Sence Azra Akın güzel mi?

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Unsplash

Geo yani eski Yunancası ile "Ge" yeryüzü demektir. "Metron" ise ölçüm. Geometri; ge(o)metron kelimelerinin birleşiminden türer. Yeryüzünü ölçmekle başlamıştır geometri.

Eratostones'in yeryüzünün çevresini ölçtüğü zamanlardan bu yana adı hiç değişmemiştir. Aslında Eratostones sadece yeryüzünün çevresini değil, eksen eğikliğini de hesaplamış ve o dönemde bilinen yeryüzünü ilk kez paralel ve meridyenlerle göstermiştir.

İşte bunları da yeryüzü ölçümü ile yapmıştır. Geometriyi ortaya çıkaran da budur. İnsanın yaşadığı coğrafyayı merak etmesi ile coğrafya bilimi, fen, matematik ve onca bilim gelişiyor.

Geometri o günden bu yana sürekli gelişmiş; farklı kurallar, teoremler ve yöntemler geliştirilmiş. Hiçbir akılsız da çıkıp geometriyi sözele dahil etmemiştir. Niye etsin ki?

Matematiği ne kadar iyi bilirseniz bilin, geometride bir yere kadar gidebilirsiniz. Göremiyorsanız çözemezsiniz. Budur yani.

Açıları göremiyorsanız, sizi çözüme götürecek olan yan çözümleri görüp ilerleyemiyorsanız geometride apışıp kalırsınız. Zorlamanıza gerek yoktur.

Çocuğunuz özel ders alıyorsa da çok büyük fark gerçekleşmez. Dersten kalıyorsa en fazla dersi geçecek kadar ilerler ama 100 almaya başlamaz.

En nankör işlemlerden biridir geometri. Matematik konularının yarısında sapır sapır dökülen ben, geometride deyimi yerinde ise yardıra yardıra sıralıyordum soruları. Kimini 30 saniyede kimini bir dakikada çözüyordum. Genellikle hatasız yapardım diyebilirim ve bence efsanevi başarılı işler çıkartırdım.

Deli gibi geometri çözerdim ama lanet olsun ki sınavda geometri hariç diğer matematik işlemlerini de çözmeliydim. Bir sözelci olarak yine de hiç fena sayılmayacak netler yaptığımı biliyorum.

Özetle bir insan geometriyi ya yapar ya da yapamaz. Çünkü detaylara hakim olacak şekilde bütüncül bakış gerektirir. 
 

Pixabay.jpg
Görsel: Pixabay

 

Başında geo olan birçok bilim için de bu geçerlidir. Geography yani coğrafya ve özellikle de geopolitics yani jeopolitik için de.

Maalesef ülkemizde coğrafya bilimi sözeldedir. Bütünü görmenin bilimlerinden birisi, tamamen sözelci mantığa teslim edilmiştir ve felsefe biliminin, sosyoloji ve psijkolojinin eşit ağırlıkta, coğrafyanın ise sözelde yer aldığı bir garip ülkedir burası.

Sanki bir gizli el, coğrafya bilimi yerlerde gezsin, rezil coğrafyacılar çıksın diye el atmış gibidir.

Senelerden beridir coğrafya bilimine en müsait olmayan (en kalitesiz öğrenciler dememek için seçtim) öğrenciler, coğrafya bölümünü kazanmakta.

Coğrafya bölümünü kazanan öğrencilerle konuşurdum. İstatistik okumayı beceremiyorlar, yüzde almayı dahi yapamıyorlardı. Klimatolojideki basit hesapları yapabilenlerin sayısı çok azdı. Harita bilgisi dersinde sınıfların geneli çuvallardı.

Oysa yapmaları gereken tek şey, nerede çarpma nerede bölme yapmaları gerektiğini bilmek ve oran-orantı işlemleriydi.

Denklem demeye bin şahit isteyen eğim hesabı ve harita alanı/gerçek alan hesaplarında da ayrıca dökülürlerdi.

Birçoğunun daha üniversite sınavında coğrafya sorularını çözerken o soruları yapamadan fakülteyi kazandıklarını düşünürdüm.
 

aa.jpg
Fotoğraf: AA

 

Gerçekte bu tür sorular üniversite sınavında çok nadiren çıkardı. Coğrafya bölümüne giren öğrencilere bir IQ testi yapacak olsanız 80'in çok üzerinde rakamlar alacağınızı sanmam.

80'li rakamları geçtim, 90'lı rakamlara sahip öğrencilerin de pek olduğunu sanmıyorum. Pek tabii ki durum ilahiyat için bundan da 10'ar puan aşağıda gezmektedir.

Tanıştığım ilahiyat öğrencilerine dünyaya dair farkındalıkları hakkında sorular sorarım. Çoğu ne Hawking'i biliyor ne Kant'ı.

En bilmeleri gereken adamları bilmeyen adamların ilahiyat literatürüne katacakları şey "taharat hükümleri ansiklopedisi" türü işler olacaktır.

Tam 14 ciltliktir bu ansiklopedi bilir misiniz? Şükür ki yazanlar bizden değil. Adam 14 cildi nasıl yazdı? Hala aklım almaz.

Taharat dediğiniz şeyin 5 aktörü vardır.

Gayta, onunla ilgili organ, su, sabun, el. Bu beşten ne çeşit bir permütasyon çeşitlemesi ile 14 cildi dolduracak bilgi türetilebilir ki?

Beş tane öznen var senin. Aslında beşi de nesne… Bu beşi nasıl bir araya getirip 14 cilt yazdın be adam? Hangi akılsız bu kitaba para öder, evine alır? Kim okur? Kim bunu okumaya değer bulur? Bunu yazmaya ve okumaya giden zamanın ziyanı nasıl bir ziyandır? İnsanın aklı almıyor…

Bir bakıyorsunuz bir ilahiyatçı ölüyle cima etmenin hükmünden bahsediyor, bir diğeri daha garip sorulara cevap veriyor.

Üniversitedeyken bir radyo vardı. Rahmetli annem çok sık dinlerdi. Annem radyoyu dinlerken son derece akla ziyan soruları da duyuyordum. Adamın birisi "Hacda ve kutsal topraklarda cinsel ilişki yapılır mı?" diye sordu (ne kadar yandıysa artık).

Hoca da hiç üşenmeden "Tabii ki yapılır. O kişinin helali ise olur" dedi.

Ben olsam, "Hayır kardeşim, Mekke halkı hiç çoğalmıyor, bilakis hurma ağaçlarından dünyaya geliyorlar" derdim.

Bazen ironi, insanın sorduğu sorunun aptallığını ona sert haliyle göstermek için en iyi yoldur. Hakaret etmez, ona zekasının gezdiği yer seviyesini gösterirsin.

Kendisini komik duruma düşürdüğü soruyu ve o soruyu sormadan önce düşünmesi ve müracaat etmesi gereken beyninin varlığını hatırlar.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


Bir defasında evdeki telefonla ilgili radyo kanalını arayıp "Hocam biraz önce hac esnasında cinsel ilişki soruldu. Peki, o ilişki esnasında hacca gidilir mi?" şeklinde bir soru sormaya bile cüret etmiştim.

İşin daha saçma olan yanı ise, adam buna cevap vermeye kalktı.

Sorunun saçmalığını "ironi" ile karşı tarafa ifade etmek lazımdı ancak o, ironinin kendisini "soru" sandı.

Anlamadı tabi soruyu; "Daha da açar mısınız?" dedi. Gülmekten soruyu tekrarlayamamış, kapatmıştım. Yaşın verdiği bir fırlamalık işte.

O cemaat radyosu da sonraları soruyu yazarak almaya başladı bir süre… 

Gençliğin en garip yanı da bu tarz şeyleri yapacak cesareti bulmanız oluyor. O soruyu sorma edepsizliğini de soruları cevaplayanın "elemeden her nanenin uzmanı gibi soru kabul etmesi" veriyordu tabi.

Vaktiyle bir rahmetli ilahiyatçı, "Beyaz hoca cevaplıyor" şeklinde bir gazete sütununda yazardı. Ona da böyle garip sorular gelirdi; "Eşcinsel ilişki gusül abdesti gerektirir mi?" diye.

"Lan eşcinsel ilişkiye girmiş en üst noktadan dine meydan okumuşsun o guslü de alma bari…" diyemiyor tabi, sonuçta alim adam, lafı dolandırıp dolandırıp "Evet, tabii ki gerektirir" diye de açıklamıştı.

Oysa "Benim akıllı oğlum, kuyruk yağını ekmek arasına koyup yemiş, sonrasında içeceğin sodanın kolesterolünü soruyorsun" der bırakırdım. Hatta bu soruyu gazeteye bile almazdım.

Odama geliyor bazen öğrenciler. Oda arkadaşımın boş koltuğuna bakarak "X hoca burada mı?" diyorlar.
Her seferinde farklı bir cevap veriyorum:

"Evet, ama senden saklanıyor" diyorum bazen.

Ya da "Evet ama görünmezlik özelliğini kullanıyor" diye yanıtlıyorum.

Bazen de "Masanın altında olabilir" diyorum. Bakıyor da bazısı.

Eğer öğrenci çok kibar ve edepli ise;

"Bak bakalım sence burada mı?" diyorum.

Sonra gözünü masaya tekrar çeviriyor (bak bakalım ironisini de anlamayıp gerçekten bakıyor) ve dönüp bana "Evet hocam yok, peki ne zaman gelir?" diyor.

2. Hata. Kimse kimsenin sekreteri değildir. Kimse oda arkadaşı bir yere gideceği zaman "Ne zaman geleceksin?" diye sormaz.

Hiçbir akademisyen diğerine "kocasını darlayan ev hanımı" gibi "Ne zaman geleceksin?" diye soru sormaz ve doğal olarak da bilemeyiz.

Bana ne? Adamla aynı odadayım diye bu soruların cevaplarını bilemem ki?

Öğrencilerimiz soru sormayı da bilmiyorlar, neyi sormaları gerektiğini de. Çoğu böyledir. 

Aradığın kişi yoksa tek soracağın şey kibarca "X kişisini aramıştım. Kendisini gördünüz mü?" demektir ve ardından ikinci soruya geçmemektir.

"Gördüm/görmedim" sorusundan sonra "Peki nerede bulabilirim?" demek ayıptır. Hocanla sözleş, randevu belirle öyle gel.

"Nerede bulabilirim?" dediklerinde de "Taze bitti", "Zeytindalı operasyon bölgesine bak", "Meriç nehrindeki 12 numaralı kum adacığında olabilir" gibi şeyler dediğim oluyor. 

Bir akademisyen nerededir? Ya derstedir ya da yemekte.

Beni okuyan akademisyenler tüm yürekleriyle anlayacaklardır. Öğrenciler boş koltuğa bakıp "X kişisi yok mu? Veya Burada mı?" diyebiliyorlar. Burada mı? Burada olsa görürsün herhalde. Bu saçma soruyu niye soruyorsun?

"Yok mu?" sorusuna da bazen eğer öğlen arasında isem ve karşımdakinin zekasını merak ediyorsam, karşıma oturtup "Yok nedir?", "Yok olanı nasıl anlarız? Duyularla mı?", "Peki, duyular olmasa 'yok' izafi olmaz mı?", "Yok olanın izafiliği kişiye, duyulara ve algılara göre değişiyor ise 'mutlak yok' neye göredir?" gibi sorularla ufak bir muhabbet açıp "yok olanın ispatının" felsefedeki yerine girerek güzelce bir açıklama yapıyorum ve yokun ispatı için eski Yunan ne yapmış, arap felsefeciler ne demiş; buradan giriyorum.

"Yok mu?" sorusunun ne derece mantıklı olduğunu düşünmesine getiriyorum.
 

Unsplash.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

Şimdi okurken "Bu adam ruh hastası mı?" dediğinizi görür gibiyim. Düşünsenize, basit bir ders kaydı onayı için gelen bir öğrenci ve bu soruları soran birisi…

Tabii ki basit bir ders kaydı onayı için gelenlere demiyorum. Yüksek lisansa başlamış öğrenciye diyorum bunları.

Çünkü boş koltuğa bakarak boş boş soruyor. Fransızların "aptal soruya aptal cevap" şeklinde bir özdeyişleri vardır. 

Ruh hastası değilim. Sorunluyum. Sorunum da insanların felsefenin en temel melekesi olan soracağı soruyu, soruları bilmemesi.

Bunu en çok bilmesi gereken grup bilmiyorsa bilmesi gerektiğini en ironik şekilde ifade etmeniz gerekir. Hafif utanmalıdır ki bir daha o tür aptalca gafı yapmasın. 

Felsefe, doğru soru sormak için gerekli bir bilimdir. Soruyu doğru sormak için temel düzeyde felsefe bilmelisiniz.

Felsefe bilimlerin çoğunun anasıdır. Doğru sorulamamış bir soru, doğru cevabı da getirmez, soranın da zekasını sorgulatır. Her istediğini soramaz, her istediğin şekilde de soramazsın.

Evet, aslında istediğini yapma özgürlüğü sana bunu verir ama her istediğini sorar ve söylersen, istemediğini de duyarsın.
 

Unsplash.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

İşte ironiyi bu yüzden yapıyoruz. Bizden sonraki yaşamda karşısında ilk zeka belirtisi gören kişinin önünde sapır sapır dökülecek olan bir genç, o zayıf yanlarını o acımasız yaşama atılmadan önce görsün diye.

Vazifesini yapamamış öğretmenlerden veya öğrencinin kopya ile geçtiği eğitim-öğretim sisteminin elemelerine hiç takılmamış bir düşük veya eğitilmemiş zekanın son dersini alacağı rahle olmak için.

Bunu anlayan anlıyor ve düzeltiyor. Onların gönlünde değer ifade eden bir yerde taht kuruyoruz. Bunu anlamayan ise bize ukala gözüyle bakıp çekip gidebiliyor.

Bu sebepten de bizim gibi insanların ya çok seveni oluyor ya da sevmeyeni. Oysa çok mütevazıyız ve hak etmediğim bir övgü gelse yerin dibine geçiyoruz çoğumuz.

Asla ukala diyecekler tasanız olmasın. Bırakın desinler. Öğrenciye cicişlik yapanları yazmıyor tarih. Onu hayata hazırlayanları yazıyor.

Öğrencilere en faydalı olan, onların geçmişine dair onlarda en olumlu iz bırakanlar işte o sevmediğiniz, ukala bildiğiniz kişiler oluyor. 

2 dakika geç girdiğim Ziraat Coğrafyası sınavına alınmamış, ders hocamın yanına gitmiştim. Elindeki lokumunu yerken "Daha iyi hazırlanıp ikinci vizede kendine yakışanı yapacaksın" demişti.

"E sınavdan çıkan kimse olmadı ki? Girmemde ne zarar olabilir?" Demiştim. "Yol olur" demişti.

Yol olur?

Yani seni alırsam, senden sonrakilere yol olur. Haksız da değildi çünkü 1970'lerden bu yana adamın hiç taviz verdiği olmamış. Bu arada hocanın mazeret sınavı falan da yoktu.

Herkes eğitimli maymun gibi sadece o sınava değil, hocanın diğer derslerinin sınavlarına da hayatlarının en önemli sınavıymış gibi gelirlerdi.

Normal bir derste sınıfın yarısı mevcutsa onun derslerinde tamamına yakını gelirdi. Herkesin en çok saygı duyduğu ders oydu çünkü dersin saygısı hocanın disiplini üzerine oturuyordu.

O mendebur imajın altında aslında seni yetiştiren, hayata hazırlayan ve seni psikolojinin kabul etmediği disiplin duygusuyla barıştıran bir melek vardı.

Siyasi Coğrafya Hocamız da aynı Hocaydı ve hala da hayattadır.

Eski usul sistemle fakültesini kazanıp mezun olmuş bir coğrafyacı olarak şunu rahatça söyleyebilirim ki günümüzde ilahiyat fakültelerini kazanan öğrencilerle coğrafya bölümünü kazananlar arasında bir IQ testi ortalaması alsanız, coğrafyacılar ilahiyatçılara +10 kadar bir IQ puanı fark atacaktır.

Ama bu IQ onlara bütüncül bakma yetisi vermez. Bütüncül bakabilmek için bir parça mühendis zekâsı lazımdır. Fazla değil sadece bir parça… Maalesef o parça da yoktur coğrafya bölümü öğrencilerinin çoğunda.

Türkiye'de mobilyacılık, arıcılık, moda dizaynı gibi bölümleri okumaları gereken, kısaca özetlemek gerekirse az sosyal ve sayısal zeka, bol el becerisi gerektirecek bölümlere gitmesi gereken ne kadar vasıfsız varsa coğrafyacı oluyor.

Sonrasında bizler coğrafyanın farklı dallarını sıralayıp internette tüm tadıyla paylaşınca "Vay biz coğrafyayı böyle bilmiyorduk" diyorlar.

Kimse bilmiyor ki! Coğrafyacının kendisi de bilmiyor çünkü yukarıdaki saydığım tiplerin üç aşağı beş yukarısını, üretim bandından arta kalarak önümüze gelen öğrencileri coğrafyacı yapıyoruz.
 

 

Sayısal konulardan "şeytandan kaçar gibi kaçmakla" hayatını geçirip, sonunda "Bir üniversite kazanırım o da hiç sayısal çözmeden gireceğim Coğrafya bölümü olur" diyenlere coğrafya vizyonu vermek, yeryüzü biliminin anasını ağlatmaktır.

Coğrafya anlatıcısı oluyorlar çoğu. Tıpkı şarkı okuyan şarkıcı gibi… Oysa bize anlatıcı değil, bestekarın kendisi, analizi satır satır yardırırcasına ağlatacak adamlar lazımdır.

Coğrafyacılarımız eskiden böyle değildi oysa. Hocalarımızın büyük çoğunluğu tahtada işlemleri büyük bir hızla ve pratiklikle yapan eski usul kimselerdi.

Şimdi coğrafyacı olan akademisyenlerin de matematikten uzak duran tipler olduğunu görmekteyim.

Benimle beraber yetişen kuşak da öldükten sonra, bizden sonrası tufan. Haritaları okuyabilecek ve doğru dürüst jeopolitik çıkarım yapacak bir nesil yok.
 

 

Jeopolitik derken de belirtelim. Bu, uluslararası ilişkilercilerin sıklıkla girdikleri ve çalıştıkları bir konu veya çok sevdikleri bir kelime olmasına rağmen, siyasi coğrafyaya ait bir kavramdır ve siyasi coğrafyacı Kjellen tarafından köpürtülmüştür.

Jeopolitiğin az daha farklı ve askeri coğrafya ile alakalı olan alt alanı (bana göre yan alanı) ise jeostratejidir ve bu ülkede tamamen sahipsizdir.

Askeriyede bu işten anlayan kelli felli kaşları kıvrık eski komutanlar da öldükten sonra orada da sonrası tufandır. Zaten o kelli felli komutanların da tamamı emekli olmuştur. 

Harp akademilerinin Milli Savunma Üniversitesi'ne dönüştürülmesinden sonra bu üniversiteye alınan kadrolara bakacak olursanız en az beş futbol takımı kuracak kadar tarihçi alındığını görürsünüz.

"Mohaç'a mı yürüyecek bu adamlar?" diyesiniz geliyor kadrolara bakarken...

Turan taktiği mi öğreteceksiniz her savaş için?

Karst topografyasında savaşın hususiyetlerini bilmeyenler Lapya yarıkları olan alanda nasıl kamufle olacak?

İntikaller nasıl olacak? Patlayıcı ve tahrip edici mühimmatın kireçtaşını tahrip değeri nedir?

Bataklık sahada kamuflajın, çorak sahada, düz veya engebeli çorak sahada intikalin coğrafi hususiyetleri nedir?

Suyun olmadığı yerlerde hayatta kalmanın, suyu basit yollarla bulmanın, eğimin görüş ve atışa etkisinin önemi, kıyı gerisi dağlık alan ve kıyı gerisi yarı eğimli alanlarda tutunmanın hususiyetleri, köprübaşı ve kıyıbaşı çıkarma alanlarında coğrafi direnek noktaları nedir?

Bunları bilmeden yetişen komutan, çöptür arkadaşlar.
 

Unsplash.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

Bunları öğretecek şansımız da hiç yoktur çünkü benim gibi konuşan, dili sivri adamlar bu gibi kurumlara önceden yerleşmiş kimselerce sevilmeyen "o da çok biliyor" diye görülen "persona non grata" adamlardır.

Türkiye'de ideal akademisyen konuşmayan, fikir beyan etmeyen, maaş günü parasını çeken, derslere girip dersten çıkan, parlamayan ve hatta bağlı bulunduğu kurumdaki dekanı ya da rektöründen daha az takipçisi olan adamdır.

Saatli tren gibi mesaisi geldiğinde gitmeli, TV'de fazla görünmemeli, adı fazla duyulmamalıdır. Espri yapmamalı, kendisine s…tir çekene sessiz kalmalı, vurana elsiz, sövene dilsiz olmalıdır.

Bu sebepten geride durup hiçlik tiyatrosunun bitmesini bekliyoruz. O hiçlik tiyatrosunun bizi de cümbür cemaat bitirme riski varsa ne yapalım? Çok da gam… diyorum açıkçası…

Ne olacağını söyleyeyim size.

Bu sistem(sizlik) bir yerde patlayacak ve kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı bilmeyen, hadi onu bildi diyelim, sevk ve idarede ciddi hatalar yapan komutanlarımız yetişecek.

Vakti zamanında birkaç yabancı askeri coğrafya uzmanının olduğu bir yerde batıya doğru harekatın en olumsuz zamanını, doğuya doğru harekatın en olumsuz zaman aralığını sormuştum. Sadece birinden harika bir cevap almıştım.

Adamlar deyimi yerinde ise işin "p..çi" idi. Biri de İsrailli ve üstat bildiğim bir dehadır ve denk geldikçe etnik ve kültürel coğrafya ve askeri coğrafya ile ilgili meseleleri konuşuruz. Akıllıca sorduğum soruyu anında bir tek o cevaplamıştı.

Aynı soruyu harp okulu mezunu bir gence sorduğumda hiçbir cevap alamamıştım.

Oysa cevap, 3 boyutlu düşünebilen, haritayı, yeryüzünü hareketli bir obje olarak beyninde evirip çevirebilen birinin vereceği türdendi.

Cevap şuydu:

Batıya doğru kara harekatının en olumsuz zamanı akşam gün batımı saatidir çünkü parlayan, batmakta olan güneşi önüne aldığında ufki görüş imkanın azalır ve perspektif yanılgısallığı artar. Doğuya doğru harekatta ise sabah güneşini karşına almış olursun. Bu da olumsuz bir etkendir. En uygun koşul ise güneşi arkana almaktır. Ya da hiç bu riski almayacağın kuzey ve güney akslarından harekat başlatmaktır ki coğrafyada bunu her zaman seçme şansın yoktur. Bazen düşman güneydedir bazı zamansa olur kuzeyde. (Master Yoda gibi konuştuk Türkçemiz mazur görüle…)


Haliyle bu saydığım türden detay ve coğrafya bilgisi "olmazsa olmaz" türden bilgileri verecek coğrafyacılar da pek yoktur.

Askeri coğrafya alanı ülkede zaten yok gibidir. Kendimden başka pek kimseye son 20 senedir rastlamadım.

Bolu dağlarında tek başına gezen son Anadolu panteri gibi bu alanda konuşup duruyorum. Başkalarını yetiştirme imkanım da yoktur çünkü tarihçilerin kartvizitlerine "jeopolitik uzmanı" yazarak prim yaptığı ülkede bize düşen bir yerimizi kırıp uslu uslu oturmaktır.

Ülkedeki akademinin hali pür melaline hiç girmeyeceğim ama coğrafya eğitiminin arazisiz olmaması gerektiği gibi düşük zekalı ve sayısalı sıfır öğrencilerle olmayacağını da birinin artık linç kurumunu göze alıp anlatması gerekiyor.
 

Unsplash2.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

Linç denen şeyi çok da takmadığım için fikirlerimi ifade etmekte asla zarar görmedim.

Sevgili Ahmet, sevgili İbrahim, sevgili Büşra, sevgili Zeynep. (rastgele isim söylüyorum)

Sevgili coğrafya bölümü öğrencisi gençler;

Size garezim yok Aslında sizi çok seviyorum (Yalan! İnsan sadece yakınlarını sever. Birinin size iyi tavsiye vermesi ya da doğruları söylemesi için sizi sevmesi değil hakikatin hakkını gözetmesi ve milletinin iyiliğini istemesi yeterlidir).

Ama siz aslında okumamanız gereken bir bölümü okuyorsunuz. Bunun sebebi de siz değilsiniz. Sizi seçen saçma sistemdir.

Coğrafya bilimi gibi sayısal düşünce ile sözelin harika bir şekilde birbirleri ile mecz olunduğu mükemmel bir ilim dalını iğdiş eden vizyonsuzlardır.

Bu bölümün diplomasını aldığınızda onu daha da aşağı çekeceksiniz ve kalite sürekli düşecek. Öyle bir düşecek ki gelecekte coğrafyacıyım diyene kız vermeyecekler. O kadar bu bilime uygunsuz kişilersiniz. 

Zaten bu sebepten sistemin size vereceği tek şey, coğrafya öğretmeni olmanızdır. Onu da olduktan sonra içinde coğrafya sevgisi olan gençleri dersten soğutacak monoton hocalara dönüşeceksiniz.

Dünyayı gezmediğiniz için dünyayı anlatamayacak, Vezüv'ü belgesellerden, İzlanda'yı internetten, Kıbrıs'ı da haritadan görüp anlatacaksınız; hatta anlatamayacaksınız çünkü Kıbrıs ile alakalı olarak birkaç sayfa bile bilgi yoktur.

Ne üniversitede öğrenirsiniz ne de anlatacak bir bilginiz vardır. III. Selim'in eşek ve üzümle sınırlı Kıbrıs bilgisi kadar bile bilginiz yoktur.

Girit'i haritada kapladığı eşek kadar alanı yüzünden yeri ile bilir, Sicilya'ya dair Etna yanardağının orada olduğu dışında hiçbir şey bilmezsiniz.

Dağıstan'da konuşulan 40'a yakın dilden üçünü sayamaz, Azerbaycan coğrafyasına dair iki kelam edemezsiniz.

Gürcistan'ın jeopolitik önemi ve Turan dünyasına dair yerini bilmediğiniz için Gürcistan ile aramızdaki özel ilişkiyi de yorumlayamaz, Gürcistan'dan ayrılan bölgeleri de bilmezsiniz.

Abhazya'yı ismindeki komiklik dışında bilmez, bu bölgedeki iklimin Rize'den daha tropikal şartlara sahip olduğunu da bilmezsiniz.

Karaların en derin yerlerinden birinin bu ülkedeki binlerce metrelik Krubera mağarası olduğunu da size söyleyen olmamıştır.

Sonuç olarak Dünya'ya kör bakan, imkânsızlıklar sebebiyle coğrafyacı olup, yine imkansızlıklar sebebiyle dünyayı gezemeden dünyayı anlatmak zorunda kalan ve ila nihaye sizi dünyadan ve yer biliminden soğutan Hocalarınızı aşamaz, onlardan birine dönüşürsünüz.  

Anlattığınız şeyler, bitse de gitsek türü olur, öyle de aynı maaşı alırsınız böyle de. Ama olan öğrencilerin coğrafya sevgisine olur.

Şansı varsa bir öğrenci son derece sıkıcı bir dille yazılmış kitaba rağmen merak duyup o bölümü okumak ister ki o da muhtemelen matematikle arası en kötü öğrenci olur.

Dahası yeni ve daha iyi kitapları yazacak olanların da çoğu öldüğü için sizler de daha iyisini yazamazsınız.

Kitapta ne yazarsa ona mahkumsunuz. Şimdiki kitapları yazanlar da yazdıkları yerlerin çoğuna gitmediği için ilginizi çekecek şeylerle süslenmemiş, sağdan soldan aşırma bilgilerle yazıyor olacaklar.

Ben, ülkeler coğrafyası ile alakalı onca kitap yazıp "Daha KKTC dışında ülkeye gitmedim" diyen hoca bilirim. 

Adam, yazdığı bir kitapta Batı Trakya'da 450 bin Türk yaşadığını yazmıştı. Batı Trakya'da Türk, Rum yan yana koysanız o nüfusa koyunları da ekleseniz o rakam zor çıkıyor.

Üzgünüm ama gerçekleri dinlediniz (okudunuz) ve olan biten budur. Coğrafya bilimi Türkiye'de, evde kalmış kız gibidir. Evde kaldığı için de kör, topal bir kısmet çıksın da verelim gibisinden alıcısının kalite eşiği düşürülmüştür.


Uluslararası ilişkilerci arkadaşım, gelelim sana.

Sen otur, söylem analiz yap. Filan tarihte filan dışişleri yetkilisi şunu demiş, filan konularda kırmızı çizgilerini belirtmiş, filan ülke şu kararı almıştır gibisinden yaz, çiz.

Diplomasi terimleri ile top çevir, diplomasinin inceliklerine dair bizleri bilgilendir. Diplomasi teknikleri ve ülkelerin birbirine karşı kozlarını sırala.

Jeo namına ne gördün ki jeopolitik uzmanı diyorsun kendine? Orada kal canım kardeşim!

Evet "Jeopolitikçiyim demek" daha afilidir, daha cafcaflıdır, daha karizmatik duruyor farkındayım.

Jeo kısmı da coğrafyadan, politik kısmı da siyasi coğrafyadandır. Burada sana ait bir mevzu yok. Tamamı coğrafyadan türemiş bir alandır Jeopolitik.


Ve şimdi zurnanın zırt dediği yere geliyorum hazır olun.

Türkiye'deki üniversitelerde uluslararası ilişkiler bölümlerinde öğrencilere coğrafya dersi verilmiyor.

Coğrafya namına lise coğrafya bilgisinin üzerine çıkan neyi aldın ki 'jeo'nun politiğine girebilesin?

Sana o Jeopolitik bilginin donanımını vermesi gerekenler bizleriz. Yahu bizi adamdan sayıp sizlere o dersleri verdirmemişler ki siz nasıl öğrenesiniz? Biz vermemişiz Jeo neyine senin canım kardeşim?

Evet, acıdır bu aslında. Çünkü zorunlu olmalıdır bu ders birçok bölümde. 

Özellikle siyasi coğrafya, ülkeler coğrafyası zorunlu olmalıdır Uluslararası İlişkiler bölümlerinde. Ama inkılap tarihi gibi servis dersleri verilirken (Kesinlikle verilmelidir) Coğrafya verilmez çünkü verilmesindeki faydayı bilmesi gerekenler de coğrafyanın faydalarını bilmez. 

Bildiğiniz üzere ben U.İ. anabilim dalında bir coğrafyacıyım.

Yine bir üniversiteye başvurmuştum. İstanbul'da bir üniversiteye. Çünkü tüm araştırmalarım ve kaynak taramalarımda ailemin yaşadığı İstanbul'a hep gelmem gerekiyor. Ayrıca, taşrada istediğim kalitede öğrenciyi bulamıyorum... Neyse.

Başvurduğum üniversiteye, "Uluslararası ilişkilerde ders vermek için" demiştim çünkü vereceğim dersler batıda coğrafyacılar tarafından verilen derslerdi ve o bölüme kalite katmak istiyordum.

Benim bu başvurumdan sonra ilgili üniversitenin rektörü, Uluslararası İlişkiler Bölümüne sormuş.
Dekanın aklı almamış. "Coğrafya ile ne alakamız var?" gibisinden bakıyormuş.

Oysa batıda "Regional Studies" denen alanlarda coğrafya bir zorunluluktur.
 

Unsplash1.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

Bir defasında uçakta yanımda oturan bir uluslararası ilişkiler hocasıyla konuşurken coğrafyanın U.İ bölümündeki gerekliliğinden bahsetmiştim. Sanki eşcinsel ilişki teklif etmişim gibi baktı adam şaşkınlıkla yüzüme.

Yok Hocam, yanlış anlama bölümün sende kalsın, onu elinden almayacağız bilakis onu daha aktif ve bölgesel analizlerinde vurucu hale getireceğiz. 

"Tıp Fakültesi'nde biyoloji hocasının ne işi var?" diyen Ekşi Sözlük başlıklarını okumuştum. Tam bir moron düellosuydu. Biyoloji, insan vücudunun coğrafyasıdır oysa.

Coğrafya bilimindeki yeryüzü, biyolojide tüm bedene denk düşer. Tıp Fakültesi'nde biyolog olması nasıl bir zorunluluksa yeryüzü siyasetinin öğretildiği Uluslararası İlişkiler bölümlerinde de coğrafyacı olması böyle bir zorunluluktur.

Hem de sadece beşeri değil aynı zamanda fiziki coğrafyacı da olmalıdır. Bunun faydalarına yönelik apayrı ve uzun bir yazı yazabilirim ama şimdi sizi kanlı ishal edene dek bu yazıyı uzatmak niyetinde değilim.

Coğrafya Uluslararası İlişkilerde ders olarak okutulmayınca Zengezur'u 2020 senesinde haberlerde yüz kez duya duya, bakkal amca ile aynı anda öğrenirsin; Kırım'ın Ruslara geçişini anlatırken olayı "güç mücadelesi" ile açıklamaya çalışır, "Karadeniz filosu ile enerji jeopolitiği ile" açıklamaya çalışırsın.

Dünya'daki önemli yarımadaların adını bilmeden izafi örneklerle konuşur, Hazar'a deniz dersin.

Limitrof ülke kavramını hiç duymamışsındır. Duymadığın için Rusya'nın özerk ülkeler siyasetini de bilmez, bu ülkelerin sınır boyunca konuşlandırılma esasının bir Rus politikası gereği yapıldığını da bilmezsin.

Ukrayna'nın doğusundaki bölgeleri "Rus etnisitesi" ile alakalı görürsün (oradaki nadir yer altı minerallerinin etkisini görmeden).

Azak Denizi'nin derinliğinin çoğu yerde bir insan boyu olduğunu bilmeden, oraların suyun altından kaynayan minik balçık volkanlarıyla dolu olduğunu bilmeden Rusya'nın Azak Denizi'ni bir donanma merkezi haline getireceğinden bahsedersin. Çamur denizidir orası oysa…

Japon ve Rus devletleri arasındaki adalar meselesini gündem olana dek bilmezsin. Rusya'nın uzak bölgelerinde örneğin Vladivostok'ta Ukraynalıların neden çok olduğunu ve bunun Rusya'nın Mançurya bölgesindeki politikalarına nasıl yansıdığını da bilmen ohoo imkansız bir mevzudur.

"Jeopolitik uzmanıyım ama jeoyu bilmiyorum" diyemez kimse. Dekanı da bilmez, bölüm başkanı da. Birkaç uluslararası ilişkiler hocası hariç coğrafya bilgisine hakim çok az siyaset bilimci akademisyen vardır ülkede.

Kosova meselesi konuşulurken Sırbistan'ın denize çıkış rüyaları ve Sırp Bilimler Akademisinin Kosova üzerine yazdığı stratejik çalışmaları, Sırbistan sanayisinin Kosova'daki madensel kaynaklara bağlılığını bilmeden meseleyi bir Sırp-Arnavut meselesi olarak görürsün.

Sırp Bilimler Akademisine gelince, Sırbistan devletinin politika meydana getirme merkezinin omuriliği gibidir ki bu da tamamen ayrı konu.

Bana birisi "uzman" dediğinde bile rahatsız oluyorum ki gerçekten alanımla alakalı eserleri adeta bilimsel bir şehvetle okuyan biriyimdir.

Jeostrateji uzmanı demiş kendisine. Asker ise bir parça değer veririm dediğine çünkü eski usul askerler coğrafyanın hakkını verenlerce yetiştiriliyordu. Ama tarihçiden jeopolitikçi olmaz, jeostratejist hiç olmaz. Benden de tarihçi olmaz. 

Uzman? Tamam, evet, uzmansın. Kartvizite yazınca hepimiz uzmanız…

Şimdi tekrar dönelim konumuza.

Hayır, hiç dönmeyelim. Burada en mühim noktada bırakalım. Kalanını beyninizde tamamlayın.

TV'ye çıkan tiplere bakın, coğrafi algılarına, kafalarındaki dünyaya ve o dünyayı size nasıl verebildiklerine. Dünyayı okumanın bilimini bilmeyenlerin dünyaya dair sözü olamaz.

Coğrafya bilimi Türkiye'de sahipsizdir. Sonraki nesil de buna sahip çıkacak ehliyette değildir ve o ehliyete sahip gençleri seçmek için de son derece yanlış bir seçme sistemine sahibiz.
 

 

Bir karikatürde tombul ve alımsız bir kadın, kocasına "Sence Azra Akın güzel mi?" diye soruyor. Kocası da "Hadi bir çay yap da içelim" diyor.

"Evet" dese ayrı gaf, "Hayır" dese inandırıcı değil. Olaydaki "Sence" tuzağı da ayrı kriz sebebi.

Bana da siyasi konulara dair "sence" veya "sizce" diye soru soranlara benzer bir cevap veriyorum. 

"Evet" desek ayrı, "Hayır" desek ayrı sorun… Silivri'den korktuğumdan değil, her hafta önünden geçiyorum.

Benim derdim siyasileşip şu iki kelam fikirleri toplumun büyük kısmının kulaklarını tıkaması ihtimali.

Sizi yandaş gören muhalif size düşman olup kanallarını size kapatıyor. Sizi muhalif gören yandaş da aynı şeyi yapıyor.

İyi de bizim derdimiz milli meselelere dair coğrafi bakış kazandırmaksa niye siyasileşelim ki?

İşte bu sebepten "Hadi bi çay yap da içelim" diyen adamı oynuyoruz…

Bu sebepten çay içmekten kusacağım… 

Önceki aracım 42 plakalı idi. Konyalı birinden almıştım ve değiştirmemiştim.

Trafikte bana kızan "Bozkırda mı kullanıyorsun ulan …… Konyalısı" diye başlayıp küfrediyordu.

Bir defasında adamın önüne hızla çekip, araçtan inmiş ve işaret parmağımı kaldırıp "Sivaslıyım" deyip aracıma geri dönmüştüm.

Dediği şeyde beni tek rahatsız eden aracın plakasıyla beni Konyalı sanmasıydı. 

Bazen arada bir beni tarihçi sanan ve saydıranlar oluyor. "Bir de tarihçisin…" diyorlar.

Ben de "küfredenin küfrünü ciddiye almıyor ama 'Coğrafyacıyım' diyor" en azından onu düzeltiyorum. Çünkü olmadığım şeyle itham edilmeye dayanamam.

Adamın küfürlü tabiatını düzeltemem o avukatla arasındaki mevzu. Düzelteceğim şey benimle alakalı kısmıdır.

Sizle aramdaki mevzular da buraya dek okuduysanız bunlar… Anlattıklarıma katılıyorsanız en az benim kadar "sorunlu" birisiniz.

Sorununuz eğer tuzun, yani akademinin kokması ise ne mutlu size.

Ben memur olma özürlü bir akademisyenim. Konuşuyor ve fikrimi paylaşıyorum.

Sizler de paylaşın, fikirler karşı karşıya geldikçe birbirini yontar, zenginleştirir.

Fikirsel karşılaşmada bereket vardır. Şiddeti övmeyen her fikir tartışılmaya değerdir.

Azra Akın güzel mi? Herhalde güzeldir. Çünkü izafi şeyler bunlar.

Aslında bu başlık şu 10 Word sayfası süren yazıyı okumanız içindi.

Bu sayede yazıda ne var? diye baktınız… Ben de kitap cümlelerini sevmediğim için buraya dek sıkılmadan okuyanlarınıza bu bahaneyle bir yığın şeyden bahsedip bir vizyonu verdim. İşte bu da anlatma becerisi oluyor.

Yaptığınız işi sevmezseniz anlatmak da angarya tabi.

Tüm bilimler için angarya bilen tipler değil, o bilimin sevdalıları lazım ki A noktasından B noktasına taşıyabilelim şu ülkeyi. 

Yoksa her şey çok sıkıcılaşıyor.

Ülkede eğlenceden, cinsellikten, lüksten, yemekten ve gezmekten de zevkli şeylerin olduğunu bilmek ve aktarmak lazım ve o şey ise "bilmektir".

Bilmekse hem dert, hem yerine göre başa bela almak hem de zevktir.

Bilin ve araştırın. Bilmek iyidir.


Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU