"İslamsız Müslümanlık" kavramının çağrıştırdıkları ve birkaç not

Mehmet Akif Koç Independent Türkçe için yazdı

Muhtemelen her asırda duyulan ama günümüzde daha fazla görünür olan bazı sitem, şikayet ve ayıplama sözleri çınlıyor kulaklarımızda:

"Müslüman, Müslüman'a bunu yapar mı!"

"Bu rezilce hareket, Müslümanlığa da insanlığa da sığmaz!"

"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!"

"Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!"

Örnekleri çoğaltmak mümkün, lakin tüm bu serzenişlerin işaret ettiği ortak bir nokta var; kimi çevreler kabul etmese de, başlangıç noktasından uzaklaşıldıkça hakikat, kitlelerde daha zayıf bir akis bırakıyor.

Yahut diğer bir yönüyle ifade etmek gerekirse; teoride aktarılanla, pratikte yaşanan birbirinden farklı.

Dolayısıyla günümüzde, dinin kültürel ögelere indirgendiği ve birtakım şekil şartlarıyla ritüellerden ibaretmiş gibi anlaşıldığı bir zemin ortaya çıktı; belki de bu hep böyleydi, ama şimdi daha görünür hale geldi.

Bu atmosferin bir yansıması olarak; kitleler nezdinde dinin ahlaki boyutu ve kalbe itminan ve inşirah veren yönüyle ferdî hayatlardaki manası hızla zemin kaybederken, "din" olgusunun toplumsal görünümü ve buna bağlı olarak "kullanımı" hızla arttı.

Günümüzde Türkiye başta olmak üzere, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerdeki toplumsal sosyoloji, büyük ölçüde bu intibaı doğrulamaktadır.


Peki, bu "ikili/dual" din ve kültür anlayışı nasıl ortaya çıktı?

Bu yakıcı konular üzerinde kafa yoran ve içtenlikli sorgulamalara yer verdiği yazılarıyla kamuoyunun tanıdığı Abdülbaki Erdoğmuş, geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan kitabı "İslamsız Müslümanlık"ta bu ve benzeri konuları mercek altına alıyor. 

Kimisine göre Türkiye bu haliyle toplumsal açıdan "ümitsiz vaka"dır ve ıslahı kabil değildir; kimisine göre ise hala bir ümit var ve zor da olsa düzeltilebilir durumdadır.

Erdoğmuş, bu kitabıyla, ikinci zümreye dahil olduğunu gösteriyor: Hala bir ümit var!


Kendisi de ilahiyat ve medrese eğitimi almış eski bir imam-hatip ve müftü olan Erdoğmuş'un kitabındaki yaklaşımı temelde beş bölümde ele alınabilir:

i) Giriş bölümünde temel kavramlar ele alınıyor: Kur'an, Sünnet, Hadis, Asr-ı Saadet, Mezhep, Tasavvuf, Ahlak, Ümmilik, Müslüman.

Yukarıda değinilen teori-pratik ayrımının eleştirisiyle başlanan bölümde, asli anlamları ve günümüzde anlaşılan karşılıklarıyla bu kavramlar inceleniyor ve yanlış/eksik kullanımların tadili için aralarındaki farklılıklara vurgu yapılıyor.


ii) "Müslümanlar İslam'dan Nasıl Uzaklaştı?" başlıklı ilk bölüm, kısaca Müslümanların İslam anlayışının sorunlu olduğunu ve bununla yüzleşilmesi gerekliliğini vurguluyor.

Bu bölümdeki şu ifade, sosyolojik boyutuyla kitabın da ana tezlerinden biri:

Müslümanların, özellikle Arap, Fars ve Türklerin tarih içinde egemenlik dönemlerinde dinselleştirdikleri idari/siyasi uygulamaların, kültür ve geleneğin din olarak yaşadıkları yaşam tarzının İslam olarak tanımlanmasının doğru olmadığını kabul etmeliyiz… İflas eden sadece mezhepçilik, meşrepçilik, cemaatçilik, Sünnilik, Şiilik veya İslamcılık, particilik değil; iflas eden Müslümanlıktır, Müslümanların tarih içinde edindikleri dindir.


iii) Kitaba da adını veren üçüncü bölümse "İslamsız Müslümanlık" üst başlığı altında, halihazırda yaşanan "Müslümanlık" kültürü ile bir din olarak "İslam"ın ne kadar farklı mefhumlar ve uygulamalar bütünü olduğuna odaklanır.

Yazar bu bölümde "İslamsız Müslümanlık" kavramını bir kültürel bid'at olarak tavsif eder, hatta bunun "tarihi dinleştirme", bir yönüyle de "tarihten din edinme" ameliyesi olduğunu savunur.

Keza "militarizm ve fetihçilik" namına yapılan uygulamaların dinin millileştirilmesi sürecini hızlandırdığını ve Müslümanlığı İslam'dan uzaklaştırarak, milletler/topluluklar bazında ayrıştırdığını, bu sürecin de bağnazlık ve fanatizmin doğuşunu hızlandırdığını kaydeder.

Tüm bu yaşananların ardından gelecek olansa İslamsız Müslümanlık'ın bir siyasal aparat olarak güç ve otoriteye tâbi kılınması ve aslından uzaklaş(tırıl)masıdır.


iv) Üçüncü bölüm, fıtrat dininin hizipleştirilmiş dine inkılabını, dinbazlık-dindarlık ayrımını ve dindarlığın çeşitli veçhelerini ve dünyevileşen din olgusunu inceledikten sonra, örgütlü/kurumsal din realitesini mercek altına alır.

Bu bölümde Diyanet İşleri Başkanlığı ve "elde Kur'an ile politika yapılmasının uygunsuzluğu" bahisleriyle Türk toplumuna, Sünni-Şii ayrılığı ve IŞİD üzerinden de bölge toplumlarının din anlayışına eleştiride bulunulmaktadır.


v) Böylesine bir sorgulama, eleştiri ve yüzleşme kitabında olmazsa olmaz bir bölüm olarak "ahlak" bahsi de eserin son bölümü olarak okuyucuyu bireysel ahlaki muhasebeye davet eder ve çürümenin, tefessühün karşısında ferden ferda her bir bireyin ahlak temelinde yeniden dirilişine çağrıda bulunur.


Bu kıymetli kitaba dair birkaç notumu da burada kayıt altına almak isterim:

  1. Erdoğmuş'un bilhassa İslam tarihinden örneklerle ve başta Dört Halife ve Emevîlerin ilk döneminden hareketle, tarih içinde oluşan Müslümanlık anlayış(lar)ına getirdiği eleştiri gayet yerindedir ve "resmî tarih" anlatısını sorgulayan çok sayıda eleştirel tarihçi tarafından da paylaşılmaktadır.

    Bu noktada sosyolojik bir katkıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çekmek yerinde olacaktır. Devrim sosyolojisinin kurucu isimlerinden Rus-Amerikalı sosyolog Pitirim Sorokin "Devrimlerin iki fazı vardır: İlki inşacı ve dinamik, ikincisi yıkıcı ve statükocu" tespitiyle, toplumsal değişimin değişmeyen doğasına atıfta bulunur. 

    Gerek İslam'ın ilk döneminde Asr-ı Saadet sonrası görülen muhafazakar/statükocu eğilimler gerekse modern dönemde Fransız, Bolşevik ve İran devrimlerini takip eden birkaç yıl içinde müşahede edilen statükonun geri dönüşü olgusunu, bu ikili fazın işlerliğinde aramak faydalı olabilir.
    Bu açıdan, Müslüman toplulukların, Risalet sonrası içine girdikleri çok uzun ikinci fazın halen sürmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

     
  2. Modern dönem İran ve Ortadoğu toplumları üzerine araştırmalarıyla tanınan, İranlı siyaset bilimci Prof. Hamid Dabashi, geçmişten günümüze Şii toplum ve inançlarını incelediği eseri Shiism: A Religion of Protest'te şu önemli tespiti yapar:

    "Şiilik nihayetinde bir paradokstur, savaşçı olduğunda ve zahmetli bir savaş verdiğinde serpilip büyür ve muzaffer olur. Başardığı ve iktidara geldiği anda, manevi gücünü ve aykırı sesini kaybeder. Paradoksal olarak sadece, iktidarda olmadığı zaman iktidardadır. İktidara geldiği zaman, meşruiyetini, otoritesini ve cesaretini kaybeder." 

    Dabashi'nin Şiilik için serdettiği bu tespitin, Sorokin'in devrim sosyolojisine dair hükmünün ışığında, hemen hemen tüm "aykırı sesler ve devrimci/reformcu" hareketler için geçerli olduğu kanaatindeyim. Esasen, Erdoğmuş'un kitabında tekraren işlediği "Müslümanların İslam'la ilişkisinin kopması, İslamsız Müslümanlık" tezindeki paradoksun da bahsekonu "iktidara erişince manevi gücünü ve aykırı sesini" kaybetmekten kaynaklandığı söylenebilir. Bu noktada da bilinçsiz ve köksüz bir "din görünümlü kültürün" toplumlar düzeyinde Müslümanları esir aldığı ve Ali Şerîatî'nin "istihmâr (eşekleştirme)" olarak nitelediği aşikar bilinçsizlik halinin ortaya çıktığı görülmektedir.
     
  3. Kitaba dair dikkatimi çeken bir üçüncü husus, Müslümanların mevcut sorunlarının tarihi referanslarla ortaya konulduğu ve gerektiği yerlerde geçmişteki ihtilaflı noktaları sertçe eleştirmekten kaçınılmadığı ölçüde, çözüme dair önerilerin yeterince açık ve anlaşılır olmaması.

    Yazar her ne kadar, "öze dönülmesi, kültür yerine dinde arınmanın aranması, ahlak ve Kur'an'a müracaat" vb. vurgularla bunu ortaya koysa da 2020'lerde bunun nasıl yapılacağı, küreselleşme ve teknolojinin bambaşka bir noktaya gittiği bir dönemde modern çağın insanına bu çerçevenin nasıl çizileceği apayrı bir tartışmanın konusudur.

Netice itibarıyla, Abdülbaki Erdoğmuş dindar bir aydın olarak, içinde yaşadığı toplumun tefessüh ve çürümesi karşısında, tepeden inmeci ve ezbere toplumsal mühendislik yerine, bireyi merkeze alan ahlaki temelli bir arınma ve iç muhasebe çağrısında bulunuyor.

Bu yönüyle, kitapta sıkça atıf yaptığı Şerîatî'nin "Aydınların misyonu topluma siyasi önderlik yapmak değil, toplumu bilinçlendirmektir" tavsiyesi ışığında, kendi muhasebe ve murakabesini okuruyla da paylaşıyor.

Bu muhasebe ve yüzleşmenin ne tür sonuçlara yol açabileceği ve değişim/dönüşüm adına ne tür somut ve açık önerilerle toplumun karşısına çıkılabileceği de umarım başka çalışmaların konusunu teşkil eder. 

Kendi adıma, bu kitabın temas ettiği temel tezlerin, bahse konu sorunlar karşısında müşterek çözüm önerilerine varılabilmesi açısından, daha fazla tartışılması ve bu meseleler üzerine kafa yoran insanların daha fazla gündemine girmesi gerektiği kanaatindeyim.

Nitekim bu kısa değerlendirme yazısı da böyle bir düşünceyle kaleme alındı.

Sonsöz olarak:

Okuyun. Zira mürekkebin akmadığı yerde kan akar!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU