Yûnus'a dair (1)

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim

                                        Yûnus Emre


Anadolu bir yangın yerini andırıyordu. Alaeddin Keykûbad'ın vefatından sonra Anadolu Selçuklu tahtına İzzeddin Keykavûs geçmiş, Keykavûs'un döneminde Anadolu'da baş gösteren Baba İshak isyanında isyancılar Anadolu'yu baştan başa yakıp yıkmıştı.

Bir taraftan da Moğol istilası tehlikesi hızla yaklaşmaktaydı. İzzeddin Keykavûs'un vefatından sonra Selçuklu tahtına Gıyaseddin Keyhüsrev geçer.

Moğollar 1243'te meşhur Kösedağ Savaşı ile Anadolu'yu bir baştan diğer başa ele geçirirler. Artık dirlik düzen bozulmuştur.

Zaten, Anadolu Selçukluları daha önceki Haçlı Savaşlarının ve iç savaşların yıkıntılarının üstesinden gelecek istikrarda ve güçte de değildir.

Moğol işgali Anadolu'ya açlık, kıtlık ve ümitsizlikten başka bir şey getirememiştir. Anadolu coğrafyası hem maddeten hem de ma'nen bir çöküntü yaşıyordu.

Selçuklu'nun zayıflaması sonucunda Anadolu'nun birçok yerlerinde beylikler kurulmaya başlar. Bu dönem, tam bir ara dönem özelliği taşır.

Yani Selçuklu Devleti'nin yıkılıp Osmanlı Devleti'nin kuruluşu arasındaki dönemdir. Anadolu halkının bütün bezginliğine haraplığına karşın bu dönem Anadolu tasavvufunun en cânlı döneminin de başlangıcıdır.

Moğol istilasından kaçıp Anadolu'ya akın eden Horasan dervişlerinin faaliyetleri bu dönemde zirveye çıkar.

İran coğrafyasında dünyadan elini eteğini çekmek suretinde kendisini gösteren tasavvuf, Anadolu'ya göçen Horasan dervişlerinin elinde dirlik ve birliği yeniden kurmanın fikrî altyapısına dönüşmek üzeredir.

Horasan'dan gelen gazi-dervişler kişinin kendi nefsiyle mücadelesini öğretmekle kalmıyor; aynı zamanda ülkedeki ve toplumdaki olumsuzluklarla mücadele etme yolunu seçiyordu.

Bu gazi-derviş ruhu sınır boylarında Bizanslılarla sıcak çatışmaları da beraberinde getiriyordu.

Yûnus Emre, işte böyle bir dönemde ve tasavvufî ortamda ortaya çıkan, ya da çağın şartların ortaya çıkardığı bir insândır.

Dervişlik yoluna girdiğinde artık bu yolun eğitimini alıp Anadolu'nun yüzyılları aşan dili olacaktır.

Kendisi, bu eğitimini şöyle dile getirecektir:

Tapduk'un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Miskin Yûnus çiğ idik
Piştik Elhamdülillah.


Yûnus Tapduk'un kapısında "dört kapı", "kırk makam"la artık Anadolu'nun makûs talihini değiştirecek yeni bir sayfa açacak olan irşad faaliyetini başlatmış olacaktır.

Kıymetli yazar-şâir Mustafa Özçelik, Yûnus'un ma'nevî gelişiminden sonra Anadolu'nun manevî mimarı olma durumunu şöyle dile getirir:

İşte Yûnus Emre, Anadolu'daki manevî mimarlardan biridir. Halk planındaki tesir sahası itibariyle de en başta gelenidir. Onu böylesi başarılı kılan sebep ise tasavvuf anlayışına getirdiği yorumdur.

Yûnus Emre'de tasavvuf, nazarî ve kitabî bir anlayış değildir. Bu felsefeyi bir iman ve aksiyon haline getirerek pratik hayata mal eder. Tesirli olmasının bir başka önemli sebebi de bunu şiirle üstelik Türkçe'yle yapmış olması keyfiyetidir.

Bu yüzden Vahdet-i Vücûd anlayışına bağlı pek çok sûfî unutulup giderken, bu anlayışını sanat imkanlarıyla anlattığı için Yûnus, unutulmamış, Peyâmi Safa'nın ifadesiyle "Üç zamanın; hem geçmişin hem bugünün hem de geleceğin şâiri olmuştur."


Sezai Karakoç, Yûnus'un kültür hayatına çıktığı bu yüzyılı yani Hicrî 7'nci, Milâdî 13'ncü yüzyıla "yeni bir mayalanma ve yoğrulma çağının, döneminin başı" olarak niteler.

İşte tam bu dönemin insânıdır Yûnus Emre. O halde kimdir bu Yûnus? Yûnus Emre gibi ulu kişilerin bir tek hayatı, bir tek hayat hikayesi yoktur.

Düşünce irfân ve sanat semâlarının yıldızlarının iki başlı bir hayatı vardır. Yûnus'un da öyle… Yûnus'un bir menkıbevî hayatı vardır, bir de gerçek hayat hikayesi...

Menkıbeler yaptıklarıyla veya yazdıklarıyla efsâne haline gelmiş insânların yarı masal yarı efsane hayatlarının sübjektif tarihidir, denilebilir.

Biz de Yûnus'un iki hayatını beraber ele almanın daha manidar olacağı düşüncesiyle çift yönlü bir açıklamayı uygun gördük.

Bu metodu kıymetli hocamız Prof. Dr. Mustafa Tatçı'nın "Yûnus Emre; Divân ve Risâletü'n-Nushiye" çalışmasından ilhamen uygulamaya çalışacağız.

Malum olduğu üzere menkıbelerde insânlar ve olaylar, reel alemdeki gibi tasvir edilmezler. Menkıbeler; tıpkı peygamberlerin halk arasında yayılmış kıssaları ya da tarihi şahsiyetlerin efsaneleştirilmiş biçimleri gibi, içlerinde alegori, sembol, metafor, mazmûn, remiz bulundururlar.

Bu da menkıbeleri tarihî vesika olmaktan uzaklaştırır. Böyle olunca menkıbeler tarihe toplumun sosyolojisine dair kuru bilgi elde etme zemini olmaktan uzaklaşır.

Prof. Dr. Cafer Şen "Bir Külliyat Işığında Yûnus Emre'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Felsefesi" başlıklı makalesinde Mustafa Tatçı'nın hazırlayıp yayımladığı Yûnus Emre Külliyatı'nı baz alarak Yûnus Emre'nin menkıbevî ve gerçek hayatı arasındaki ilişkileri son derece geniş ve aydınlatıcı bir suretle tahlil eder.

Yûnus Emre'nin hakikî hayatı ve kişiliği menkıbeler içinde adeta kaybolur. Bu nedenle kaynaklar ondan bahsederken, elde edilen çok az bilgi de dâima rivâyetlerle birlikte aktarıldığından neyin gerçek neyin rivâyet olduğu bir türlü anlaşılamaz. Bununla birlikte hakikî bilgiyi veren kaynakların yetersiz oluşu da Yûnus'un kimliği araştırılırken menkıbelere başvurmak zorunluluğu getirir.


Cafer Şen, bu girişten sonra Yûnus Emre hakkında günümüze kadar gelen menkıbelerin sembolik, alegorik yapılarını tahlile geçer.

Günümüze kadar gelen menkıbelere göre, Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan'dan Anadolu'ya göç ettikten sonra kerametleri, evliyalığı ve buna bağlı söylenceleri Anadolu'nun her yanına yayılmıştır.

Bu durum Hacı Bektaş'ın etrafında müridlerin, dervişlerin, muhiblerin toplanması sonucunu doğurur. Dergâhta meclisler, irşad halkaları kurulur.


Yine bu vakitlerde Sivrihisar'ın kuzeyindeki Sarıköy'de bulunan Yûnus adında tarımla uğraşan bir fakir köylü yaşamaktadır.

Kıtlık zamanlarının birinde Yûnus, ekinden mahsul alamayınca kendisine hayli uzak olan Hacı Bektaş dergâhına varmak için yola düşer.

Kimsenin Hacı Bektaş kapısından boş döndürülmediğini bildiği için niyeti oradan buğday istemektir. Öyle de yapar, yola çıkar.

Çam sakızı çoban armağanı diyerek, dağdan topladığı alıçları torbasına doldurur.

Yûnus, Sulucakarahöyük'teki dergâha varıp, kendisinin kıtlıktan dolayı ekin alamadığını, Hünkar Hacı Bektaş'ın, yanında getirdiği alıçları kabul edip yerine buğday vermesini talep eder.

Hacı Bektaş, "Öyle olsun" diyerek alıçları almaları için abdallarına işaret eder. Alıçlar kabul edilirken Yûnus Emre birkaç gün orada kalır.

Yûnus gitmeye karar verdiğinde Hacı Bektaş'a haber verilir. O da "Sorun bakalım ne ister, buğday mı nefes mi?" der.

Yûnus, "Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek" der. Yûnus'un cevabı Hacı Bektaş'a bildirilir.

Hacı Bektaş, "Varın söyleyin, alıcının her tanesi için bir nefes verelim" der.

Yûnus, bu söze cevaben şöyle der:

Nefes karın doyurmaz lütfederse buğday versinler.

Bu söz üzerine Hacı Bektaş yine "Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği başına on nefes verelim" diye ısrar eder.

Yûnus, "Ben nefesi neyleyeyim, çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek" der. Bunun üzerine Hacı Bektaş, ona dilediği kadar buğday verilmesini emreder.

Yûnus veda ederek yola koyulur. Köyün çıkışındaki yokuşu çıkınca aklı başına gelir. Şöyle düşünür:

Vilâyet erine vardım, bana nasip sundular, alıcımın her çekirdeği başına on nefes verdiler, razı olmadım. Şimdi, bu buğday bir nice gün içinde tükenir, nefes ise, ölünceye dek tükenmez. Ola ki, himmet ettikleri nasibi vereler.


Yûnus, dönüp tekkeye geri gelir. Aldığı buğdayı indirir. Halifeler, bu hali görüp Yûnus'a niçin geldiğini sorarlar.

Yûnus, "Bana buğday gerekmez o himmet olunan nasibi versinler" der. Yûnus'un bu hali ve sözleri, Hacı Bektâş'a arz edilir. Bunun üzerine Hacı Bektâş şu şekilde buyurur:

O şimden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre'ye verdik, varsın nasibini ondan alsın.


Yûnus'un hayatının anlatıldığı bu menkıbedeki başlıca semboller, buğday ve alıçtır. Bunların mücerret veya ruhî hali ise nefestir.

Buğday, hakikat yolcusunun ilk ve ham karşılığıdır. Buğdayı insânın sembolü olarak ele alırsak, bir başlangıç durumunu izah ettiğini anlayabiliriz. Sonraki aşamalar; un, hamur ve ekmek olacaktır.

Buna göre dergâha buğday olarak gelen Yûnus Emre, mürşidinin değirmeninde öğütülerek önce una; sonra hamura sonra da ekmeğe dönüşecektir.

Bu durum tıpkı daha önce dile getirdiğimiz ve alıntıladığımız şu dizeleri;

Tapduk'un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Miskin Yûnus çiğ idik
Piştik elhamdülillah.

çağrıştırmaktadır.


Yûnus'un dergâha alıç götürmesi de sembolik olarak okunabilir. Çünkü alıç bir dağ meyvasıdır. Buğdaydan bir önce olarak da görülebilir.

Yûnus, Hacı Bektaş'a buğday karşılığında alıç götürüyorsa eğer burada dağlı yabanî bir tabiatın, daha ileri ve olgun bir ürünle takası manasını taşır ki bu da Yûnus'un aslında, tereddütlü olsa bile, hakikat yolculuğuna başından beri niyetli olduğu fikrini verir bize.

Yûnus'un buğday, alıç ve nefes üçlemesi Hz. İbrahim'in hakikat ve ilâhî yolculuğuna benzer. Bilindiği üzere Hz. İbrahim nübuvetinden evvel hakikati ararken uzaktan yakına; küçükten büyüğe bir seyirle Rabb'inin kim ya da ne olduğunu tefekkür etmekteydi.

 

(Devam edecek)

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU