Kadın yönetmenler "sektör dayatması" nedeniyle anne olamıyor

Kadın ve sinema üzerine konuştuğumuz yönetmen Senem Tüzen, dünyada kadın yönetmenlerin yüzde 20'sinin çocuk sahibi olduğunu söyledi. Sektörün bunu destekleyen bir yapıda olduğu için kadın yönetmenlerin anne olamadığını ifade etti

Kadın sinemacıların görünürlüğü, üretim süreçleri ve sektör içindeki eşitsizlikleri üzerine düşündüğüm bu söyleşide, yönetmen Senem Tüzen ile sinemada kadın emeğini, annelik deneyimini ve ataerkil yapının yarattığı ikilemleri Independent Türkçe için konuştuk.

Tüzen, kadın yönetmenlerin yalnızca yüzde 20'sinin anne olabildiğini vurgularken, bu oranın ardındaki sistematik engelleri de açıkça dile getirdi.

"Kadın hikâyesi anlatmak bir tercih değil, bir sonuçtur" diyen Tüzen, hem kişisel hem de politik katmanlarıyla kadın olmanın sinemadaki yansımalarını samimi bir şekilde paylaştı.

Kadın ve sinema üzerine söyleştiğimiz Senem Tüzen, bu bağlamda sorduğumuz soruya şu cevabı verdi:

Dünyadaki kadın yönetmenlerin içinde yüzde kaçı anne biliyor musunuz? Yüzde 20'si. Tabii kontrol edilmeli yüzde üç beş yanlışım olabilir, ama önemli olan vermeye çalıştığım fikir.

Yani, kadın yönetmenlerin 5'te 4'ünün çocuk sahibi olmak istememesinde sektörün dayattığı çalışma koşullarının ve 'film çekme erkine sahip kadın' imajının üzerimizdeki etkisi olmaması mümkün mü? Ana Yurdu'nu kurgularken ilk çocuğuma hamile kalmıştım.

Çok çok sevdiğim bir yapımcı arkadaşım, 'Az daha bekleyemedin mi Senem, demişti' hafif serzenişte bulunarak. Bu soru benimle yıllarca kaldı.

Diğer yandan da eşim şu soruyu sormuştu: 'Daha ne kadar bekleyeceğiz? Film aralarını beklerken 35 yaşına geldin, ne zaman çocuk sahibi olacağız?'

 

Senem Tüzen, Independent Türkçe için Zeynep Karaca'nın sorularını yanıtladı
Senem Tüzen, Independent Türkçe için Zeynep Karaca'nın sorularını yanıtladı

 

Sinema tarihinin en başından beri kadınlar var ama görünür olmalarının hikâyeleri yeni sayılır. Sinemada kadın ve görünür olma üzerine neler söylemek istersiniz?

Kamera arkasındaki varlıklarının görünür olmasından bahsediyorsunuz tabii… Yoksa bir arzu nesnesi, tüketim malzemesi olarak kadın beden; ve bir sığınak, Meryem Ana arketipi devamı olarak Anne kadın imgeleri kadar elden ele gezen başka imge olmayabilir…

Bunun dışında bir görünürlüğü yok gibiydi kadının, neden? Bir zihin görmediğini nasıl üretebilir? Patriyarkal bir sistemde yaratıcı kalemler erkekler tarafından kontrol edilirken, seksi kadın ile kutsal anne arasındaki tüm kadınlıkları göremeyen ataerkil bakışı doğal olarak da bunların üretimini yapamadı diyebiliriz belki. Ama burada bir durup düşünmek gerekmez mi? Hangi kadınların görünürlüğünden bahsediyoruz? Trans deneyimli kadınlar bu tanımın içinde mi? Kadın+'lar da temsil ediliyor mu?

Sakat kadınların, sokakta dilenen Suriyeli kadınların, fabrikada yok paraya ek mesaiye kalıp 14 saat çalışan kadın işçilerin hikâyesini ne kadar izlediğimizi sorgulayabiliriz. Ya da izlediğimiz zaman bize aynı sınıftan kadınlar tarafından mı yoksa orta / üst sınıf (bu anlamda beyazlaşmış, bir anlamda erkekleşmiş) kadınlar tarafından mı anlatılıyor bu hikâyeler? Kendimi de içine alarak soruyorum bunu.

Anlattığım hikâye görünür olduğunda, yani görünürlüğün medyumlarında vitrine koyulacak kadar süzgeçten geçtiğinde, orijinal hikâyemden geriye ne kalıyor, neler gidiyor?
 

 

Kadınların hep arka planda; kurgucu, set işçisi ya da senarist olarak çalışması ama yönetmen koltuğuna sıra gelmesi de yılları aldı. Dünyayla eş zamanlı olarak Türkiye'de kadın yönetmenler ortaya çıkmaya başladı. Bütün bunlar ekseninde sinemada kadınlar yeni bir şey mi deniyor?

Yeni bir şey olduğunu düşünmüyorum. Sinema yapan kadınlar hep vardı. Sinema ticarileşip sistemleşmeden önce, ilk dönemlerinde bile cesur ve araştırmacı kadınlar bu yeni sanatı keşfetmek için isteklerini ortaya koymuşlardı.

Fakat kapitalizm ve ataerkillik, kol kola gezen iki açgözlü kardeş, Marilyn Monroe örneği gibi, kadın imgeleri vitrine koyar ve onların bireyleşme mücadelelerini, "dengesiz diva" etiketiyle gizlemeye çalışırken; mesela aynı dönemde film yapan Shirley Clarke, Ida Lupino gibi yönetmenlerin lafını bile etmez.

Güncel araştırmalar, ana akım sinemadaki, yönetmenlik, görüntü yönetmenliği vs. mesleklerinden yuvarlak hesap yüzde yirmisinin (Türkiye'de yüzde 10 lara düşüyor bu); bağımsız sinemada ise yüzde 30'unun kadın olduğunu gösteriyor. TV kadın çalışanları ise ikisinin arasında bir yerde duruyor.

Kablolu TV nin ortaya çıkışı, bağımsız sinemanın daha kolay hazmedilir türevlerinin daha fazla kesimle buluşma imkanını sağladı. Bu açıdan platform dizilerinin meydana çıkması ile daha fazla kadın tarafından yazılmış ve
çekilmiş dizilerin ortaya çıkması arasındaki paralelliğin neyi ifade ettiğini iyi düşünmeli.

Buradaki pazar hareketliliği ve vitrindeki 'kadın' emeği umalım ki istikrarlı olsun. Bunları böyle yazıyorum, yani verili imajı sorgulamak için ama aslında beni de mutlu ediyor çok, bugün, şu an sinema yapan kadınların güzel işlerini arka arkaya görmek:

Faruk, O da Bir Şey mi?, Gündüz Apollon Gece Athena, Hiçbir şey Normal Değil, İki Boşluk Arasında… Ne bereket öyle değil mi? Maşallah.
 

 

Kadınların emeğinin görünür olması bir süre sonra kapitalizm içinde işlevsel bir hale geldi. Kadının meta olarak kullanılması ya da emeğinin sömürünün bir parçası olması söz konusu. Sinema sektöründe de durum pek farklı değil gibi. Bunlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Acaba sıralamanızın tersi düşünülebilir mi Zeynep Hanım? Kadın emeğinin pazardaki etkisi uzun süredir biliniyordu; bu etkiyi görünür kılmanın ek ekonomik değer ürettiğinin keşfi, bugünkü değişimin sebebi sayılabilir mi?

Elbette, altyapısı, emek ve ücret eşitliği için verilen sosyalist-feminist mücadelenin kazanımları üzerine kurulmuştur. Ama bugün hem kadın emeği, hem kadın temaları neden gündemde? Daha önemlisi gösterme erkini kimler elinde tutuyor?

Habire yüzde verip duruyorum, kusuruma bakmayın, ama durumu çok netleştiriyor. Bugün medya sektöründe çalışan yüzde 40 tan fazla kadın var dünya genelinde. Peki yüzde kaç CEO var? Yüzde 7-8. Bu erkekler neden bağımsız kadın imajını pompalıyorlar?

Ve nasıl bir bağımsız kadın imajını öne çıkarıyorlar buna bir bakmak lazım. Sinema sektöründen ziyade dizi, özellikle bizim kuşak ya da bizden genç kadınlara hitap eden kablolu TV deki kadın imajlarına baktığımızda özgür kadını en çok hangi sınıfta görüyoruz? Orta ya da üst sınıf. Bu kadın, özgür özgür en çok ne yapıyor?

İş yerlerinde, kadın işgücünün kalitesini beyaz erkeklere ispatladıktan sonra dışarı çıkıp, kendi de açık hava alışveriş merkezlerine dönüşmüş şehrin göbeğinde alışveriş yapıyor.

Ne yazık ki Trump sonrası bunu bile arar olduk, ama çok yakın zamana kadar öyle bir noktaya gelmişti ki, herhangi bir etnik köken, cinsel yönelim bu medyumlarda temsil edilebilir, acayip bir çok seslilik var; yeter ki emek, artı değerin adil bölüşümü, sosyal güvence ve işçi hakları gibi başlıklara girilmesin.

Bununla bağlantılı bir durum daha var. Dünyadaki kadın yönetmenlerin içinde yüzde kaçı anne biliyor musunuz? Yüzde yüzde 20 si. Tabii kontrol edilmeli yüzde üç beş yanlışım olabilir, ama önemli olan vermeye çalıştığım fikir. Yani kadın yönetmenlerin 5'te 4'ünün çocuk sahibi olmak istememesinde sektörün dayattığı çalışma koşullarının ve "film çekme erkine sahip kadın" imajının üzerimizdeki etkisi olmaması mümkün mü?

Ana Yurdu'nu kurgularken ilk çocuğuma hamile kalmıştım. Çok çok sevdiğim bir yapımcı arkadaşım, "Az daha bekleyemedin mi Senem, demişti" hafif serzenişte bulunarak. Bu soru benimle yıllarca kaldı. Diğer yandan da eşim şu soruyu sormuştu: Daha ne kadar bekleyeceğiz? Film aralarını beklerken 35 yaşına geldin, ne zaman çocuk sahibi olacağız?

Çekmediği bir film yüzünden 3,5 senedir tutuklu olan yapımcı arkadaşımız Çiğdem Mater ile bu konuştuğumuz konularla ilgili bir online panele çağrılmıştık. Sanki pandemi zamanıydı. O zaman ben hala ikinci çocuğumu emziriyordum sanıyorum. Bu yüzden özellikle, annelik ve sinema sektöründe kadın emeğine odaklanmak istemiştim.

O zaman Çiğdem sormuştu bu soruyu herkese ve bana birden dank etmişti hali hakikatim. Ahu (Toz Bezi'nin yönetmeni) ile Senem'e bakın mesela demişti. Onlarla film yapmaya başlayan yönetmenlerin ilk filmlerinden bu yana aldıkları yol nedir, çocuk sahibi kadınlar olarak onlarınki nedir?

O zaman tabii ben henüz ortak yönetmeni ve yapımcısı olduğum ikinci uzun metrajlı (belgesel) işi çıkaramamıştım. Ana Yurdu'nun başarısına rağmen, üst üste Kültür Bakanlığına başvurduğum iki proje reddedilmişti.

Çok az bir destekle, bir yandan çocuk emzirirken filmimizi kurgulamaya devam ediyordum. (İlginçtir hazırladığımız filmde bakım emeği ile ilgili) Beş ya da altı yıldır çok kolay olmayan geçim koşullarında bu filmle yatıp kalkıyorduk ailece.

Ve bu soru birden içinde olduğum "benim" halimi, kişiselliğinden çıkarıp bir sistem eleştirisine ulaştırdı ve kadınlar olarak kendi hallerimizi, neden en gündeliğin, en banalin, politik olduğunu idrak etmemde bana yardımcı oldu.
 

 

Tabii sistemdeki bu adaletsizlik, dönüp dolaşıp yine kadının başka bir kadının hakkına girmesi ile neticeleniyor. Gücü gücü yetene: Gelir düzeyine bağlı olarak, çocuk sahibi olduktan sonra bir kadının mesleğine en az kayıpla dönmesinin iki yaygın yolu var: aile içi ücretsiz bakım desteği (anneanne/babaanne) ya da daha düşük gelirli bir kadını çocuk/ev işleri için işe almak. İlginçtir bu orta/üst sınıfa mensup kadınlar, hem çocuğuna bakacak; hem de temizlik, yemek vs. 3 işi bir arada yapacak birini aradıklarında, birbirlerine danışırken genellikle nasıl bir sözlük kullanıyorlar?

"Sizin eve gelen 'kadın'dan memnun musun?", "Eve gelip şu işleri yapacak bir 'kadın' arıyorum,
öneriniz var mı?"

Kadın, kadın yönetmen, sinemada kadın, bakım emeği… Bunları konuşurken dolaşımda olan kabul görmüş fikirlerin üstüne yenilerini koyuyoruz. Ama kaçımız durup "Ben tam olarak neyi konuşuyorum?" diye soruyor ve parça parça kazıp zeminini, durumunhakikati ortaya çıkana kadar düşünmeye devam ediyor?

Elbette kadın hisseden, kadın olduğunu beyan eden herkes kadın kabul edilmelidir, bu hem yaşamsal hem de politik bir gerçektir. Fakat kadınların büyük yüzdesini oluşturan dişi bedene doğan kadının geçtiği bir takım deneyimler, bir maddesel zemin var.

Dişi bedene doğan kadın ayda bir regl olur ve genelde bebek sahibi olur. Bu bebeğin ilk üç yıl yakından bakımı önemlidir, anne kadar baba da işin içinde olmalıdır, çalışma kanunları buna uygun düzenlenmelidir, çünkü çalışan kadın ve erkeklerin emeklerinin karşılığı olan paradan yapılan kesintilerle
bu sistem inşa edilir. 

Yine, "Kadın doğulmaz, kadın olunur" hakikatine dönersek: Özellikle bizim gibi muhafazakâr ülkelerde ücretsiz bakım emeği sistematik biçimde kadınların üzerine bırakılır. Genç kızken anne-baba evinde hizmet eden de, yaşlandığında kendi anne babasına bakan da çoğunlukla kadın olur. Bunun tersi olduğunda, ortaya doğrudan bir hikâye çıkar ve bu da bir filme dönüşebilir. Bizim Eat Your Catfish'te yapmaya gayret ettiğimiz gibi.
 

[scald=594082: {"additionalClasses":""}]

 

Geçen yıllarda dünya çapında MeToo hareketi başladı. Birçok sektörde dünya çapında ifşalara şahit olduk. Bu hareket o kadar etkili oldu ki; kadınlar artık susmuyor noktasına gelindi. Kısa süre önce de Türkiye'de ifşa hareketi başladı, sanat camiasından birçok alana sıçradı. Sinema sektörü de bu konuda masum değil. Sizin düşünceleriniz neler, kadınlar, bir şey başarabilecek mi?

Zaten başardı. Tek bir kadının bile, bu kadar kapalı, eş dost kollaması ile iş bulunabilen, güvencesi olmayan bir sektörde çıkıp da parmağını uzatarak, gerçeği söylemesi kadar cesaret gereken, onurlu bir hareket mi var?

Sıra yavaş yavaş bedensel tacizlerden her gün yaşadığımız, bize daha genç kızlığa adım atarken öğretilmiş, dudaklarımıza yerleştirdiğimiz anlayışlı, yumuşak gülümsemelerle geçiştirdiğimiz psikolojik tacizlere, içselleştirilmiş şiddete gelecek inşallah!
 

 

Sinemada şimdiye kadar, baba-oğul hikâyelerini izledik. Hatta bu durmadı günümüzde de devam ediyor. Bu durum artık feministler tarafından dalga konusu haline de geldi. Ataerkilliğin bu kadar güçlü olduğu bir sektörde kadın hikâyesi anlatmanın sizde nasıl bir karşılığı var?

Kadın hikâyesi anlatmak gibi bir derdim yok. Kadın hikâyesi anlatmam bir sonuç, bir sebep değil. İnsanın varoluşsal deneyimleri, yaşamak muamması üzerine düşünmek ve üretmek istiyorum. Dostoyevski'nin dediği gibi; bir yazar olarak en iyi tanıdığım insan kim?

Benim tabii ki, yine kendimim. Politik bir kararla değil, varoluşsal bir ihtiyaç olarak kadın karakterler yazıyorum. Ama yazdıktan sonra, kadın karakterler üzerinden yazdığım için, o hikâye birden politikleşiyor. Feminist bir zemin üzerinden tekrar hikâyenizi gözden geçirmek durumunda kalıyorsunuz, çünkü kadının hala, henüz özgür olmadığı gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz: Mesela Ana Yurdu'nu ilk düşündüğümde ana karakteri erkek olan bir komedi filmi yapmak istemiştim.

Ben, bizim köyde, anneannemizden kalan boş evde bir senaryo yazıyordum. Annem çat diye ziyarete geldi ve çeşitli komik durumlar hasıl oldu. Ya bu çok güzel bir çatışma, komik bir film olur diye başına oturduğumda, ilk aklıma gelen, tumturaklı, saygıdeğer bilge erkek yazarın anasının elinde oyuncak oluşunu, biraz bizde çok sevilen, taşra şehir, ülkemizin hali vs gibi uzantıları da olacak şekilde politik bir komedi olarak yazmaktı.

Fakat sonra kendime yazar niye erkek olmalı ki diye sordum. Niye bazı meslekleri, karakterleri düşündüğümüzde ilk aklımıza erkek ya da kadın karakter geliyor? Bu önyargıları üretip durmanın anlamı var mı? Fakat yazarın kadın olmasına karar verdikten sonra filmin tarzı birden değişti.

Komediyi koruyabilmek için resmen mücadele ettim, ama bir komedi filmi olamadı tabii ki.

Neden? Bir kadının yalnız başına bir köy evine kapanmasıyla erkeğinki bir olabilir mi? Kocasından ayrılmış, yalnız bir kadının muhafazakar bir köydeki boş eve girip güzel Anadolu'muzun kır manzarasında içli içli yürümesinin sonuçları ile bir erkeğinki bir midir?
 

 

Ana Yurdu'nda anne-kız hikâyesini izlerken, kendimizden de çok şeyler bulduk, topluma bakınca. Gerçekten anne ve kızların temel sorunları neler sizce? İletişimsizlik, kuşak farkı, birbirini anlamaya açık olmamak gibi gerçekler üzerinden neler söylemek istersiniz?

Ana Yurdu'nda kendinizden çok şey bulmanızı anlıyorum, çünkü film çok kişisel. Ve kişisel olan aynı zamanda politik ve sosyolojiktir eğer konunun sizden istediği samimiyeti gösterebilmişseniz. Ana Yurdu çok yerli bir film. Ama dünyada başka ülkelerde de gösterimden sonra yanıma gelip gözümün içine manidar bir şekilde bakan, hemen hemen fısıldayarak aynı şeyi söyleyen çok farklı deneyim ve kültürden gelen kadın oldu. Neden seyirciler benimle manidar bakışlarla, bir sır verir gibi konuşuyor?

Çünkü annelerin insanîyetlerinden soyulup kutsanmış kristal hücrelere hapsedildiği toplumsal yapılarda, film bizim kendimize bile söylemeye çekindiğimiz bir şeyi yüksek sesle ifade ediyor: "Anne, seni seviyorum ve senden nefret ediyorum" ve nedenlerini katman katman anlamaya çalışıyor.

İnsan; farkında olduğu bireysel kimliği (kültürün doğrudan etkisi altında), farkında olmadığı kişisel bilinçdışı ve onun bağlandığı kolektif bilinçdışı diye, aşama aşama derinleşerek maddiyattan maneviyata doğru latifleşen bir varlıktır. Bu yüzden Jung, anne babayla kurduğumuz ilişkide yalnızca "kişisel" anne babadan söz edilemeyeceğini söyler.

Annemizle tartışırken aynı anda hem kendi annemizle, hem toplumsal annelik imgeleriyle hem de kolektif bilinçdışındaki olumlu (Meryem Ana, doğa ana, sonsuz verici) ve olumsuz arketiplerle (üvey anne, cadı, femme fatale) karşı karşıya oluruz.

Allah'tan davranışlarımız bir bilinçsizlik, otomasyon üzerine kurulu yoksa bu katman katman olan varlığımızla ne yapacağımızı bilemeyip kafayı yiyebiliriz.

İşte bu sebepten Jung; onları yargılarken annelerimize merhamet etmemizi öğütler. Özgürleşme ve bireyselleşme mücadelemizde hatta bu mücadeledeki öfkemizde ne kadar haklı olursak olalım, kendi talip olmadığı halde, bir sonuç olarak, bu anlam ağırlığını yüklenen anne, aslında bireysel, tekil, sınırlı bir kimliktir. Ve çoğu zaman evladın, kendi varoluşuyla kavgasını yansıttığı bir zemin olarak bu çelişkinin tümünü göğüslemekten acizdir.

Tabii bir de hemcins ebeveyn ilişkilerine ana rengini veren bir yaşamsal döngü var: Anne kızını ne kadar kendisine benzetirse, öldükten sonra da kızıyla yaşayacağını bilmenin huzuruyla göçüyor. Kız evlat ise, içinde taşıdığı annesini öldürmeden ya da daha doğrusu geri dönüşüme tabii tutmadan "kendi"ni bulamayacağını biliyor. Ayrıca toplumun varoluşu ve değerlerinin sürekliliği, annelerin işbirliğine dayanır.

Anneler toplumun çekirdeğidir. Besleyen, büyüten anne ,çocuklarının selameti yüzü hürmetine, devletle ve kurulu düzenle işbirliği yapar; çocukları düzenin çizdiği çember içinde tutmak için erk'e söz verir.

Erk de bu söz korunduğu sürece çocuklara dokunmamayı taahhüt eder ve birbirlerinin gardiyanlığını yapma görevini yine kadınlara yükler. Halise niye hep endişeli, niye diken üstünde? Neyden korkuyor? Annelerimizi
kim bu kadar korkuttu?

Bu konuda yazılmış en güçlü eserlerden biri, Kafka'nın babasına yazıp gönderemediği 'Babama Mektup'tur. Orada annesine sitem eder Kafka:

Sen olmasan, belki bu kısır döngüden çıkacağım; babama karşı sağlam durup öz saygımı koruyacağım. Ama tam o an, araya girip yumuşatmalar ve açıklamalarla babamın davranışını makulleştiriyor, beni yeniden o döngünün içine hapsediyorsun.


Yıllar önce bir söyleşide bunu şöyle söylemiştim:

İktidarın bir anne-kızın yatak odasında ne işi var?
 

 

Kadınlar artık annelerinin "kader" dediği o alanda var olmak istemiyor. Bunu toplumun birçok kesiminde görmek mümkün. Yeni kadınların kaderlerini annelerinden ayırabilecek mi, sizin buna karşı bakış açınız nasıl?

Toplumsal anlamda ne olur bilmiyorum. Ekonomik değişimler, kadının aile içindeki yerini mecburen dönüştürüyor; ama bu dönüşüm kadınları gerçekten mutlu edecek mi? Bugün, kadının geleneksel rollerinin ağırlığı sürerken bunun üstüne bir de çalışma hayatının yükleri biniyor; süreç kaçınılmaz olarak gelgitli.

Dahası, dünyanın daha da yobazlaşma ihtimali var; bugünü bile aratabilir Allah korusun. Tarihsel, lineer ve "pozitif" ilerlemenin bir yalan olduğunu anlayacak kadar yaşadık.

Filistin'de bir soykırım yaşanıyor. Öncekilerden tek farkı çevrimiçi olarak anbean takip edilebilmesi ve sorumlularla işbirlikçisi ülkelerin (biz dahil) sürekli ifşa ediliyor olması. Tanıklığa mecbur bırakılıyoruz; soykırım, kurbanların kendi elleriyle kaydedilip dolaşıma sokuluyor. Yine de toplu bir vicdan uyanışı yok.

Bu ne demek? Nasıl bir çağın eşiğindeyiz, aklım almıyor. Fakat bireysel düzeyde; genetik mirasımız, erken aile eğitimi ve anneden devraldığımız kişilik kalıplarının şekillendirdiği kaderi düşündüğümüzde, bu ayrışma özgünlüğümüz ve özgürlüğümüz için vazgeçilmezdir.

Bu konuda şimdiye kadar bana en çok hitap eden çalışma yine Jung'undu. Bizde Metis Yayınları'ndan çıkan Dört Arketip isimli kitap içinde bu makale yer alıyor.

Jung, "annesinin kopyası" olan kadın ile "ne olursam olayım annem gibi olmayayım" diyen kadın arasında, kendine ve annesine yaklaşım bakımından temelde bir fark olmadığından söz eder. Yani içindeki anneden kaçarken de kendiliğini onun tersi üzerine bina eder, varoluşunu bir yalanlama, bir negatif ontoloji, üzerinden kurmuş olursun; bu yüzden de kader değişmez.

Ne zaman ki, kendini gerçekçi bir bakışla görmeyi başarırsın, aldığın mirası kabul edip, sulayıp yeşerteceğin yanlarınla mesafe almak istediğin yanlarını ayırt ederek; annen olan ve olmayan herşeyinle birlikte kendini olduğu gibi onaylarsın, ancak o zaman kaderini annenden ayırabilirsin. Yoksa benzer olaylar başka kostümlerle döner gelir. Tabii sağlıklı aile ve toplumlarda yetişen 'sağlıklı bireylerde' nasıl oluyor, bilmiyorum (Gülüyor).

Ben, bizim gibi annesiyle göbek bağını kesememiş; çocukluğun neşesini unutmuş ama bağımlılıklarından kurtulamamışlar için söylüyorum. Ülke olarak da bu açıdan ne yazık ki yalnız ya da azınlıkta değiliz.
 

 

Ana Yurdu'nda anne ve kızı arasındaki farklardan biri annenin geleneksel olması, kızının ise daha seküler olması üzerine de bir anlatıydı. Türkiye toplumuna bakınca aslında belki de toplumun büyük bir kesimin yaşadığı gerçek bu. Muhafazakarlık ve sekülerlik kodları, kadınları nasıl etkiliyor?

Türkiye'miz, kuruluşundan beri "seküler" ve "muhafazakâr" (iki terimi de tırnak içinde kullanıyorum; çünkü bizde günlük kullanım ile sözlük anlamları farklı) dünya görüşlerinin bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirmesi sonucunda, sarkaç gibi uçlara gide gele, bipolar psikozlar içinde artık çatlamanın eşiğine gelmiştir. İktidara gelen, sadece iktidara gelmiş olmasının "haklılığı"yla bir çoğunluk faşizmine dönüşmüş; adı demokratik olan bir sistem içinde, kendisine zıt dünya görüşüne sahip vatandaşlarına zulmetmiş ve hâlâ zulmetmektedir.

Zamanında devlet kurumlarında çalışabilmesi için kadını başörtüsünü çıkarmaya zorlayacak kadar işi edepsizliğe döken erk, bugün ise tam ters yönde devam eden zulmün altyapısını kurmamış mıdır?

İki ayrı güç odağının bir oradan bir buradan çekiştirdiği memleketimiz, aslında temelde hiçbir zaman demokratik bir ifade alanı bulamamıştır. Şimdi bu psikotik bölünmeyi öncelikle anne Halise üzerinden inceleyebiliriz. Orta Anadolu'nun son derece muhafazakar köyünde doğup büyüyüp, öğretmen okulu ve sonrası öğretmen olma sürecinde yüzünü batıya dönmüş cumhuriyet kadını idolünü üzerine giymeye çalışmış ama üzerine kendinden büyük bir elbise gibi bir türlü oturmayan durumun sakilliği hemen hemen şizoid bir kırılmaya sebep olmuştur.

İşte böyle bir anne, kendinden bir sonraki jenerasyonda kızına bu çelişkiyi miras bırakmıştır.

Varlığını sadece kendi varoluş temellerine kurarak birey kadın olmak isteyen kızı Nesrin, işte miras aldığı bu muhafazakarlıkla ne yapacağını bilemeyip, çareyi kendi seküler modernist dünya görüşü içinde bu muhafazakarlığı "nostaljik" bir yere oturtmakta bulmuştur, ki bunu çoğumuz yaptık da son zamanlara kadar. Artık adaletsizlik ve zulüm öyle bir noktaya geldi ki, bu tip bir nostaljiye bile yer bırakmıyor.

Tabii, bu nostaljide bir iç göç ülkesi olmamızın ve hepimizin kendi ülkemizde gurbette oluşumuzun etkisini konuşmadan nostaljinin yapısını anlamamız mümkün değil; ama oraya girmeyelim şimdi. Fakat aldığı bu mirasla nasıl hemhâl olacağını bilemeyen, modern dünyanın ihtiyaçlarını içselleştirmiş kişi, bu nostaljiyle birlikte miras aldığı muhafazakâr kodları "şirinleştirme" çabasına girer.

Oysa durum öyle değildir: Eski değerlerin "el değmemiş", "süreklilik" arz eden güzelliğinin altına gizlenen; can alan, can yakan, yaşamı, varoluşsal ve kültürel çok sesliliği boğan yobaz bir taraf vardır.

Bu sebeple Tezer Özlü, benim söyleyemeyeceğim kadar ağır bir dille, "Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi" demiştir.
 

 

Bir kadının hikâyesini yazarken, olmazsa olmazlarınız neler? Çünkü çağın bize yüklediği roller arasında kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Hala Türkiye'de birçok alanda kadınlar eşit haklara sahip değil, bireysel hikâyelerini ataerkinin dışında kurmaları neredeyse güç. Buralardan bakınca ideal bir kadın sinemacıdan nasıl bahsedersiniz?

Bilmiyorum. "İdeal kadın sinemacı" diye bir figürden söz edemem. Çeşit çeşit sinemacı var; kadın da var, erkek de. "Erkek sinemacı" diye bir tanımlama bugün işlemiyorsa, "kadın sinemacı", "kadın filmi", "kadın hikâyesi" gibi terimleri de ne ölçüde kullanmalı, bilmiyorum.

Bu hakiki ve içten bir soru; hakikaten bilmiyorum. Bir yandan pozitif ayrımcılığın toplumun dezavantajlı kesimleri için faydasını kabul ediyorum.

Ama öte yandan, sinemayı severek öğrenmiş ve hayattan kalan tortuları bu kanvasta işlemek isteyen biz sinemacı kadınların, sırf karakterleri kadın diye, "kadın filmi"/"kadın hikâyesi" etiketiyle anılması gönlüme ağırlık veriyor. Ben uçmak istiyorum; bu tanımlar ayağıma pranga vuruyor.

Karamazov Kardeşler'de, femme fatale, "kader mağduru" kadın ya da "fedakâr anne" prototipleri dışında ,başlıca karakterlerin hepsi erkek. Roman, varoluşun hem görünen/analiz edilebilir hem de görünmeyen ama sezilen damarını yakalayan bir başyapıt.

Fakat bunu bütünüyle erkek bakışından, erkek karakterler üzerinden yapıyor. Ona "roman" diyoruz; yazarına "yazar". Aynı kurgu kadın bir yazar tarafından, kadın karakterlerle kurulduğunda ise birden "kadın hikâyesi", "kadın yazar" oluyor ve zihin raflarımızda 'kadın' bölümüne kaldırılıyor.

Vizyon döneminde yaklaşımımızı ironik bir dille netleştirmek için bir Google Chrome eklentisi geliştirmiş, pek yaygınlaştırmayı başaramamıştık.

Linki burda: https://chromewebstore.google.com/detail/erkek-yyüzde C3yüzde B6netmenler/jmegcchcncina
gmgnipadjeabfndjond?pli=1

Pozitif ayrımcılık; hem devletin hem özel sektörün yönetimsel ve uygulama alanlarında net ve koşulsuz uygulanmalı; renklerin, seslerin, biçimlerin, ritmin, hikâyelerin, yazarların… tanımlanması ve sınıflandırılması konusunda ise biraz geri durmalı diyebilirim belki.

Bundan kastım, örneğin sinema üzerinden: fonların bir tek sanatsal yetkinlik değil, toplumsal denge de gözetilerek dağıtılması. Mesela İspanya'daki senaryo geliştirme fonunda, yüzde 40'ının kadınlara, yüzde 20'sinin Bask, Katalan gibi azınlıklar tarafından yazılmış ya da bu grupların temsil ettiği projelere gitmesi; LGBTİ+, bakım emeği konularının ya da bakım veren yazarların ek puanlarla desteklenmesi gibi kesin ve net kurallar var.

Bana bu, doğru bir pozitif ayrımcılık gibi geliyor. Biz film yapan kadınlar ise, çağdaş sinemacılardan örneğin Claire Denis ve Lucrecia Martel'in yaptığı gibi, ve son dönemde ülkemizdeki kimi yönetmenlerin filmlerinde de görülmeye başlandığı üzere; erkek karakterleri kadın gözünden anlatmayı daha çok deneyebiliriz belki.

Kendime de aşılamaya çalıştığım bir motivasyon bu. Olabilir, bazı zanların olur; erkek karakterinle aranda hafifçe bir mesafe oluşabilir.

Ama sonuçta özde insan olma deneyiminde bir değil miyiz?

Ayrıca, yüz yıldır sinema kadınlara yönelik bu zanlar üzerine bina edilmiş değil mi?

Bırak, biraz da onlar ayıklasın pirincin taşını!

Böylece, yepyeni, kafa açıcı ve keskin bir ataerkillik portresi çıkarabilirsin ortaya.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU