Uyarı 1: Aşağıdaki Romanya yazısı tamamen kişisel izlenimlerimden yola çıkarak kaleme aldığım bir metin. Eğer yanlış bir şey yazdıysam umarım beni mazur görür ve düzeltirsiniz.
Uyarı 2: Bu gözlemler aslında dinlenirken eğlenmek ve iyi vakit geçirmek için çalakalem yazdığım bir gezi yazısıdır. Burada amaç metnin rahat okunması. Bu yüzden anlattıklarım düz çizgisel bir kronoloji izlemiyor. Ayrıca akademik bir dert de gütmüyorum.
Uyarı 3: José Saramago'nun deyişiyle bu yazıda "hiç kimseye bir şey tavsiye etmiyorum". Yazdıklarım ve izlenimlerim benden başkasını bağlamaz.
*
Birinci gün. Larnaka üzerinden Bükreş'e vardım. Uçak alkışlar arasında iniyor. Ne yazık ki havalimanları da mekanları homojenleş(tir)meye yönelik modernist girişimden yakasını sıyıramamış. Dünyanın belli başlı havaalanlarına indiğinizde artık hangi memlekette, hatta hangi kıtada olduğunuzu kestirmek bile bugün artık hemen hemen imkânsızdır .1 Çıkış anlamına gelen Ieși gibi Rumence işaret levhaları olmasa insan kolay kolay Bükreş'te olduğunu anlayamaz. Halbuki Beatles'ın dediği gibi her şeyin kendiliğinden olanı güzel.
*
Hava sıcak. Artık helak olup gebermek üzereyken oteli buluyorum. Rumenler de sıcaktan rahatsız. Konu açıldığında Bükreş'in hiç bu kadar sıcak olmadığından dem vuran Rumenler var. Küresel ısınma mitoloji değil. Valencia'daki sel felaketi herkesin malumun ilamı. Selden dolayı hayatını yitirenlerin sayısı şu an 200'ü geçmiş durumda. Bunlar, yani sıcaklık, salgınlar, yağmur ve sel birbirine bağlı unsurlar.
*
Farklı bir hava solumak için Bükreş'i seçtim. İlk kez Romanya'ya geliyorum. Artık büyük "Batı" şehirlerine ya da metropollere gitmek istemiyorum. Bana heyecan anlamında bir şey vadetmiyorlar. Birbirlerine benziyorlar sanki. Bir kere artık çok sıkıcılar. İkincisi sebep ise, maalesef Gazze'de devam eden savaş. Gazze savaşından dolayı metropollerde patlama ya da silahlı saldırı yaşanabilir diye korkuyorum. Böyle şeyler daha önce yaşandı.
*
Romanya'ya iş olsun diye gitmedim. Hayatımın belli dönemlerinde Rumen kültürü beni etkilemiştir. Constantin Brâncuși'nin sarsıcı heykelleri, siyasi tutumuna rağmen Mircea Eliade'nin çalışmaları, rafine polimat Ioan Culianu, Dimirti Kantemir'in müziği, Emil Cioran'ın "esprileri", Mihai Eminescu'nun şiirleri, Transilvanya efsaneleri, Kurt adamlar, Solomonari mitleri, Călușarii denilen Kılıç Dansı ritüeli, Romanya'nın Bermuda Şeytan Üçgeni diye de bilinen Transilvanya'nın Hoia Ormanı, Vlad Tepeş ve iflâh olmaz bir futbol tutkunu olarak Rumen futbolunun Altın Dönemi. Son derece sıra dışı şeylere meraklı bir insan olarak bu saydıklarımın tümü bir zamanlar ruh iklimimin farklı mevsimleriydi.
*
Romanya 2007'den beri (komşusu Bulgaristan'la birlikte) bir AB ülkesi. Ama bu AB ülkesinde euro geçmiyor. Romanya para birimi ley. Bazen ron olarak geçiyor. 1 euro hemen hemen 5 leye tekabül ediyor. Havalimanında euroyu 4,7'ye alıyorlar. Yolculardan biri "Burada para bozma, bir sonraki döviz bürosuna git", deyip bana yardımcı oluyor. Şehir merkezine varınca oradaki bir döviz bürosundan ley almanız daha akıllıca. Tüm paranızı sakın havalimanında euroya çevirmeyin. Şehir merkezinde euroyu 4,95'e alan ofisler var. Ancak, ikide bir para işiyle uğraşmak tam bir angarya. Para bozmak için ikide bir döviz bürolarına gitmeniz gerekiyor. Para bozarken kimlik ve hatta bazen imza gibi formaliteler şart. Bir de para bozdurmayı hafta sonuna bırakmamaya çalışın. Çünkü bazı ofisler kapalı. Buna ilaveten hatırlatmak gerekir ki, euro büyük oteller ve havalimanında geçiyor. Tek tük de olsa bazı dükkanlar euro kabul ediyor. O günkü ruh hallerine bağlı sanırım.
*
Büyük şehrin değişmez bir kuralı: Mobil internet ve tam gün metro/otobüs bileti almadan seyahat etmek zaman, emek ve para kaybı. Romanya'da kahve, ulaşım ve mobil internet Kıbrıs'tan daha ucuz diyebilirim. Ben adada kullandığım mobil internet paket için ayda 800 küsur TL ödüyorum ve paketin içerisinde 20 GB internet var. Romanya'da aldığım geçici 100 GB'lık internet paketi için yaklaşık 30 ley ödedim. Hem metro hem de otobüs için tam gün geçerli toplu taşıma kartı ise yaklaşık 3 euro. Kısacası, bir süreliğine kıt imkânlarla seyahat ediyorsanız Romanya akıllıca bir seçimdir. Ancak kuruyemiş fiyatları bana biraz pahalı geldi. Sağlıklı beslenmek dünyanın her yerinde zor ve pahalı.
Başkentten insan manzaraları
Azımsanmayacak sayıda Rumen zaman zaman asık suratlı, depresif bir izlenim veriyor. Ya da bana öyle geldi. Kimilerinin yüzleri bir karış. Uzun süre bakınca insanın moralini bozuyorlar. Tüm bu olup bitenin makul bir sebebi vardır herhalde. Sanki biraz da bezgin gibiler. İster istemez aklıma "muazzam Rumen can sıkıntısı" demiş Rumen düşünür Emil Cioran geliyor.2 Buna karşın birçok Rumen ziyadesiyle yardımsever. Romanya'da kaldığım tüm bu zaman zarfında işini gücünü bırakıp yardımıma koşmakta tereddüt etmeyen Rumenlere denk geldim. Karşılık beklemeden iyilik yapan Rumenler insanlığa dair bana umut verdi. Biletini, internetini, parasını bana veren Rumenler oldu. Bir şehir uluslararası bir değişim yeri haline geldiğinde, orada farklı kültürlerin daha derin bağlantılar kurma olanağı vermesi kimseyi şaşırtmamalı3 belki de. Buna karşın aksi ve dangalak Rumenler de yoluma çıktı. Hatta son gün bir tanesi ile kavganın eşiğinden döndüm. Arızalı birisiymiş zaten. Ramak kalan kavgamıza şahit olan Türk dönerci anlattı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Öte yandan Romanya'da esnek, ılımlı insan çok fazla. Komünizmden sonra içi boş sloganlar ve kalıplaşmış ideolojilere kuşkucu bir mesafeyle bakıyorlar. Gündelik hayatta resmî ağza pek prim vermiyorlar. Resmî ideolojiyi ciddiye almıyorlar. Bu insanlar resmî söylemin kendilerine biçtiği rolü benimseye fazla gönüllü değiller. Acaba Cioran'ın dediği üzere Rumenler genel olarak kuşkucu bir halk oldukları için kaderden fazla bir şey beklemiyorlar mı?4 Kim bilir. Yine de etraf seçim adaylarının devasa posterlerinden geçilmiyor. Posterlerdeki siyasi vaatlerin birçoğu yapmacık beden dili ve ucuz retorikle yüklü reklamlar. Aşikâr biçimde reklam şirketlerinin kandırma-satma yöntemlerinden medet umuyorlar.5 Aliterasyonlar ve sloganlara bakarak aslında nasıl göz boyadıklarını hissetmek bile mümkün. Çünkü aynı kelimeye defalarca maruz kalmak psikolojimizi derinden besleyebilir. Bu sadece tekrarlanan kelimelerin anlamından kaynaklanmaz. Bazen sırf seslerin büyüsü de buna yol açar. Tekrar eden ritmik sesler, eski çağlarda, mesela şarkılarda ve tılsımlı sözlerde, başvurulan bir yöntemdi.6 Bugün mantralarda ve şarkılarda mevcut. Siyaset ve ürün reklamları da bu nakarattan payına düşeni fazlasıyla alıyor.
*
En beğendiğim gezi yazarı ve tarihçilerden Geert Mak, Devrim-sonrası Romanya seyahatinde şu gözlemlere yer vermişti:
Romanya büyük olasılıkla Avrupa'nın en yoksul ülkesi ve Human Development Index (2000) verilerine göre, örneğin Küba'dan bile daha kötü durumda. 7
Ancak, o günden bu yana köprünün altından çok sular akmış.
Kitap cenneti Bükreş
Genelde ilk kez adım attığım şehirlerin önce kitabevlerine bakarım. Kimileri taksiye biner binmez hemen radyo açar. Mesela Metallica gitaristi Kirk Hammett. İlk iş olarak halkın arasına karışanlar da var. Bence, bir kitabevi de şehir ve insanları hakkında epey ipucu barındırır. Antics Exlibris diye bir kitabevi "keşfettim".
İçerisi İngilizce kitap dolu. Bu kitapları İngiltere'de veya başka kitabevlerinde almak pek akıl kârı değil çünkü aynı kitap Antics Exlibris'te yaklaşık yarı fiyatına satılıyor. Aynı kitabı yerel kitap zincirlerinden satın almak da pahalıya geliyor. Kitapların bu kadar ucuz fiyata satılmasını aklım almıyor. Önce afallıyorum. Sonra işkilleniyorum. En sonunda dayanamayıp çalışanlara soruyorum. Bu kitaplar yurtdışından, genellikle İngiltere'den, anlaşma gereği Antics Exlibris'e indirimli geliyor. Kitabevi ithal kitapların maliyetlerine daha az ödedikleri için doğal olarak bu nitelikli İngilizce kitapların etiket fiyatları ucuz. Aynı kitap anlaşmanın geçerli olmadığı Rumen kitap zincirlerinde neredeyse yüzde 60 daha pahalı. Antics Exlibris tarzında bir başka kitabevine denk geliyorum. Bakım onarım devam ettiği için kitabevinin adı belli değil.
Ve Cărturești Carusel. Abartısız söylüyorum bugüne dek Avrupa'da gördüğüm en güzel kitabevi. İçeriye ayak basar basmaz bir masal dünyasına giriyorsunuz. Cărturești'nin eşi benzeri yok gibi. Zarif iç mimarisi az bulunur işlerdendir. Çağdaşlaştırılıp kitabevine dönüştürülmüş bir 19'uncu yüzyıl bankası aslında. İnternette fotoğrafını gördüğüm andan itibaren burayı ziyaret etmeyi kafama koymuştum zaten. Daha ilk gün, bir anda, karşıma çıktı. Arayıp bulmaya çalışsam bu kadar kolay bulamazdım. Sanırım Jacques Attali'ydi: "Yolunu bulmak için önce kaybolmak lâzım" minvalinde bir sözü vardı bu Fransız düşünürün. Benimki de o hesap. (Hatta Futbol Müzesi'ni de öyle buldum). Kitabevi internet sayfasında Jorge Luis Borges'in ünlü alıntısına yer vermiş:
Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir.
Acaba Borges Cărturești Carusel'i görebilse ne derdi, diye merak ediyorum. Borges bu sonuçta. Zor bir soru. Hatta gereksiz bir soru.
Raflardaki kitaplar genelde Rumence. İngilizce kitaplar Rumence kitaplara kıyasla devede kulak. Hediyelik eşya ve kitap aparatları da satılıyor. Oturup dinlenebileceğiniz bir yer ama kalabalık. Ülke genelinde şubeleri var. Kitabevi internet sayfasında şu satırlara yer veriyor:
Bükreş sakinlerine bir huzur ve yeşillik vahasının yanı sıra Cărturești Verona'nın arka bahçesinde konserler ve dinlenmek için size bir alan sunuyor.
Dil meseleleri; İngilizce, Fransızca, Rumence ve Türkçe
Bükreş'te hemen hemen herkes, en fazla da genç nesil, akıcı İngilizce konuşuyor. Gençlerin İngilizcesi önceki nesillere göre sanki daha iyi. Eski kuşağın İngilizcesi gençlerinki kadar akıcı ve aksanlı değil. İnsanların, özellikle gençlerin bu saçma aksan saplantısını anlamak zor. Yine de eski kuşak Rumenler iletişimsiz insanlar değiller. Ancak, tek tük İngilizce konuşmadan önce mırın kırın edenler de var. Bazıları "İngilizce bilmiyorum" dedikten sonra yavaş yavaş İngilizce konuşmaya başlıyor. Tek tük de olsa İngilizce konuşanlara aksi davranan Rumenler de gördüm.
Cioran bir keresinde "Başkent Bükreş'te herkes Fransızlaşmıştı. Bütün entelektüeller çok rahat Fransızca konuşurlardı. Herkes!" 8 demişti. Nedense Fransızca kulağıma pek çalınmıyor. Burası bir zamanlar Küçük Paris değil miydi? Kraliçe Marie ile çay içmek için Bükreş'i ziyaret eden İngiliz tarihçi Steven Runciman, Bir Gezginin Alfabesi: Bölük Pörçük Anılar eserinde, başkentle ilgili şu izlenimlere yer vermişti:
Bükreş o dönemde kendisini Balkanların Paris'i olarak görmeye pek hevesliydi. Bükreş, çoğu on dokuzuncu yüzyılın sonlarında inşa edilmiş, çok da güzel bir şehir değildi; ancak ışıltılı mağazalar, zarif evler ve orada burada on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardan kalma, temelini Bizans'tan almasına karşın güçlü İtalyan etkileri taşıyan bir tarzda inşa edilmiş kilise ve manastırlarla doluydu. Yoksul mahalleler pitoreskti ve birçok Doğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi sefalet içinde değildi. 9
Söz Runciman'dan açılmışken: Bu nefis seyahat kitabı Y.K.Y tarafından Türkçeye çevrildi. Bu iyi haber. Kötü haber ise yeni baskısı yapılmadı. Keşke yeni baskısı yapılsa da daha çok okur bu kitaptan istifade edebilse.
Dile doğuştan biraz yeteneğim var. Rumence birçok kelimeyi anlayabiliyorum. Latince, İtalyanca, İngilizce gibi. Birebir aynı çok kelime var. Hint-Avrupa ailesi sonuçta. Kelimeler üzerinden ne olup bittiğini az çok çıkarabiliyorum. Bu iyi. Ama kelimeleri bir anlamlı bir şekilde araya getirmek, yani dil bilgisi ve sentaks tarafım zayıf yanım. En sık duyduğum kelime "da". Bir diğer kelime ise bizim de gündelik hayatta kullandığımız "hade". Bunu büyük minnet duyduğum kıymetli Bekir Azgın10 hocamın bir köşe yazısından biliyordum diye çok da şaşırmadım. Hatta ne zaman karşıma çıkacak diye merak ediyordum. Bir baba, geride kalıp oyalanan küçük oğlunu "hade" diye çağırıyor. Bir de gezdiğim tüm şehirlere yayılmış Amanet denen döviz büroları. Emanet kelimesini çağrıştırıyor. Gerçi bu dil meselelerinde ses benzerliği bazen yanıltıcıdır.
*
Her şey bir yana, ilk günün yıldızı bebek arabasında giderken eliyle herkese öpücük veren bir bebek. Minik bir kız çocuğu. Bebeğe Jimmie Davis'in "You Are My Sunshine" şarkısını mırıldanıyorum. Gülümsüyor. Ailesi de gülüyor. Ortadoğu ve Balkanlar'da aileler çocuklarına böyle ilgi gösterilmesinden, Anglo-Sakson Amerikalılar ya da kuzey batı Avrupa insanları gibi ilgiden rahatsız olmuyorlar.
*
Biraz kişisel tarih: Leeds'te kaldığım dönem beni en çok da Rumenlere benzetirlerdi. Hatta beni Rumen sandıkları için birkaç defa küfür yemiştim. Burada ise beni Rumene benzeten yok. Garip. Mesela son gece amaçsızca Old Town'da gezinirken birkaç genç yolumu kesip "Dostum kadın ya da başka bir şey lâzım mı" diye sordu. Kelimesi kelimesine bunu sordu. Nedense yabancıya benzediğim için nereli olduğumu ve Bükreş'te ne aradığımı sordu bir de. Kulak asmadım. Bunların çoğu dolandırıcıdır ve benzer tornadan çıkmışlardır, diye beni uyardılar sonradan.
Şehir ve çevre düzenlemesi
Bükreş otobüs ve metro sistemi pizza dilimleri gibi. Sofistike bir sistem. Yemyeşil bir şehir. Her taraftan su fışkırıyor. Bitki örtüsü farklı. Tanıyabileceğim tek ağaç meşe. Şehrin çevre düzenlemesi takdire şayan. Hiç toz toprak yok. Varsa da ben denk gelmedim. Her yer tertemiz. Köpeklerini gezintiye çıkaran insanlar köpeğinin dışkısından sorumlu. Poşetle yerden alıp hemen çöpe atıyorlar. İngiltere'de bunun cezası 70 küsur pound kadardı. Benim yaşadığım şehir, Mağusa, toz toprak. Ne zaman rüzgâr esse ya da oradan tangır tungur bir araba geçse bizi toz toprağa boğuyor. Adadaki köpek sahiplerinde böyle bir temizlik bilinci yok.
*
Etrafta ayak üstü kumar oynayabileceğiniz küçük mekanlar var ama oldum olası o taraklarda bezim yok.
*
Hazin ve kahredici bir manzara: Her yerde bisikletle veya yürüyerek yemek siparişlerini eve teslim eden paketçiler var. Perişan haldeler. İçim cız etti. Bazıları o sıcakta helak olmak üzere. İnsan olduğunu iddia eden birinin yanından geçip giden bu insanları görünce şoke olmaması imkânsız. Bana başkalarının acısını paylaşmayı kendi acılarım öğretti. Zamanında okuyabilmek için benzer işlerde çok çalıştım. Hiç saklamayacağım: İşçi sınıfı bir aileden geldim. Hazıra konmadım. Yaşaması kolay mı söylemesi kolay olsun. Umarım bu yazı yüzünden bizim buradaki işletmeler de tasarruf bahanesiyle paketçileri zorla yürütmezler.
Otel
Usul aksak otele vardım ve giriş yaptım. Huzursuz oldum. Tekinsiz ve sıkıcı bir havası var. Sabah oldu ama gözüme bir dakika uyku girmedi. Büyük İskender'in neden uyurken yastığının altına hançer sakladığını şimdi daha iyi anlıyorum. Kaldığım oda fotoğraftakinden farklı. Otel internette göründüğü gibi değil. Şu basit uyarı bir kez daha kafama dank ediyor: Fotoğraf gerçeklik değildir. Tavan alçak. Birkaç kez uyku sersemi başımı tavana çarptım. Neredeyse kafamı çarpmadığım saat yok. Maalesef iki gün daha burada konaklayacağımdan içime hafakanlar basıyor. Belki de sadece bir kuruntu, var olmayan bir tehlike.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bükreş'e ara verip Braşov ve Yaş şehirlerini ziyaret ediyorum ki bu iki şehir başka bir yazının konusu. Sonra Yaş'tan Bükreş'e dönmek için trene biniyorum. WhatsApp'tan otele yazıyorum yazıyorum ama cevap veren yok. Birkaç saat sonra nihayet cevap veriyorlar: "Gece 10'dan sonra giriş yapmak için 50 ley ödemen gerekiyor. Nakit". Standart uygulama. Yapabilecek bir şey yok. İlk kez başıma gelmiyor. Bu kez başka oda vermişler. En azından bu oda ilki gibi değil. Sabah uyku sersemi en azından kafamı duvara çarpmıyorum.
Futbol
Nihayet Bükreş Futbol Müzesi'ne gidiyorum. Sanırım Balkanlardaki tek futbol müzesi. Yanlışım varsa lütfen beni düzeltin. Müze aslında kaldığım yerden fazla uzak değil. Giriş 50 ley kadar. 1994'teki milli takım bugün Rumen futbolunun Altın Çağı/Takımı ilan edilmiş. Amerika 94 benim de en sevdiğim dünya kupasıydı. Bütün gece ekran başında Corn flakes atıştırıp Ribena meyve suyu içer, ne kadar maç varsa hepsini izlerdim. Sabahlara kadar oturup maçları izlerdim. Müzenin en üst katında deliklerin olduğu bir kale var, oraya patır kütür şut atıyorsun. Biraz ter attım. Müze büyük futbolculara ve organizasyonlara ait eşyalarla dolu. Özellikle Galatasaray taraftarlarına hitap edecek Hagi ve Popescu'ya ait objeler sergileniyor.
Alt katta ufak bir spor mağazası var. Romanya'nın ABD 1994'te giydiği formanın üzerinde Rumen Futbolunun Altın Jenerasyonu yazıyor. Yaklaşık 60 euro. Alsam mı almasam mı acaba diye bir hayli düşündükten sonra nihayet dayanamayıp Gheorge Hagi'nin 10 numaralı formasının sarı versiyonunu alıyorum. İnsanın bu hayatta canını en çok acıtan şey pişmanlıklarını telafi edilmesidir çünkü. Para yine bulunur ama insan Bükreş'e kaç kere gelir ki? İyi ki almışım. Gheorge Popescu'nun 6 numaralı forması da var. Romanya'nın Euro 2024'te giydiği formalara sadece havalimanının duty free bölümünde rastladım. Neden böyle akıl alır gibi değil.
Rumen milli takımı son Avrupa Kupası'nda aslında fena iş çıkarmadı. Organize olmuş, sıkı, iyi niyetli bir takımları vardı. Hatta fizik kondisyon olarak 1994 jenerasyonu bile geride bıraktıklarını düşünüyorum. Teşbihte hata olmaz: Yeni jenerasyon sadece askerlerden oluşmuş, bir generali bile olmayan, diri bir takım. 1994'teki gibi renkli ve kurt oyuncuları yok. 2024'teki turnuvada da bunun ceremesini çektiler zaten. Kritik anlarda girdikleri pozisyonları gole çeviremediler, saç-baş yoldurdular. Belçika maçını hatırlayın mesela. Oysa Altın Jenerasyon, hatta Altın Jenerasyon öncesi oyuncular böyle miydi? İnsanın gözü eski kurtları arıyor.
Bugün Romanya'da Hagi mi yoksa Popescu mu daha popüler acaba diye merak ediyorum ve Hagi'nin daha popüler olduğunu öğreniyorum. Rumenlere şaka yollu "Icardi mi yoksa Hagi mi" diye soruyorum. "Icardi de kim!" diye tersliyorlar beni. Rumenler haklı olarak Hagi ve Popescu'ya neredeyse "kutsal" bir saygı duyuyorlar. Birçok Rumen futbolseverin Galatasaray'a muazzam bir sempatisi var. Yıllara dayanmak zordur. Hagi biraz kilo almış. Popescu ise çakı gibi. İki dirhem bir çekirdek giyiniyor.
Bir kısım Rumen futbol taraftarının, görünüşe göre, futbol bürokrasisi ile başı hoş değil. Her tarafta "UEFA Mafya" çıkartmaları ve duvar yazıları görüyorum.
Bükreş'teki son günüm. Polis Old Town'da önlem almış. Steaua Bükreş- AC Sparta Prag maçı var. Prag taraftarları şehirde dolaşıyor. Aralarında siyah Ultra tişörtlü Sparta Prag taraftarları da var. Bazıları kaba-saba ve saldırgan. Bir tanesi ikide bir bana ırkçı laflar edip, aklınca üstünlük taslamaya çalışıyor. Bir yandan da hamburger yiyor. Aşağılama derdinde. Hangi takımı tuttuğumu soruyor. Laftan sözden anlayacak bir adam olmadığı için lisanı münasiple anlatmak gerek: "Size 6 tane atan Liverpool. Bükreş'i elerseniz yine Liverpool'la eşleşirsiniz umarım" diyorum. Susuyor.
İçlerinde düzgün taraftarlar yok değil. Sparta Prag taraftarlarına bir de Praglı Televizyon muhabiri eşlik ediyor. Kulüp televizyondan olabilir. Muhabir bunlardan biri ile röportaj yapmayı deniyor. Ama nedense kamera önünde konuşmaktan imtina eder gibi bir halleri var. Nihayet içlerinden genç bir taraftar gönüllü oluyor. Gelgelelim az önce esip gürleyen fanatik iki lafı bir araya getirip bir cümle kuramıyor. Yüzü kızarıyor heyecandan. Muhabir taraftara konuşabilsin diye ona ipucu veriyor, sufle ediyor. Genç taraftar en sonunda muhabirin aynı lafı duya duya artık bıktığı bir şeyler geveliyor. Yanlarından geçerken muhabire "Liverpool maçı için röportaj vereyim mi" diye takılıyorum. Muhabir gülüyor. Bir diğer Prag taraftarı ise etrafta dolanan güvercinlerin fotoğrafını çekiyor.
Her Praglı fanatikten Milan Kundera ya da Jaroslav Hašek olmasını beklemek haksızlık zaten. Bu zaten birçok ülke için de geçerli. Bazı fanatikler bir ara restoran çalışanlarını o kadar bıktırdılar ki garsonlardan biri "yemeğini bitir de defol git gayrı" der gibi bakıyor. Sonra kendilerine Ultra diyen grubun kof kabadayılığı ve çıkardığı gürültüden bıkıp uzaklaşıyorum. Tam o esnada önüme Galatasaray formalı bir genç çıkıyor patadak. Türk sandım. Sparta Praglı taraftarlar arasından geçmemesi için uyardım. Meğerse John adlı bir Rumen! Hagi ve Popescu gibi oyunculardan dolayı benim gibi Galatasaray taraftarı. Bir de kebap seviyor! Beraber fotoğraf çekiyoruz. Gülümsüyor ve "Bunlardan korkmuyorum" deyip gülüyor. Bu arada unutmadan: Maalesef Prag deplasmanda maçı 3-2 kazanıp turu geçiyor.
Komünizm
Aynı gün Komünizm Müzesi'ni de ziyaret ettim. Müzede sunulduğu şekliyle komünist rejim tek kelimeyle korkunç. Şehirdeki komünizm hafızası fevkalade olumsuz. Komünizme dair unsurlar ya resmi tarihten çıkarılmış ya da insanların geçmişten ders alıp aynı hataları tekrarlamaması için komünist geçmiş boyuna sergileniyor. İlginçtir ki, Geert Mak da daha yıllar önce komünist mirasın durumu hakkında benzer bir gözlemde bulunmuş:
Romanya tarihinin bu bölümü, sanki hiç var olmamış gibi makaslanıp atılıverirmiş. 11
Bu anlaşılır bir refleks. Buraya kadar tamam. Peki ama hiç mi iyi bir şey yok? Rumen komünizmi kötüydü. Eşitliği baskının, bir zulmün aracı haline getirmek insanca değil. Açlık sınırında karnelerle yaşamak işkencen farksızdı. Bu insanların birinci elden tanık oldukları baskı ve zulüm anlatılır gibi değil. Bürokrat kadroların komünizmi dehşetli travmatik bir deneyim. Çok haklı oldukları noktalar var. Geçmişe sünger çekince geçmiş unutulmuyor. İnsan bu müzede biraz zaman geçirince ister istemez böylesi bir komünizmden tiksinir. Komünist rejim kimi Rumenlerde belli ki olumsuz bir nostalji ya da yazar André Aciman'ın deyişiyle nostofobi, yaratmış. Yani nostaljik bir fobi söz konusu ve insanlar o günleri haklı olarak hatırlamak istemiyorlar.
Peki komünizm bu kadar zalim ve baskıcı ise, neden bugün bazı yaşlı Rumenler komünizmi nostaljiyle anıyor?
Bu sistemin hiç mi iyi bir yanı yoktu? Yani söz konusu komünizm olunca herkes aynı fikirde değil.
Müzeyi Bask bir ziyaretçi grubuyla birlikte geziyoruz. Bir tanesine "Franco mu yoksa komünist rejim mi daha beter sence" diye soruyorum. "Franco tabii ki" cevabını veriyor tereddüt etmeden. Javier Cercas'ın Salamina Askerleri romanının fevkalade etkileyici bulduğumu anlatıyorum. Mutlu oluyor. İçlerinden biri bana Alberto Mendez'in Blind Sunflowers romanını tavsiye ediyor hemen. Maalesef romanın Türkçe çevirisi henüz yok. Bu arada söylemeden edemeyeceğim. Bu yeryüzünde en iyi anlaştığım insanlar İspanya'da yaşayan etnik gruplar.
Bükreş'te tanıştığım bir genç bana bir komünizm dönemine dair şöyle tanıklık aktardı. Aslında ona da büyükannesi anlatmış. Nikolay Çavuşesku'nun bir fabrikayı denetleyeceği tuttuğu zaman, fabrika çalışanları öteki fabrikaların tüm ürünü getirip Çavuşesku'nun denetleyeceği fabrikaya yığarlarmış. Sadece duyduğumu yazıyorum burada.
Din
Genç nesil pek dindar değil sanki. Daha yaşlı Rumenler kiliselerin önünden geçerken durup haç çıkarıyorlar. Halkın dörtte üçü Ortodoks. Romanya Ortodoks Kilisesi (Biserica Ortodoxă Română) da zaten Avrupa'nın en büyük Ortodoks kilisesiymiş. Zaman zaman orada burada ortalıkta dolaşan Ortodoks din adamlarına rastlıyorum. İlk bakışta düz, iletişimsiz ve sert değer yargılarına sahip insanlar intibaı uyandırıyorlar. Sempatik değiller. Kafamdaki Transilvanyalı efsanevi Papaz Ion Bizau imgesinden fersah fersah uzaklar. Biraz sert bir yapıya sahipler sanki dersem abartmış olur muyum acaba? Bu ters ters bakan bazı papazlar nedense bana Robert D. Kaplan'ın 20 küsur sene önce okuduğum Balkan Ghosts kitabında uzun uzun betimlediği Papaz Bizau'yu çağrıştırdı. Bizau'nun kitaplığında, kulağa tuhaf gelse de Camus, Plato, O'Neill, Baudelaire, Joyce ve diğer Rumen yazarların kitapları bulunurdu. Bu adam çatışan Macar ve Rumenlere sevgi nasihat eden son derece misafirperver, iletişime açık birisiydi.12 Bizau'nun Bükreş'te gördüğüm papazların tam tersi, yani sempatik birisi olduğunu düşünüyorum.
Bununla birlikte küçük bir uyarı gerekli: Dünyayı, insan varoluşunu ve insanların dış görünüşünü ikili zıtlıklar ve gerilimler sistemi üzerinden anlamayı denemek bize her şeyi açıklamıyor. Hatta bu son derece sorunlu bir tablo çizmemize yol açar. Bunlar bir bakıma sosyal analizin yerini alan temenni (wishful thinking) mahiyetindeki düşüncelerdir.
Milliyetçilik
Bir din bir de milliyetçilik asla ölmez. Milliyetçilik, günümüzde bile belki en dayanıklı ezberdir.13 Tanıl Bora'ya kulak verecek olursak bu güçlü ideoloji temelini şundan alıyor: Milliyetçilik insanların ve halkların tutunacak hiçbir şeyleri ve umutları olmadığında bile onlara kudretli, şanlı bir tarihin, bir yüce varlığın parçası olma morali sağlıyor. 14 Sağa sola yapıştırılmış Basarabia Romania diye çıkartmalar gözüme takılıyor. Besarabya bölgesinin bir kısmı bugün Romanya'da, diğer kısmı ise Moldova'da bulunuyor. Besarabya'nın tarihsel olarak Romanya'ya ait olduğunu iddia eden kimi Rumenler ve Moldovalılar bölgenin Romanya'ya dahil edilmesi gerektiğine inanıyorlar. İşte bu çıkartmalar popüler Besarabya hareketinin simgesi. Besarabya, Rumen milliyetçileri açısından terra irredenta, yani kendi vatanlarının ayrılmaz bir parçası. Kimi Rumenler Moldovya ile birleşmeyi çok isteseler de bu mesele içinden çıkılması zor ve dikenli bir irredantizm. Çünkü tarihî Moldavya'nın kuzeyi (Bukovina) ve güneyi (Bucak) günümüzde Ukrayna'nın bir parçası iken, bugünkü Moldavya'nın doğusu (Transnistriya) tarihî Moldavya'ya bağlı değildir. 15
Yine Bükreş
Birkaç gün sonra yeniden başkentteyim. Bu kez Bükreş bana daha iyi geldi. Hava sıcak. Geceleri bile sıcak. Ama gece sıcak olması şaşırtıcı. Çünkü Bükreş denizden uzak. Gündüz klimasız dükkanlarda durulmuyor. Dükkânlara girdiğim gibi hemen çıkıyorum. Dükkânın biri kapısına şu notu asmış: "Açığız ve klimamız var." Aynı işi yapan diğer dükkanlardan farkını göstermek istemiş belki de.
Bu ikinci Bükreş ziyaretimden bir hayli zevk aldım. İçimdeki ağırlık kalktı. Ancak gece o iç karartıcı otele dönerken ayaklarım geri geri gitti yine. Huzuruma bir gölge düşüyor. Bahçe avlusundaki bazı tipler bana güven vermiyor. İçeride bir Bitcoin makinesi var. Ne işe yarıyor anlamış değilim. Bitcoin bana fazlasıyla oynak ve soyut geliyor. Su almak için Bükreş'te şube açmış bir süpermarkete giriyorum. Sabah saat 1. Kaba, hasmane ve agresif birkaç kadın personel var. Hayat belli ki bunlara kötü davranmış. Ya da hayatı çok zor yoldan öğretmişler.
Ertesi sabah dolaşırken yediğini merak ettiğim birine yanaşıp sordum. Aynısını ısmarladım. Biraz lafladık. Transilvanya'nın Cluj-Napoca şehrinde çalışan bir Filistinli. Burada u/mutsuz bir sürgün hayatı yaşıyor. Vedalaşırken "Sakın hesabını ödeme, ben seninkini de ödedim" deyip ayrıldı. Beni istemeden minnet altında bıraktı. Kafe ise 1852'de kurulmuş. İsmi Casa Capșa. İçerisi klasik. Muazzam avizelerden yayılan sarı ışık nefis. Ben yine de dışarıya oturuyorum. Bükreş enteresan bir şehir. Hiçbir şey yapmadan bir yere oturup bütün gün geleni geçeni izlesen canın sıkılmaz.
Son gün. Birkaç saat ya uyudum ya uyumadım. Ertesi sabah eşe dosta yorucu hediye alma telaşıyla geçti. Havalimanına gitmek için otobüs durağına gidiyorum. Polis subayına önce otobüs durağının yerini sonra önünde duran taksi sürücüsünün sağlam pabuç olup olmadığını soruyorum. Taksiden uzak durmam için beni tembihliyor. Sonra otobüs durağını tarif ediyor. Son günün sürpriz kahramanı!
Geri dönüş
Havalimanına gitmeden önce kalan paramı euroya çeviriyorum. Ley Kıbrıs'ta geçmiyor. Otobüste bir Fransız gezgin ile Normandiya bölgesi ve 1066 Hastings Savaşı üzerine biraz laflıyoruz. O dönemi benden daha iyi biliyor. Ne iş yaptığını sormadım. Ama Sarı Yelekliler (Gilets Jaunes) denen hareketin bir parçasıymış. Bu Gilets Jaunes bildiğiniz gibi, başta vergi karşıtı bir hareket olarak dönemin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un politikalarını hedef almıştı.
Havalimanına varıyorum. Çok susadım. Yanıma yiyecek içecek almadan havalimanına geldiğim için kendime küfrettim. İçine para atılarak içecek satın alabileceğiniz birkaç makine var. İçecek 15 ley. 14 ley atıyorum. Son 1 leyi makineye beğendiremiyorum. Hepsini reddediyor. Rumen bir adam bana 1 Ley veriyor ve makine parayı kabul ediyor. Adama 1 Ley veriyorum ama almak istemiyor. Zorla veriyorum. Otomat paramı alır almaz bozuluyor. Yanımda başka ley yok. Euro da geçmiyor. Daha doğrusu sadece duty free kısmında geçiyor. Makineye dikkatli bakıyorum, arıza durumunda aramamız gereken bir telefon numarası var. Arıyorum. Telefonu açan kadın Rumence konuşuyor. Anladığım kadarıyla parayı attığım makinenin numarasını söylemem gerekiyor. Tam o esnada bir görevli adam makineyi açıp meşrubatları makineye diziyor. Maruzatımı anlatınca istediğim içeceği almama izin veriyor. "Sorunu çözdüm" deyip teşekkür ederek telefonu kapatıyorum. Tam o esnada birkaç sempatik Türk gençle tanıştım. Ankara'da öğrenciler. 6 kişi geldikleri Bükreş'te, öyle görünüyor ki, güven vermekten uzak bir hostelde konaklamışlar. Dolapları kilitlemek için anahtar olmadığı sırt çantalarına sarılıp uyumuşlar. Bir sonraki durakları Viyana. Uçağın kalkmasını beklerken Ukraynalı bir gemi kaptanıyla tanıştım. Görmüş geçirmiş birine benziyor. Ailesi ve çocukları Ukrayna'da. "Ben para kazanıp onlara gönderiyorum" diyor. Bir bakıma haklı. Kendi hayatta kalmazsa ailesi nasıl yaşayabilir ki?
Pişmanlıklar
Romanya muazzam genişlikte bir miras barındırıyor. Bir monokültür değil. Renkli ipliklerle dokunmuş bir örgü gibi daha çok. Bu ülkeyi gezmek için en az birkaç ay ve sağlam bir bütçe lâzım. Ki buna kesinlikle değer. Transilvanya'yı, Targovişte'yi, Snagov Gölü'nü, Kazıklı Voyvoda'nın gömülü olduğu söylenen Bükreş yakınlarındaki manastırı ve bölge halkınca Arefu 16 olarak bilinen ve onunla özdeşleşen Poeinari Kalesi'ni ne yazık ki göremedim. Ayılar yüzünden Transilvanya ormanlarının derinlerine de gitmekten vazgeçtim ki bu başka bir yazının konusu. Sadece patikalarda dolanmakla yetindim. Devrik diktatör Çavuşesku'nun evine gittim. O da şansıma günlerden pazartesi olduğu için kapalıydı. Tüm seyahatlerin insanın yaptığı hesapları bozan bir etkileme gücü vardır.
*
Uçak Larnaka'ya yumuşak bir iniş yapar yapmaz bir alkış tufanı kopuyor. Çok yorgunum ama ruhen tükenmiş olduğumu iddia edemem. Az uyuyup oradan oraya dolaştım. Sürekli haritaya bakıp el yordamıyla ilerlemek çok yıpratıcı bir macera. Bu tatilden sonra dinlenmem için bir tatil daha gerekecek. Hamamda yıkanıp çıktıktan sonra "Burada yıkandıktan sonra temizlenmem için nereye gitmeli" diye soran kinik filozof Diyojen geldi aklıma. Yorulduğuma değdi.
*
Normalde adet olduğu üzere uyarılar en başta yazılır. Ben okuyucuyu metne yabancılaştırmamak için bu en uyarıyı en sona bıraktım. Bükreş gözlemlerim eğreti ve geçicidir. Burada okuduklarınız karşıma çıkan manzaranın ve orada bulunduğum sürecin sadece kısıtlı ve değişken bir kısmına temas ediyor. Gözlemlerimize yer verirken çizdiğimiz çerçeve sadece ne gördüğümüzü değil nasıl anladığımızı da şekillendirir. Ancak Jacques Derrida'nın uyarısıyla hareket edecek olursak, bütün sınırlar gibi benim çizdiğim çerçevenin sınırı geçişken olduğu için bu çerçevenin içerisine dahil ettiklerimle güya dışarıda bıraktıklarım arasındaki sınır durmadan birbirini şekillendirir. Dolayısıyla çerçevelediğim manzara aslında bu çerçevenin dışına taşar. Yani yaptığım gözlemler bir çerçeveye hepten hapsolmaz. Hatta dışarıda bırakıtlarım neyi seçtiğimi şekillendirir. Başka bir deyişle, çerçeve çizilen bir sınır olduğu kadar benim çerçevemin, yani eserimin, bir parçasıdır da. Dışarıda bıraktıklarım, "dışarısı", olmadan benim çerçevemin tek başına bir anlamı ve işlevi yoktur. Derrida bu bakımdan, içerisi ve dışarısı ya da eser ve bağlam arasındaki ayrımların bulanıklaşıp geçirgenleştiğini, çerçevenin sınırından dolayı da iki tarafın birbirinden hem ayrı hem de birbirine oynak biçimde bağlı olduğuna dikkat çeker. Çünkü çerçeve ne tam olarak içeriye ne de mutlak olarak "dışa" aittir ve bunu aşmamız mümkün değildir. Bu da çerçevelemiş olduğumu iddia ettiğim "gerçeğin" istikrarsızlığı ve kolay anlaşılamayacağını hep aklımda tutmamı sağlar.
İbrahim Beyazoğlu Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi (DPhil.) ve gazetecidir. [email protected]
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish