haldun veya "çağdaşları" olan başka Müslüman düşünürler (mesela Reşidüddin Fazlullah, İbn Fazlullah el Ömerî ve hatta Kâtip Çelebi), İtalyan şehir yönetimlerinin şura (demokrasi) ile yönetildiklerini bildikleri halde, kendi dönemlerindeki sultanlıkları eleştirmediler ve İslam dünyasında da benzeri yönetimlerin olması gerektiğine dair bir çaba ya da arzu içerisinde olmadılar?

Ve kelimenin tam anlamıyla hâlâ da tüm içtenliğimiz ve ciddiyetimizle sor(gulay)amadığımız, üzerinde düşünemediğimiz bu soruyu sorulamaz ve bizim de bu soru(n) üzerinde düşünemez olmamız üzerinde, Metinlerin, Sedatların, dahası Şeriatilerin, Malcolmlerin ölümleri üzerinden de olsa yeniden düşünmemiz, tarihi olduğu kadar günümüzü de yargılamamız ve sorgulamamız gerekmez miydi?

İslamcılar ve hatta İslam dünyası neden böylesi bir sorgulamaya girişmedi? Tarihin kopma noktaları kadar toplumun kırılganlığını ya da onu (bizi) bundan uzak tutan zaaflarını neden araştırmaya girişmediler (girişmedik)? Ne dersiniz?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU