Hayat bazı insanları aceleyle alır içimizden. Onlar gider ama bıraktıkları boşluk, sadece bir kişilik yer değildir. Sırrı Süreyya Önder’in ardından da öyle oldu. Bu ülke bir politikacı, bir sanatçı, bir yazar değil; bir vicdan, bir dil, bir duruş yitirdi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ben onu ilk kez bir filmle tanıdım: “Beynelmilel.” Politik sinema diyorlardı, ama o filmden çok daha fazlasıydı. İzleyen herkes gibi ben de şunu düşündüm: Bu adam bizimle aynı dertlerden mustarip, ama derdini bizden daha derli toplu anlatabiliyor.
Kendisi yıllar sonraki sohbetimizde o filmi şöyle anlatacaktı:
“Sinema benim için amaç değil, araçtı. Sanattan çok siyaset önceliğimdi. Derdimi anlatabilmek için sinema denk geldi, roman da olabilirdi, resim de şiir de… Elim hangisine yatkınsa onunla denedim.”
O dertlerin ne olduğunu sorduğumda çocukluğuna götürdü beni. Adıyaman’da iki üç sosyalist aileden birinin çocuğuydu. Babası berberlikten arzuhalciliğe geçmiş, kitaplar içinde yaşamış bir adam. Dayılarıysa Said-i Nursi’nin talebesi. “Ya dayım sürgündeydi ya babam cezaevinde” diyordu: “İkisinin aynı anda dışarıda olduğu bir zamanı bu ülke görmedi.”
Babasını sekiz yaşında kaybettiğinde, ardında kitaplar ve borçlar kalmıştı. Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i, Nazım’ı ve Ahmed Arif’i o kitaplarla tanıdı. Risale-i Nur’dan Marks’a yürüyen bir düşünsel yoldu bu. Ama o yolun başını hiç inkâr etmedi. “Bir insan sizin perspektifinizden bakmayabilir ama bu konuşmanızın önünde engel değil,” diyordu:
Bunun için iki şeye ihtiyaç var, birisi mutlak saygı, diğeri reddettiğiniz şey hakkında asgarinin üzerinde bir bilgi sahibi olmanız.
Onu bir ideolojinin değil, hayatın kendisinin adamı yapan buydu belki. Ve bu yüzden barış için yürüdüğünde, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı yaraları açabildi. Meclis’te bir gün bir konuşmasında şöyle dedi:
Ben bir halkın değil, halkların vicdanıyım.
Kürt meselesinde devletin resmi diline karşı hem halkın kalbindeki dili hem de vicdanın sesini taşıdı. Çözüm sürecinde, İmralı ile Kandil arasında mekik dokuyan heyetlerin en çok sevilen ama en çok hedef alınanıydı. Barış onun için romantik bir fikir değil, hayatta kalmanın yoluydu. “Ben Türkiye’nin birliğini savunuyorum. Barış içinde bir arada yaşamak, mecburiyetimiz. Yoksa hepimiz yok olacağız” diyordu.
Sözün gücüne hep inandı
Süreç çöktüğünde en çok yıkılanlardan biri de oydu. Çünkü barışa dair kurduğu hayal, sadece politik bir projeyle sınırlı değildi. O, savaşta ölen çocukların, dağ köylerinde babasız kalan bebeklerin, çatışmaların ortasında çocuk olamayan çocukların geleceği için uğraşıyordu. “Eline silah alan kaybeder, söz kuran kazanır” derken, bu ülkeye hâlâ sözün gücüne inanmayı öğütlüyordu.
Barışı sadece masalarda değil, taziye evlerinde, düğünlerde, mezarlık yollarında kurdu. “Barış masada imzalanmaz, sokakta yeşerir,” demesi bundandı. Annelere sarılarak, gözyaşlarını sessizce paylaşarak, çocukların başını okşayarak yürüttü müzakeresini. Onun barışı resmi değil; insaniydi.
“Devlet hafızasını değil, halkın hafızasını merkeze koymalıyız,” demişti bir gün. Çünkü Sırrı için barış, geçmişin inkâr edilmeden geleceğe taşınmasıydı. Türkiye’nin travmalarla dolu belleğine bir el feneri tutmak gerekiyordu; işte o fener, onun kelimeleri oldu.
Siyasi rakiplerinin bile ona duyduğu saygı boşuna değildi. Çünkü o, lafını eğmeden ama kırmadan söylerdi. Mizahı silah gibi değil, merhem gibi kullanırdı.
“Her şeyin şakası olur, acının olmaz,” dediğinde yalnızca Roboskî’den değil, Maraş’tan, Madımak’tan, Suruç’tan, faili meçhullerden de bahsediyordu.
Hep dışlanmışların yanında durdu
Bir gün röportaj sırasında cezaevinde aldığı mektupları anlatmıştı bana. Annesinin okuma yazması yoktu, ama ona her ay biri sosyalist amcasından, biri nurcu dayısından mektup gelirdi.
“Fısıltıyla konuşmak” demişti ve şöyle devam etmişti:
Satır arası okumayı orada öğrendim. Dayım bizzat Bediüzaman'ın yanına kadar gidenlerden biriydi. Dayım mektuplarda sık sık Hz. Eyüp kıssasını anlatırdı. Her mektubunun sonuna bir beyit yerleştirirdi. Amcam eski Adıyaman'ı anlatırdı, eskiden yaşanılanları, sıkıntıları. Onat Kutlar'ın bir değerlendirmesidir bu, cezaevindeki mektuplaşma için 'fısıltıyla konuşmak' tabirini kullanır. Onu bihakkın tecrübe etme imkânım oldu. Çünkü alt metin, satır arası okumak denen şeyin örneğini verdik yıllarca.
Ve belki de siyasette kullandığı o ince dili, en çok oradan devşirmişti.
Onun hikâyesi, Müslüm Gürses’in hayatına gösterdiği ilgiden de belliydi. “Hayatın haracını yiyenler”in adamıydı o. Arabeskten klasik müziğe, semahtan caz’a kadar geniş bir yelpazeyi anlamaya çalışan bir adamdı. Müslüm’ü bir ikon gibi değil, bir isyan gibi okuyordu. “Yakarsa dünyayı garipler yakar” diyordu. Çünkü kendisi de hep gariplerin, yaralıların, dışlanmışların yanında durmuştu.
Sırrı Süreyya Önder artık aramızda değil. Ama ne zaman bir kelimeyle bir yaraya dokunmak istesek, onun cümleleri kulaklarımızda yankılanacak. O bir halk ozanı gibi yaşadı; sözüyle, bakışıyla, inadından hiç vazgeçmeyen kalbiyle... Ve şimdi bu ülke bir cümle eksik.
Ama belki onun susuşunda, söyleyemediklerimiz için yeni bir yer açılacak.
Giderken ardından iktidar bırakmadı, koltuk bırakmadı, servet bırakmadı. Ama onun ardından kalan bir şey var: Yıllar sonra bile hatırlandığında insanın gözlerini ıslatan bir tevazu, bir onur, bir direniş biçimi.
Veda...
Son satırlarımı yoluma uygun dileklerle bitirmek, dostumla öyle vedalaşmak istedim. Affola.
Sen Kürt oldukça Türk’ü, Türk oldukça Kürt’ü öz kardeşin bildin.
Şimdi ru be ru, kademe kadem menzile vardın ey can.
Bastığın toprakta Nevruzlar yeşersin.
Sırrını sakladık, cemalini özledik.
Yerin aşk, darın huzur olsun.
Ama biliriz: Ölüm yok, aşk var.
Giden her canla biraz daha yaklaşırız hakikate.
Gökten üç elma düşsün: Biri yola, biri yoldaşa, biri de Sırrı’nı hakka veren her yüreğe.
Var git şimdi hanına, yolun nur, gönlün pir, menzilin Âli olsun.
© The Independentturkish