İslam'ın iki farklı yorumu olan Sünnilik ile Şiilik arasındaki "hilafet/imamet" meselesinden sonra "dikenli" konulardan birisi de "masumiyet/suçsuzluk" meselesidir.
Şunu bilmemiz gerekir ki, Sünni-Şii hem biz Müslüman dindarlarda ve hem de Yahudi, Hristiyan, Budist, Zerdüşt vs. dindarların görüşlerinde, bir takım "gulüvv" (aşırılıklar) söz konusudur.
Şii dindarlar velayet sahibi olan peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarının insanlar ve varlık alemi üzerinde "tekvini" hakimiyetlerinin bulunduğuna inanırlar.
Derler ki kâinatın üzerindeki ilahi yasaların aynısı velayet sahiplerinde de mevcuttur ve varlık alemi bunların yüzü suyu hürmetine var edilmiştir.
Ayrıca bu velayet sahipleri tüm beşer ve varlıklardan önce yaratılmışlardır.
Hatta bununla ilgili birçok rivayetler de uydurmuşlardır.
Ve uydurulan bu rivayetler zamanla çok ciddi itikada da dönüştürülmüştür.
Böylece Şii ile Sünni arasında ayrışmalara ve hatta sürtüşmelere neden olmuştur.
Ve yine "kurucu akıllar" tarafından oluşturulan bu türden inançlar, don akla sahip insanların duygularının esiri olmalarına vesile olmuş ve akıllarını işletmelerine engel teşkil etmiştir.
Oysaki hiçbir araştırıcı, "masumiyet" ile ilgili tek bir cümleyi Kur'an, sünnet, Nehcü'l- Belağa, imam Hasan ve imam Hüseyin'den görmüş değillerdir.
İmam Cafer Sadık dönemine kadar da bu böyledir.
Yani, altıncı imam olan Cafer Sadık dönemine kadar hiçbir imam, masumiyetten söz etmemişlerdir.
"Ben" ya da "biz masumuz" dememişlerdir.
Kur'an'da da onların masum olduklarına dair tek bir kelime geçmiş değildir.
Peki, bu "masumiyet" inancı nasıl ve ne zaman ortaya çıktı?
Bunun müspet ya da menfi etkileri neler?
Bu inancın ne zaman ortaya çıktığına değinmeden önce, çok önemli menfi etkilerinden yalnızca birine değinip öyle konuya geçmek istiyorum, o da "peygamber ve imamların 'beşer' oldukları konusunun unutulmasıdır."
Yani, tüm düşünür, hatip, alim ve şairlerin, sürekli peygamber ve imamların gaybi boyutlarından söz ettiklerini görüyoruz.
Bu da onların sürekli yüceltilmesine ve erişilmez bir konuma sahip olduklarının algılanmasına vesile olmuştur.
Oysaki Kur'an ve nebilerin kendileri, bu duruma sürekli vurguda bulunmuş ve "Deki ben de sizin gibi bir beşerim" (Kehif: 110) demişlerdir.
Yani, "Biz peygamberler yeme, içme, uyuma, unutma, hata yapma, bilememe vs. gibi tüm meselelerde sizin gibi bir beşeriz" demişlerdir.
Fakat alim, hatip, vaiz, şair, yazar vs. gibi şahıslar her zaman onların beşerî boyutları üzerinden gaybi konularını dillendirmişlerdir.
Fakat biz burada onların "beşerî" boyutlarına ağırlık vereceğiz.
Yani, biz burada, nebinin ve imamların gerçekte sahip oldukları haklarını vereceğiz ve onları, hayaller üzerinden değil hakikatler üzerinden konuşacağız.
Nebi ve imamların gerçekte, beşer oluşları gizlenmiş ve üzeri örtülmüştür.
Bunun nedeni ise "nefsanidir."
Yani, dünyadaki tüm din ve mezhep müntesipleri, din ve mezheplerinin "simgelerini" her zaman yüceltme ve olduğunun üzerine çıkartma yoluna gitmişlerdir.
Örneğin, Budistler "Buda"nın doğumunda aşırı derecede hayaller üretmiş, Şeytan'ın geldiğinden ve falan-filan şeylerin vuku bulduğundan söz etmişlerdir.
Hristiyanlar İsa'nın doğumunu, onun Allah'ın oğlu olduğuyla sonuçlandırmış ve onu o makama ulaştırmışlardır.
Mecusiler de Zerdüşt'ün doğumu hususunda hayli Mübalağalar yapmışlardır.
Yıldızları söndürmüş, güneşi yarmış ve depremleri koparmışlardır.
İslam tarihçileri de söz konusu bu hikayeleri oralardan almış ve bizim peygamberimiz hakkında nakletmişlerdir.
Onun doğumuyla ilgili tarihi okuduğumuzda, o dönemde de Mecusilerin mabetlerinde taptıkları ateşin söndüğünü, Kisra'nın saray sütunlarının devrildiğini, depremin olduğunu, Şeytan'ın feryat ettiğini ve bu gibi başka birtakım durumların vuku bulduğunu okuyoruz.
İmam Ali'nin Kabe'de doğduğunu, gökyüzünden Asya, Meryem ve meleklerin indiğini, İmam Hüseyin'in doğumunda Cebrail'in peygambere nazil olup hüznünü bildirdiğini ve yine İmam Ali'nin namazı kazaya kalmasın diye güneşin durduğunu ve bunun gibi birçok şeyleri mütalaa ediyoruz.
Dolaysıyla dünyadaki tüm din müntesiplerinin bu hikâyeleri uydurmalarındaki kasıtları, kendi egolarını/nefislerini yüceltmektir.
Yani, insanın kendisini bir şeye ya da bir şahsa nispet ettiğinde, o şeyi ya da o şahsı yüceltmek için bir sürü gaybi şeyleri ona nispet vermesindeki kastı, aslında kendisini yüceltmek ve karşı taraftakini, kendisinin "necat/kurtuluş" ehli olduğuna dair inandırmaktır.
Bu durumlar, aynen bir "balon" misaline benzer. Her kes kendi balonunun en yüksekte uçmasını ister.
Balonun en tepelerden uçması için ise, ona en fazla gaz vermesi ve nefes üflemesi gerekir.
Zavallı her din ve mezhepteki dindarlar, ellerinden geldiği kadar kendi "balonuna" gaz yükleyip nefes üflüyorlar, fakat bunun bir günah olduğunu bilmiyorlar.
Ayrıca, şeriatın namaz, oruç, hac, zekât, cihat, ahlak kuralları ve mali sorumluluklar gibi bireysel ve toplumsal görevleri ağır geldiği için, bu görevleri telafi etmek zannıyla inancının "simgelerini" yüceltmeye koyulup, kendi zannınca da hem kendine hem de karşıdakilere "ehli necat" olduklarını telkin ediyorlar.
İşte sosyologlar bu duruma "yalancı sığınma" derler.
Yani, bu insan kendinde ahlaki fazilet, amel, ihlas ve erdemlerden bir şeyler görmeyince, kendi balonunu (inancını) şişirmeye başlıyor ve o balonun içerisine "İşte benim izini sürdüğüm imamım/peygamberim masumdur, yücedir, kâinat bunun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır, Allah'ın tüm cemal, celal ve kemal sıfatları bunda tecelli etmiştir, cennet ve cehennemi bölüştürecek budur vs." gibi hayali inançları üfleyip duruyorlar.
Bunları o inanç balonunun içerisine üflemekle onun daha fazla şişeceğini ve daha fazla şişmekle de daha çok yükseleceğini, onun yükselmesiyle de kendisin de yükseleceğini zannetmekteler.
Anlamıyorlar ki, birisi bir zamanda ortaya çıkıp o balona bir "akıl iğnesi" dokunduracak olursa, balonu da kendisi de yok olup gidecektir.
Tekrar ediyorum; şayet "masumiyet" bu denli önemli ve hatta itikada dönüştürülecek kadar mühim bir şey ise, en azından Kur'an-ı Kerim'de onun hakkında tek bir ayetin geçmesi gerekirdi.
Fakat enbiyanın masumiyetine dair bununla ilgili bir tek cümle dahi geçmez.
Aynı şekilde Nehcü'l- Belağa ve peygamberimizin hadisinde de mevcut değildir.
Kur'an'da bir tek yerde masumiyetin türevlerinden biri olan "va'tesimu/Allah'ın ipine sarılın" (Al- İmran: 103) kelimesi geçer.
O da "sarılmak/tutunmak" anlamını ifade eder.
Tam tersine Kur'an'da nebilerin hata ettiklerinden, kendilerine zulmettiklerinden, istiğfar ve tövbede bulunduklarından bolca bahsedilir.
Yani, Kur'an sürekli bizlere şunu vurguluyor:
Ey insanlar. Nebiler de sizin gibi beşerdirler. (Kehif:110)
Yani, masum değillerdir.
Masumiyet kavramının ortaya çıktığı dönem
İmam Cafer döneminde 150 civarında mezhep vardı.
Sünni devlet yöneticileri bu bölünmüşlüğün önünü alamadıkları taktirde "din" diye bir şeyin ortada kalmayacağını düşündüler.
Bundan ötürü de mezhepleri 4 ile sınırlayıp diğerlerini iptal ettiler.
Aynısını üçüncü halife Osman bin Affan da yaptı.
Yani, onun döneminde birçok Kur'an Mushafları vardı.
Tümünü toplayıp ateşle yaktı ve tek Mushaf'ı bıraktı.
İmam Cafer Sadık döneminde ilk "masumiyet" meselesini ortaya atan şahıs, onun öğrencisi Hişam bin Hakem'dir.
Bu şahıs bir camideki derse gidiyor.
Kürsüdeki ders veren hocanın Sünni olması hasebiyle onu İmam Cafer Sadık'a yönlendirmek ve onun bilgilerinden istifade edip öğrencilerine de onun İslami anlayışını anlatmasını sağlamak kastıyla, ona şöyle soruyor:
Benim bir sorum vardır, onu sizden sorabilir miyim?
- Hoca: Tabi ki.
- Hişam: Senin gözün var mıdır?
- Hoca bu soruya şaşakalıyor ve: "Bu ne biçim bir sorudur, tabi ki vardır."
- Hişam: Onunla ne yaparsın?
- Hoca: Tabi ki görürüm ve etrafıma bakarım.
- Hişam: Peki kulağın var mıdır?
- Hoca: Tabi ki vardır.
- Hişam: Onunla ne yaparsın?
- Hoca: Onunla duyarım.
Hişam, böylece insanda bulunan beş duyu organlarının tümünü ve onların vazifelerinin ne olduğunu hocadan teker teker soruyor ve cevabını aldıktan sonra, en son olarak hocadan şunu soruyor:
- Peki bu duygu organların yanılabilir mi?
- Hoca: Tabi ki yanılabilir.
- Hişam: Peki, "onların yanılgıya düşme ihtimalini verdiğin zaman ne edersin?" diyor.
- Hoca: O zaman kalbime (aklıma) müracaat ediyorum" der.
- Hişam: Peki kalbin hata yapabilir mi?
- Hoca: Yapmaz, çünkü en son karar mekanizması kalbimdir.
Hişam o esnada şu soruyu sorar ve hocayı susturur.
Peki, 5 duyu organımızın hata yapma ihtimali olduğu zaman, onların kararlarını kalbe götürüp onun onayını alıp rahatladığımıza göre, insanlar için de hata yapmayacak bir imam lazım değil mi?
İnsanların hata yapıp yapmadıklarından emin olunulmadığı için o imama müracaat edip ondan hakkı öğrenmeleri gerekmez mi?
Bundan dolayıdır ki "Biz 'imam' diyoruz" diyor.
(Yani, bizim imamımız hata yapmayandır "masumdur" demek istiyor.)
Hoca da Hişam'ın bu sözüne cevap veremez oluyor.
İşte Şiiler, bu sözden şu sonuca varıyor;
İmamlar ve peygamberler toplumun kalbi konumundalar ve masumdurlar.
Zamanın geçmesiyle birlikte, işte Hişam bin Hakem'in bu görüşü, bir itikada dönüşüyor.
Oysaki bir şeyin itikat olması için vahyin/Kur'an'ın sarih bir şekilde onu anlatması ve sahih hadislerin de onun mistakını (somut karışığını) göstermesi gerekir.
"Masumiyet" konusunda Şii Müslümanlar daha radikal, Sünniler ise daha ılımlılar.
Yani, Şiiler masum imamın dışında hiç kimsenin toplumun başına geçemeyeceğini savunurlarken, Sünniler masumluğun yalnızca Resullerin dini tebliğ etme (risâlet) boyutunda şart olduğunu söyler ve hatta onların "risalet" (dini meseleler) de değil de "nübüvvet" (şahsi meseleler) boyutunda hata yapabileceklerini savunurlar.
Dolaysıyla, halkı yönetecek liderin şura/seçim ile olması gerektiğine inanan Sünnilerin, demokrasiye daha yakın oldukları görülmektedir.
Bunlara göre hilafet ve imamet hususunda İslam dini aslında demokrattır.
Yani, peygamber siyaset işini ümmete bırakmıştır.
Fakat demokrasiyi izah etmek ve seçimlerin nasıl yapılacağını tarif etmek için zaman bulamamıştır:
"Her ne kadar insanların demokrasiye geçişleri asırlarca zaman almış olsa da aslında İslam'ın seçim sistemi demokratik bir sistemdir" derler.
Ehli Sünnet, nebi hakkında guluvv etmekten (aşırıya kaçmaktan) nasıl kurtuldu?
Ehli Sünnet Müslümanlar, nebiyi, onun Ehli beytini ve sahabeyi "adil" bilirler.
Nebinin "masumiyetine" ise yalnızca "vahiy alma ve onu tebliğ etmede" inanırlar.
Fakat peygamberin kendi şahsi işlerinde ve dünyevi meselelerinde hata yapabileceklerini kabul ederler.
Nitekim kendilerinin naklettikleri bir rivayetlerinde şöyle geçer:
Bir gün nebi Medine'de bir hurma bağından geçiyordu. Mekke'de doğup büyüdüğü için orada hurma bağları diye bir yerler yoktu. Bağdakilerin hurma ağaçlarını tozlandırdıklarını gördü.
Onlardan "ne yaptıklarını sordu."
Tohum aşısı yaptıklarını söylediler.
Peygamber de onlara "Bunu yapmasalar iyi olur" dedi.
Oradakiler nebinin bu sözüne uyup ağaçları tozlamayı terk ettiler. Fakat o yılki hurma mahsulleri iyi olmadı.
Nebi bundan haberdar olunca şöyle söyledi:
'Ben bir beşerim. Size, dininize ait bir şey söyler isem ona uymaya gayret edin, fakat kendi içtihat ve reyimden bir şey söyler isem, ben bir beşer olduğum için, siz dünya işinizi benden daha iyi bilirsiniz.'
(Yani, beşer Muhammed ile peygamber Muhammed'in sözlerinin ayrı tutulması lazım.)
Bu hadis, Sihahlarda mevcuttur ve bu hadis ile Ehli Sünnet, kendilerini peygamber hakkında guluvv etmekten (aşırıya kaçmaktan) kurtarmışlardır.
Fakat Şiiler öyle yapmadılar.
Şiilerin ilim havzalarında "Akait Kitabı" olarak öğrencilere okutulan ve Şeyh Muhammed Muzaffer tarafından kaleme alınan o kitapta, "Bizim İmamların Masumiyeti Hakkındaki İnançlarımız" diye bir bölüm vardır, orada şöyle deniliyor:
İmamlar da aynen nebiler gibi küçük yaşından öldüğü ana kadar, küçük-büyük, gizli-aşikâr her türlü rezail ve fevahişten (çirkin ve kötü işlerden), bilerek ya da bilmeyerek, sehivden/gevşeklikten, hatadan ve nisyandan (unutkanlıktan) masum olmaları gerekir. Çünkü nisyan Şeytandandır ve Şeytan Salih kullara yaklaşamaz.
İşte bu, Şiilerin guluvv inancıdır.
Sonra şöyle devam ediyor:
Çünkü peygamberler gibi imamlar da şeriatın/dinin koruyucusu ve yaşatıcısıdırlar. Bunların masumiyetlerine dair deliller de peygamberlerin masumiyetlerine dair delillerin aynısıdır.
Peygamberlerin masumiyetlerine dair ise bir tek şu ayeti naklediyorlar:
Arzusuna göre konuşmamaktadır. O (vahiy), ancak (kendisine) vahyedilen bir vahiydir. (Necm: 3-4)
Rivayetler içerisinde de "Sakaleyn/iki ağır emanet" diye bilinen bir hadise istidlal ediyorlar.
Hadis şöyledir:
Ben kendimden sonra size iki ağır emanet bırakıyorum, biri Allah'ın kitabı, diğeri de soyumdan olan Ehli beytimdir. Şayet bu ikisine birlikte sarılır iseniz, benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz.
Derler ki bu hadis, imamların masum olduklarını bildirir.
Çünkü masum olmayanlara uymak, insanı hataya sevk eder.
Fakat ıtret (peygamberin soyundan olan imamlar) masum olmalılar ki peygamber onları hem Kur'an'ın yanında onunla birlikte zikretmiş hem de onlara Kur'an ile uyulduğu taktirde sonsuza dek sapıklığa düşülmeyeceğinden söz edilmiştir.
Fakat dikkatlice bakıldığında, "masumiyet" hususunda ne ayetin açık olduğu görülmektedir ne de hadisin.
Ayet, gerçekten nebinin masumiyetine işaret etmiyor.
Çünkü ayette geçen "hüve" (o) sözcüğü, kimilerinin zannettikleri gibi "o nebinin konuştuklarının tümü vahyidir" diye "nebi"ye işaret etmiyor.
Hayır, "hüve" (o) kelimesi, "Kur'an'a" işarettir.
O taktirde de ayetin manası şöyle oluyor:
O (Kur'an), (Nebinin) kendisine vahyedilen bir vahidir.
Fakat sonraları Müslümanlar kendi aralarında bunun (hüvenin), nebiye işaret ettiğini yaydılar.
Oysaki Kur'an açıkça "O (Kur'an), ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir" diye buyuruyor.
Yani, ayetteki vahiyden kasıt "kitaptır", nebi değildir.
Çünkü nebi "vahiy" değildir.
Nebi; yalnızca kendisine vahyin indiği bir şahıstır.
Peki vahiy nedir?
"Vahiy", tabi ki kitaptır (Kur'an'dır.)
Dolaysıyla nebi vahyin dışında başka yerlerde ve kendi şahsi işlerinde hata yapabilir.
Bundan dolayı Sünniler derler ki nebi, semavi emirleri tebliğ etmekte, vahyi almada ve onu insanlara ulaştırmada masumdur.
Fakat vahyin dışında hata yapıp unutmaları söz konusudur.
Unutmak ilahi bir nimettir
Birincisi; alimlerden kimileri nisyanın (unutkanlığın) Allah'tan insanlara bir lütuf olduğunu söylerler.
Düşününüz ki, insan hayatında karşılaştığı acılı günlerini hiç unutmasaydı, acaba hali nice olurdu?
O insanın yiyip içmesi, rahat edebilmesi, işlerini yürütmesi, insanlarla irtibat kurabilmesi mümkün olabilir miydi?
Yani, nisyan, insan zihninin tabiatıyla (yapısıyla) ilgili bir husustur.
Bunun Şeytan ile bir ilgisi söz konusu değildir.
Şayet insan okuduklarını unutmazsa, mutlaka ilahlık iddiasında bulunur.
Ayrıca insan önceki bildiklerini unutmalı ki, yeni şeyler de öğrenebilsin.
Dolaysıyla, bilimsel açıdan ispat edilmiş olmasa da kültürümüzde "İnsan, bildiklerinin yüzde 90'ını unutur" diye bir söz geçer.
Ve hekimlerin dediği gibi;
İnsan, nisyanla maluldür.
(Yani, unutkanlık insanın doğasında vardır.)
Dolaysıyla nisyan, ilahi bir nimettir.
Şayet insan acılarını unutmaz ise, yaşaması imkansızlaşır.
Bunun, imametin naksi ile bir ilgisi olamaz.
Kısacası; nebilerin masumiyetiyle ilgili söylenilen iki delilden biri olan "O, yalnızca vahyi söyler" anlamındaki ayetin bu meali doğru değildir.
Doğru olanı, "onun söyledikleri vahiydir" anlamındaki mealidir.
Ve önceki meale dayalı Kur'anî delilleri batıldır.
Yani, "vahyi söylemesi" ile "söyledikleri şeyler vahiydir" cümleleri birbirlerinden farklı şeylerdirler.
İkincisi; imamların "masumiyeti" hususunda peygamberden getirilen "sakaleyn rivayeti" delili de batıldır.
Çünkü; "Bu ikisine birlikte sarılır iseniz, benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz" sözünden kastedilen şey şudur:
Yani, şayet Kur'an ve Ehli beyit kanalıyla nakledilen hükümlere birlikte sarılır iseniz, asla sapıklığa düşmezsiniz.
Diğer bir ifadeyle;
İnsan şayet Ehlibeytten bin tane hadis kabul etse ve o hadislerin içerisinde de on tanesi gayri sahih olsa, onları sahih kabul ettiği için, şayet hidayetini o on hadis üzerine oturtur ise, bunun hiçbir sakıncası yoktur.
Açıkçası, kişinin hayatının bütününe bakmak lazım.
Şayet insan hayatını hidayet üzere geçirmek istiyorsa, örneğin, önceden doğru bir inanç ya da görüşünün bulunduğunu kabul ettiğini farz edelim.
Haliyle insanın düşünce ve görüşleri sürekli değişip geliştiğine göre, şayet 5 yıl sonra o görüşünün hata olduğunu anlar ise, o taktirde o görüşünü bırakıp doğru olanına temessük etmelidir.
Ve bu da (yani, insanın bilgilerinin değişmesi ve artması) doğal olacak ki, Kur'an elçisine "De ki, 'Rabbim ilmimi artır'" (Ta-Ha: 114) diye buyurmuştur.
Hatta Usul-ü Kâfi' de "İmamların ilminin her cuma gecesi artması bölümü" diye bir bölüm vardır.
Bu bölümde her cuma gecesi imamların ilminin arttığına dair sözler vardır.
Şia'da mütevatir ve sahih olarak kabul edilen şöyle bir hadis de vardır.
İmam Ali şöyle demiştir:
Resulullah ilimden bana bin kapı açtı ve her kapıdan da bin kapı açılıyor.
Hadisten anlaşılan şudur:
Yani, nebi imam Ali'ye bu ilmi öğretmeden önce imam bu ilimlere cahil idi. Önceden bu ilimleri bilmiyordu.
İmam Ali burada "tahsil-i hasıl"dan söz etmiyor.
Demek ki bilmiyordu.
Yani, o şeylere dair cahil idi.
Cahilin anlamı da "bir şeye dair bilgisi olmayan" demektir.
Yani, o şeye dair "alim" değildir.
Demek ki bir insan herhangi bir hususta "alim/bilgin" değilse, halkın nazarında o hususta hatalı olabilir.
Örneğin, İmam Ali için ilimden bin kapı üzerine açılmış olursa, onun bazı şeyler hakkındaki görüşlerinin hatalı olması gerekir.
Dolaysıyla da o şey hakkındaki hatalı görüşü mutlaka değişecektir.
Hasılı, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi imamların masumiyetine dair nakledilen "sakaleyn" hadisi de batıldır ve ondan da "masumiyet" diye bir şey çıkmaz.
Çünkü arz ettiğim gibi imamlar da ilimlerini arttırdığına göre, herhangi bir konuda o ilim onlara gelmediği taktirde, onlar da o konu hakkında hata yapabilirler.
Çünkü o konuyu bilmiyorlardı.
"Masumiyet" çok önemli bir konu olmasıyla birlikte, Kur'an'da Enbiya'nın masum olduklarına dair tek bir ayet mevcut değildir.
Hadislerde de peygamber, İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin "ben masumum" demişlerdir.
Üçüncüsü; şayet enbiya ve imamların "masum" olduklarını söyler isek, bu inanışın gereği olarak birtakım şeylerin haram olduğunu da kabullenmemiz gerekir, şöyle ki:
Peygamber, kendi döneminde İslam'ı tebliğ etsinler diye etraftaki kabilelere birçok tebliğci gönderiverdi.
Şayet bizler peygamberin, yani, dini insanlara tebliğ edenin "masum" olması gerektiğine iman eder isek ve yine şayet insanların hakka ve hakikate tabi olması için onu anlatanın "hatasız/masum" olması gerektiği iddiasında bulunur isek, o taktirde peygamber ve imamların dışındaki tebliğcilerin "tebliğde bulunmaları" haram olmuş olur.
Çünkü bunların hiç birisi masum/hatasız değildir. Halk, kabileler ve insanlar her zaman peygamber ve imamlara ulaşmadıkları için, tebliğcilere tabi oluyorlar.
Denilse ki, tebliğci (dini insanlara ulaştıran şahıs), yüzde yüz masum olması gerekir, çünkü halkın tabi olacağı şeyin yüzde yüz hak olması icap eder, o taktirde de denilir ki, halkın tümünün gidip hakkı masumlardan (nebi ve imamlardan) öğrenmesi gerekir.
Böyle bir durumda, onların dışındaki tebliğcilerin tebliği de haram olmuş olur.
Çünkü tebliğci her zaman hata yapabilir ve hükümleri unutabilir.
Ama görüyoruz ki halk, masum olmayan cuma imamlarına, müftü ve müçtehitlere uymakta, hak ve hakikati bunlardan öğrenmekteler.
Oysaki bunların hiç birisi masum değillerdir.
Ayrıca, "tebliğin" haram olması dışında, "taklidin" de haram olması gerekir.
Oysaki Şia mektebi sürekli ya kendin içtihat edeceksin ya da bir müçtehidi taklit edeceksin der.
Peki taklit edilen müçtehitler masumlar mı?
Kesinlikle hayır.
Onların hiç birisi masum değillerdir.
O taktirde, bir insan masum olan İmam Cafer'den direkt gidip fetvasını alamadığına göre ve ondan bin küsür yıl sonraki taklit ettiği masum olmayan müçtehitlerden fetvasını aldığına ve bunun da hata yapma ihtimali bulunduğuna göre, böyle bir müçtehidin Ebu Hanife ile ne farkı olabilir?
Yani, müçtehitler de masum değillerdir Ebu Hanife de masum değildir.
Tekrar ediyorum, şayet bizler imamın masum olması gerektiğini söyler isek, o taktirde "taklit"in de haram olması gerektiğini söylememiz gerekir.
Böyle bir durumda, biz insanlara nasıl gidip mutlaka bir müçtehide taklit etmeleri gerektiğini söyleyebiliriz?
Çünkü taklit edilecek o insan masum değildir ve hata yapabilir. Peki böyle birine taklit etmeği nasıl gerekli görebiliriz?
Denilse ki, taklit edilen müçtehit ister hata yapsın ister yapmasın, onun fetvasına amel eden mukallit için bir sevap vardır.
Denilir ki, o taktirde imamlara "masum" demeye ne gerek vardır?
Şiiler gidip hata yapabilecek bir müçtehitten fetva aldıklarında, onun o fetvası hatalı da olsa, yine de ondan o fetvayı alıp ona amel eden insan için bir sevap var ise, imamlar "masumdur" sözünü söyleyip Şia mektebini sıkıntıya sokmaya ne gerek vardır?
Farz edelim ki 12 masum imamın 11 tanesinden hatasız fetvaları aldık ve 12'inci imam da birkaç asır veya bir milyon sene yaşadı, insanlar da bu müddet zarfında masum olmayan müçtehitleri taklit eder ise, peki değişen şey nedir?
Dolaysıyla, benim imamım "masumdur" demek, insanın egosunu tatmin etmekten ve kendini yüceltmekten başka bir işe yaramıyor.
Yani, "Benim imamım böyle yüce olduğuna göre ben de yüce bir insanım" gibi nefsi kabartmaktan başka bir faydası olmuyor.
Böyle bir düşünce yalnızca aklı dondurur ve duyguları hapseder o kadar.
Aslında "taklit etmenin" vacip olduğunu söylemek de düşündürücüdür.
Çünkü müçtehidin fetvaları, kesin hak değil, zanna dayanıyor.
Hatta kendileri de "Benim içtihadım kesin haktır" diyemiyorlar.
Bunun doğru olduğunu da bir konu hakkındaki 20 fetvanın olduğundan anlıyoruz.
Bu da onların verdikleri fetvaların, 19 tanesinin batıl, bir tanesinin hak olduğunun göstergesidir.
Dördüncüsü; masumiyete (yani, hatasız, günahsız, nisyansız bir insanın varlığına) inanmak, "ismet"i inkâr etmektir.
Yani, masumiyeti kabul etmek, yalnızca nebi ve imamların değil, Allah'ın da ismetini inkâr etmek ve O'nun da hata yapabileceğini kabullenmektir.
Şöyle ki:
Kur'an'a baktığımızda ve anlatılan olaylar üzerinden derinlemesine düşündüğümüzde, "ismete" inanmanın akıl, adalet ve rahmetin hilafına olduğunu görüyoruz.
Bunu, örnekler üzerinden şöyle izah edebiliriz:
1- Kur'an, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban olarak kesmek istediğinden söz eder. Bu olaya baktığında insanlar zannediyorlar ki Allah Teala ona evladını kurman etmesini söylemiştir ve bundan olsa gerek kimi aklı kıt insanlar ve hatta İŞİT, bu olayı delil göstererek insanların boğazlanabileceğinden söz etmişlerdir. Nitekim Kur'an İbrahim'in oğluna şöyle dediğini nakletmiştir:
(İbrahim.) Ey yavrucuğum. Ben rüyamda seni kestiğimi görüyorum…dedi. (Saffat: 102)
Yani İbrahim, Allah'ın sesini duyup da: "Ey İbrahim. Bu evladını kurban kes" diye bir şey işitmedi.
İbrahim de aynen müçtehitlerin bir benzeri olan içtihatta bulundu.
Yani, rüyasında bu durumu görünce, "Bu Allah'ın emridir" deyip içtihatta bulundu.
Çünkü açık bir şekilde diyor ki;
Oğulcuğum. Ben rüyamda seni kestiğimi gördüm.
Rüyasında bunu böyle görmekten, "Allah'ın onu o işe emrettiği" sonucunu çıkardı.
Soru şu:
İbrahim peygamber mi rüyasından bu sonuca (oğlunu kesme sonucuna) varmakta hata yaptı, yoksa Allah mı onu o işi yapmaya emretti?
Acaba Allah, masum bir çocuğun kesilmesini emreder mi?
"Onu denemek ve imtihan etmek için etti" diyorlar.
Peki, deneme ve imtihan etmek için olsa dahi, fakat İbrahim nebi onun bir deneme olmadığını ve gerçek olduğunu düşünüyordu.
Bu da çirkin bir iştir.
Ve Allah, hiçbir zaman çirkin işlere emretmez, tam tersi kendisi o işlerden insanları sakındırır.
(Allah), çirkin işleri, beğenilmeyen tutumları…yasaklar. (Nahl: 90)
Peki, İbrahim'in Allah'ın çocuğu kesmeyi emretmeyeceğini düşünemedi mi?
İbrahim nebinin arif, alim, bilge ve keskin zekalı biri olduğunu düşünür isek, mutlaka Allah'ın böle bir şeyi emretmeyeceğini ve bunun Şeytan işi olması gerektiğini bildiğini söylememiz icap eder.
Fakat bakıyoruz ki öyle düşünememiştir.
Uykusundan ayıldıktan ve rüyası sona erdikten sonra gidip, küçücük ve günahsız yavrusunu alıyor ve onu kesmek için Mina'ya götürüyor.
Bu işte İbrahim hata yaptı dersek, Allah'ı zulümden tenzih etmiş oluruz.
Fakat onun masum bir insan olduğunu kabul etsek, o taktirde Allah'ın bunu bu zulme (çirkin işe) emretmiş olduğunu kabullenmemiz gerekir.
Diğer bir ifadeyle, şayet "ismet"in varlığının gerekli olduğunu söyler isek, o taktirde Allah'ın İbrahim'i zulme emrettiğini söylememiz gerekir.
Böyle bir durumda da "tevhit"de sorun çıkmış olur.
Tevhitte sorun çıkarsa, "nübüvvetin" ispatı zorlaşır.
Nübüvvetin ispatında da sorun yaşanırsa, yalnızca "ismet" gitmez, nübüvvet ve imametin de esası yıkılıp gider.
Kısacası; ismetin zayi olmasıyla, nübüvvet ve imamet de zayi olup gider.
2- Kur'an, Hz. Nuh nebinin olayından da söz eder.
Yani, onun kavmini helak ettiğini de gündeme taşır.
Kur'an'a göre Allah, Nuh'un kavmini cezalandırdı.
Çünkü kavminin büyükleri Nuh nebinin sözlerine itaat etmediler.
Peki, o kavmin küçüklerinin suçu neydi?
Nitekim imam Hüseyin de Kerbela'da Kufelilere karşı aynısını söylüyordu:
Ey Kufeliler! Sizin açınızdan şayet benim gibi büyüklerin suçu varsa, peki bu küçüklerin suçu nedir?
Onlar imam Hüseyin'e şunu diyebilirlerdi:
Ey Hüseyin! Senin Rabbin de öyle yaptı. Salih nebinin devesini birkaç kişi kesti diye, onların yaşadıkları şehirde sekiz gün rüzgârı estirip "o kavmi bu süre içinde kof hurma ağaçlarının kütükleri gibi yere serdi. (Hakka: 7)
Onların büyük-küçük, suçlu-suçsuz, erkek-kadın tümünü taşlara ve duvarlara çalıp helak eyledi.
İşte yine burada da (Nebinin kutsiyetini korumakla birlikte) şöyle diyeceğiz:
Nuh ya da Salih peygamber Allah'tan azap talep etmekle hata yaptılar.
Çünkü Kur'an:
"Hiçbir yük sahibi, başkasının günah yükünü yüklenemez" (Fatır: 18) diyor.
Dolaysıyla büyüklerin işledikleri günah yükünü küçüklere de yükleyip Allah'tan azap talep etmemeliydiler.
Ya da şöyle dememiz gerekir:
"(Haşa) Allah hata yaptı."
Çünkü şayet o kavmi cezalandırmak istiyorsa, onların günahkarlarını (mütekebbirlerini) cezalandırmalıydı.
Çocuk ve suçsuz olanlarının günahları neydi?
Kesinlikle "vicdan aklı" Allah'ın çocuk ve suçsuz olanları cezalandıracağını kabul etmez.
Fakat iman aklı bunu kabul eder.
"Masumiyet" inancını kabul etsek, görüyoruz ki Allah, yalnızca Nuh nebinin içerisinde yaşadığı şehir ya da ülke halkını cezalandırmadı, tüm dünyadaki halkları hem de ne olduğunu anlamadan helak etti.
Helak ettiği o dünya halklarının büyük çoğunluğu, asla Nuh'un ismini dahi duymuş değillerdi.
Yine Lut nebinin görevli olduğu yüz bin nüfuslu ve büyük bir kısmının da suçsuz olduğu şehirin altını üstüne çevirdi.
Nuh dönemindeki insanların suçlu olduklarını kabul etsek bile, peki o hayvanların suçu neydi?
Nuh nebi, her bir cins hayvandan bir çift alıyor, diğerlerini de suda boğulmaya terk ediyordu.
Netice olarak şunu söylemeliyiz:
Şayet desek ki "nebiler masumdurlar ve Kur'an'da anlatılan bütün olaylar doğrudur", o taktirde ismet üzerinden bakıp Allah'ın "nakis/noksan" olduğunu kabullenmemiz gerekecektir.
Şayet desek ki hayır.
Allah nakis değil, nebiler hata yapabilirler.
Örneğin, yeryüzünde depremler oluyor, su baskınları, baraj patlamaları ve denizlerdeki gaz patlaması sonucu tsunami olayları oluyor ve bunlar ilahi sünnetlerdirler (yani, yer küresine Allah'ın yerleştirdiği değişmez tabiat yasalarıdır.)
Bunları böyle okumak lazım.
O taktirde, nebilerin bunları ilahi azap olarak okumalarının yanlış okumalar olduğunu ve nebilerin masum olmadıklarını belirtmemiz gerekecektir.
Nitekim bu olaylara, günümüzdeki bilimsel keşifler açısından da baktığımızda, ilahi azap olarak okumanın doğru okuma olmadığını görmüş bulunmaktayız.
Kısacası; önümüzde iki yol bulunmaktadır:
Ya Kur'an'da nebiler ile ilgili geçen her şeyin doğru olduğunu ve peygamberlerin masum bulunduğunu kabul edeceğiz, o taktirde de Allah'ın zalim olduğunu kabul etmemiz gerekecektir.
Ya da peygamberlerin kutsiyetini kabul etmekle birlikte onların "masum" olmadıklarını, Kur'an ve kendi sözlerinde de böyle bir iddianın bulunmadığını kabulleneceğizdir.
Aslında "masumiyet" tasavvuru insanların akıl tutulmasından ve cehaletlerinden kaynaklanıyor.
Hişam bin Hakem ile o Sünni alimin o şekildeki tartışmaları da hatalıdır.
Çünkü imam Cafer zamanında insanlar akli şeylere iman ediyor, "ismet" konusuna iman etmiyorlardı.
Nitekim tarihe baktığımız zaman Şii alimlerden birçoğu imam Cafer ile tartışıyorlardı.
Akıl dışı hareket edenler, bir tek o zamanki azınlığı teşkil eden "gulat" kesimiydi.
Onlar "ismet" konusuna inanıyorlardı.
Sonraları "gulat" kesimi gittikçe çoğaldı ve akla açılan kapıları tümüyle kapattılar.
Birisi çıkıp da "imam unutur" dediğinde, kıyameti koparıyorlardı.
Oysaki "Şeyh Saduk'un İtikatları" kitabına baktığımızda, Saduk' un da nebinin unutkan olabileceğini (Allah tarafından unutturulacağını) söylediğini görüyoruz.
Şunu da arz edeyim ki, kimileri şu kanaate sahipler:
Kur'an, lafzen ve manen (Yani, hem sözlük hem de içerik olarak) Hz. Muhammed peygambere aittir. Fakat 'ilahi ruh' taşımaktadır. Yani, 'Kelamullah' değildir ama, 'ilahi kelam'dır. Yani, denildiği gibi 'Kur'an mucizedir ve beşer böyle bir şeyi getiremez' değildir. Kur'an'a baktığınızda bunu görebiliyorsunuz.
Ve şöyle devam ederler:
Bizler Kur'an'daki tüm sözlerin Allah'tan olduğunu söylersek, Allah'a karşı isyan etmiş oluruz. Örneğin, Kur'an'daki Nuh'un olayına baktığımızda, nasıl oluyor da milyarlarca hayvanı ve milyonlarca çocuk ve suçsuz insanları helak edebilir diye düşünüyoruz ve üstüne üstelik bunu da Allah'ın kendisi, kendi kitabında bildiriyor. Oysaki bunların tümü de zulümdür. Şayet Allah azap etmek isterse, hiçbir masuma (suçsuz insana) dokunmadan küfrün imamlarını bütünüyle azap nazil edip helak edebilir. Onların başına taş yağdırır. Rüzgârı estirip öyle helak eder. Dolaysıyla, alemin tümünü helak etmesine gerek kalmaz. Yani, Allah'ın her cins hayvandan bir çiftini kurtarıp diğerlerini helak etmesi, O'nun 'rahmet' sıfatıyla bağdaşmaz.
İsmetin pratik boyutu
Biz şimdiye kadar "ismet"in teorik boyutunu anlattık.
Şimdi de pratik boyutuna bakacağız ve pratik boyutunu özet bir şekilde nazardan geçireceğiz.
Yani, enbiya ve imamların yaşamlarına bakacağız.
Acaba hayatlarında hiç hata etmişler midir?
Kısacası, bir şeyin varlık ya da yokluk delilinin en güçlü olanı, o şeyin var olup olmadığıdır.
Şayet bir şey vuku bulmuş ise, artık o şeyin teorisi olan "böyle bir şey olur mu olmaz mı" boyutuna bakılmaz.
Olan şeyler bize, nebi ya da imamın hata yapıp yapmadıklarını haber vermektedir.
Örneğin, Musa peygamber Hızır ile görüşmeye gidip onunla buluştuktan sonra, aralarında geçen o meselelerden sonra 3 kez "ben unuttum" demiştir.
Hızır gemiye bindiklerinde gemiyi delince ona "Niçin deliyorsun?" dediğinde, Hızır Musa'ya "Ben sana işime karışmayacaksın dememiş miydim" dediğinde, Musa "unuttum" diye cevap vermiştir.
Bir harabeye girdiklerinde ve Hızır kendilerini misafir etmeyen o köydeki yıkılmak üzere olan bir harabenin duvarını diktiğinde, yine Musa ona müdahale edince, Hızır "Sana benim işime karışmayacaksın demedim mi ve sen de bana ona dair söz vermedin mi?" dediğinde, tekrar Musa "Ben unuttum" diye cevap veriyor.
Nehir'in kenarında çocukların suda yıkandıkları bir esnada Hızır'ın onlardan birisini öldürmesi ve Musa'nın ona yeniden itiraz etmesi sonucu, Musa yine "Ben unuttum" diye cevap vermiştir.
Yine Kur'an diyor ki:
Musa bir şahsa bir yumruk vurup onu öldürdü.
Ölen şahıs da "öldürülmeği" hak eden biri değildi.
Hatta Musa'nın kendisi de "hata yaptığını" ve bu işin Şeytan'ın işlerinden olduğunu itiraf etti.
Musa, halkının farkında olmadığı bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi taraftarlarından olan, diğeri ise düşmanlarından olan adama karşı ondan yardım istedi. Musa, ona bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. "Bu Şeytan'ın işlerindendir. O, apaçık saptırıcı bir düşmandır" dedi. (Kasa: 15)
Musa'nın bir yumrukla öldürdüğü o adamın, Firavun'un cemaatinden olması, onun ölümünü gerektirmezdi.
Örneğin, birinin Kemalist, sağcı ya da solcu oluşu, onun ölümünü gerektirecek şeylerden değildir.
Musa'nın adamı ondan yardım isteyince ve Musa da adamıyla kavga yapana bir box atıp onu öldürünce, pişman oldu ve "Bu (yumruğum/vuruşum) Şeytan'ın işlerinden biriydi" (Kasas: 15) dedi.
Yani, şayet o öldürülen adam, ölümü hak eden biri olsaydı, Musa'nın bu sözü söylememesi gerekirdi.
Onun bu sözü söylemesinden anlıyoruz ki o adam, ölümü hak eden birisi değildi.
Sonra da diyor ki:
Ey Rabbim. Ben kendime zulmettim, beni bağışla. Allah da onu bağışladı… (Kasas: 16)
Yani, Musa açıkça diliyle itiraf ediyor ve bu "Şeytan'ın işidir" diyor.
Hızır ile olan meselesinde de "unuttum" diyor.
Hata yaptığını ikrar edip Allah'tan bağışlanma istiyor.
Allah da onu bağışladığını bildiriyor.
Bu da "Ulü'l-Azim" peygamberlerden birinin hata yaptığının delilidir.
Hata yapan nebilerden biri de Âdem babamızdır.
Kur'an şöyle buyuruyor:
Âdem, Rabbine karşı isyan edip yolunu şaşırttı. (Taha: 121)
Ayet, sarih bir şekilde "isyan etti" diyor.
Şayet Âdem masum ise, niçin cennetten kovuldu ve o kadar işkencelere maruz kaldı?
Allah'a yakardı, O'na tevessül etti, avret yerleri açıldı vs.
Yunus nebi de öyle.
Allah ona dedi ki git o yüz bin kişilik toplumu hidayet eyle.
Hakkı onlara tebliğ et.
Yunus da "Sen onları helak edeceğine dair söz vermiştin" dedi.
Allah da ona "Sen git görevini yap" diye buyurdu.
O da "Gitmiyorum" dedi.
Kur'an olayı şöyle anlatıyor:
Zünnun'u da an. Hani o gazaplanmış (öfkeli) bir halde gelmişti. Kendisini asla sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı.
Yunus, Allah'a öfkelenerek ve niçin kendi kavmine azap indirmiyorsun diyerek denize doğru başını alıp gitti. Gemiye bindi.O hadiseden sonra balık onu yuttu.
Balığın karnında iken Allah'a şöyle yakardı:
Sonunda karanlıklarda 'Senden başka ilah yoktur. Sen her eksiklikten münezzehsin. Gerçekten ben zalimlerdenim' diye yalvardı.
Böylece zalimlerden olduğunu itiraf etti. Kur'an diyor ki, şayet onun bu yakarması olmasaydı, on ya da yirmi yıl değil, sonsuza dek müebbet hapiste tutacaktım. (Saffat: 139- 148 arası ayetler.)
Deniliyor ki; "Yunus nebi masumdur."
Peki, masum olan birine balığın karnında bu müebbet hapis verilir mi?
Eyyûb nebi de öyle.
Bu nebi 7 yıl hastalığın pençesine düştü.
Bu süre zarfında onun hanımı tüm yiyecek, içecek, ilaç vs. gibi ihtiyaçlarını temin ediverdi.
Günün birinde bir defaya has olmak üzere evine bir saat kadar geç geldi.
Eyyûb nebi buna öfkelendi; "Bu nasıl gecikebilir?" dedi.
Geldiğinde ona 100 sopa vuracağına dair yemin etti.
100 sopa zina sopasıdır.
Yani, zina eden kadına verilen bir cezadır.
Halbuki zina sopası için 4 tane şahit de gerekir.
Fakat Eyyûb nebinin tek bir şahidi dahi yoktu.
7 yıl boyunca ona o kadar hizmet eden eşine, onu iyileştirmeye çalışan o fedakâr insana fahişe muamelesi yapıyordu.
Allah da ona diyor ki, mademki yemin ettin ve bu eşin de fahişe olmadığına göre, o taktirde yeminini bozmamak için yüz tane sapı bir araya topla ve bir kez ona vur, bu iş halledilmiş olsun.
Ve eline bir demet ekin sapı al ve onunla vur ve yeminini bozma. (S'ad: 44)
Kur'an'ın bu açıklaması tam da "hile-i şer'iye/ dini hile" oluyor.
Bunu bizlere ve fakihlere öğreten de Kur'an oluyor.
Oysaki şayet bu hanım suçsuz ise, onun kılına dahi dokunamazsınız.
Şayet suçlu ise, o taktirde onu cezalandırabilirsiniz.
Öyleyse, peki şu dini hile de neyin nesidir?
Kur'an burada bize Eyüp nebinin hatalı olduğunu söylüyor.
Yani, bu şekilde bir karar, Eyyûb'un hatasıydı.
Çünkü bu kadın hatasızdır ve rivayetler de onun hatasız olduğunu haber veriyor.
O halde bir nebi olarak sen niçin ona yüz sopa vuracağına dair yemin ediyorsun?
Bu yemin ise, kesinlikle sahih olan bir yemin olmuyor.
Davud nebinin konusu ise bambaşka bir musibettir.
Onun 99 koyunu varken, tek koyun sahibinin elinden onu alması, Urya namındaki komutanının da eşine sahiplenmesi için onu ölüme göndermesi büyük bir hata değil midir?
Kur'an diyor ki, 2 melek onun yanına gelip birbirinden davacı sıfatıyla ona dediler ki, "Bu kardeşimin 99, benim ise 1 koyunum vardı. Onu da benim elimden aldı." (Sad: 23)
Davud diyor ki, "Hayır bu olmaz. Bu bir zulümdür."
Yani, "Senin 99 tane hanımın-Cariyen vardır, bunun da bir tek hanımı vardı, onu sen niçin aldın?"
Oysaki Davud nebi, Kur'an'ın ifadesiyle "ağlayan kullardandı" (Bu konu Sad,21-24 ayetlerinde geçer.)
Davud nebinin "Zebur" diye bir kitabı vardı.
Şiirsel şekildeki münacatlardan müteşekkildi.
Aynen bizdeki imam Zeynel Abidin'in "Sahife-i Seccadiye"si gibiydi.
Buna da "Ehl-i Beyt'in Zebur'u" derler.
Davud nebi o kadar Rabbiyle münacat etti ve dualarda bulundu ki, sonunda "Bükka/Çok ağlayanlardan" oldu.
Kur'an bunu da bizlere bu şekilde aktarıyor.
İslam peygamberinin yaptığı hatalar
Önceden de işaret ettiğimiz gibi İslam peygamberi, Medine'ye yerleştikten sonra bir hurma bağının yakınından geçerken, bazılarının hurma ağaçlarını tozlandırdığını görüp "Yapmasalar iyi olur" buyurması üzerine, Medineliler o yıl ağaçları tohumlama işini bırakıyor ve ürünlerinden bir randıman alamıyorlar.
Bunu duyan nebi, "Siz artık bildiğiniz gibi yapın, siz dünya işlerinizi benden daha iyi biliyorsunuz" diye buyuruyor.
Bu söz, peygamberin en açık sözlerinden biridir ve itiraf ediyor ki ben her şeyi bilmiyorum.
Ben hata yapabilirim.
Diğer bir hatası; Uhud savaşı sonrası, şehit edilen amcası Hamza'nın bedeninin üzerinde durup ona baktığında ve peyklerinin misle edildiğini gördüğünde, çok üzülüp yeminle şu sözü söylemesi olmuştur:
Şayet bir yerde Allah beni Kureyş'e üstün kılarsa (zafere ulaştırırsa), onlardan otuz kişiyi misle edeceğim.
Müslümanlar nebinin hüznünü görünce, onlar da aynısını söylediler.
Müfessirler derler ki, nebinin o sözünden sonra şu ayet nazil oldu:
Eğer ceza verirseniz, size yapılan eziyetin misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz, (bilin ki) bu, sabredenler için daha iyidir. (Nahl:127)
Soru şudur:
Şayet nebi masum ise ve hata yapmazsa, peki bu ayet niçin nazil oldu?
Şayet ayet doğruysa, o taktirde nebi hata yapmıştır.
Bunun başka bir yolu yoktur.
Ayet, nebinin sözünün zıddınadır, ikisi de doğru olamaz.
Ve ayet, onun hatalı yeminini düzeltmek için nazil olmuştur.
Bedir gazvesinde de böyle oldu.
Yani, nebi Mekkeli müşrikleri esir aldı.
O esir aldığı insanlar 70 kişi civarındaydı.
Esirler arasında amcası Abbas da vardı.
Esirleri geri verip fidye almayı ve alacağı o fidyeyle de gelecekteki savaşlarla ilgili hazırlıkları karşılamak istiyordu.
Onun bu durumunu kınayan şu ayet nazil oldu:
Hiçbir peygambere yeryüzünde düşmanı ezmeden esir almak düşmez. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, oysa Allah, ahireti (ahiretteki nimetlere erişmenizi) istiyor. Allah üstündür ve hikmet sahibidir.
Allah tarafından önceden verilmiş bir yazı (hüküm) olmasaydı, aldığınız şeyler yüzünden size büyük bir azap erişirdi. (Enfal:67-68)
(Allah'ın önceden verilmiş hükmü olmasaydı ve bu yaptığınızın karşılığında size büyük bir azap ulaşırdı) sözündeki "önceden verilmiş söz"den kasıt, Rum suresindeki Rumların Farslara mağlup olup, kısa bir zaman sonra da galip geleceklerini müminlerin görüp ferahlanacaklarına dair Allah'ın verdiği vaat idi.
Bedir savaşından sonra onların aralarında bu savaş gerçekleştiği için Allah Teala o vaadine hilaf etmesin diye onlara esirlerden fidye aldıkları için azabını nazil etmemiştir. Ayetin işareti budur.)
Soru şu ki:
Peygamberin esir almamasıyla ilgili ayet, Bedir olayından sonra nazil olmuştur.
O halde nebi o hatayı yaptığı için mi Allah onu ikaz mahiyetinde bu ayeti nazil etmiştir?
Yoksa nebi masum olduğu ve hata yapmayacağı inancını taşıdığımız için Allah mı hataya düşüp bu ayeti indirmiştir?
Yani, ayet nebiye diyor ki "Sen niçin fidye aldın?"
Sonunda da büyük bir azap ile tehdit ediyor.
Nebinin diğer bir hatası da Bedir savaşında İslam ordusunu getirip yanlış bir yerde yerleştirmesi olmuştur.
Sahabeden Habbab b. Münzir şöyle demiştir:
Ya Resulullah. Allah mı sana buraya yerleşmeni emretti, yoksa sen kendi görüşlerinle mi burayı seçtin?
Nebi: "Kendi görüşümdür" dedi.
Habbab: "O zaman başka bir yere konalım, burası hem taşlık hem de su kuyularına uzak bir yerdir. Biz, su kuyularının başına konup, arkamızı da dağa verelim."
Nebi de onun o sözlerine uydu ve onun dediği gibi yaptı.
Bu ne demektir?
Bu, nebinin hatalı bir karar vermesi demektir ve savaşla ilgili tecrübeleri olan birisi gelip onun hatasını düzeltmiştir.
Nebi'nin başka bir hatası da şudur:
Necid çölünden Bedevi bir Arap nebiye geliyor ve nebi ona "İslam'a gir" diyor.
Arap: "Girmem, benimle 2-3 kişi gelsin benim kabileme de İslam'ı anlatsın, şayet kabilemdekiler onları dinledikten sonra İslam'a girerlerse ben de girerim" diyor.
Nebi, Arap'ın bu teklifini kabul ediyor ve hatta Müslümanların en iyilerinden 40 veya 70 kişiyi bununla birlikte o kabileye gönderiyor.
Nebiye gelen bu Arap ve adamları pusu kuruyor ve "Bi'ri Maune" diye bilinen su kuyusunun başında bunların tümünü öldürüyorlar.
Soru şu:
Acaba nebinin bu kararına "hekim/hikmetli karar" denilir mi?
Bu Bedevi İslam'a girmiyor, belki de sana hile yapıyordur.
Her ihtimale karşı bir-iki kişinin gönderilmesi gerekirdi, 40 veya 70 kişi değil.
Teberi tarihi öldürülen o insanların tümünün isimlerini kaydetmiştir ve hatta nebiye gelen o Bedevinin ismi de Ebu Ber'a Amr b. Malik b. Cafer Mulabi'l- Esedi olarak bildirilmiştir. (Teberi Tarihi, c.2, s. 219)
Bu haber peygambere gelince çok üzüldü ve tam bir ay her namazdan sonra onlara bedduada bulundu.
Şunu söylemek istiyorum:
Peygamber ve imamların beşerî boyutlarını unutmamamız lazım.
Kendi amellerimizi bir kenara bırakıp simgelere çok fazla sarılmamamız gerekir.
İnsanlar birbirlerine karşı simgelerini yüceltip "işte bizim şunlarımız vardır" deyip egolarını rahatlatıyorlar.
Bu tür "gulüvv"ün bizlerde birçok zararları olduğu gibi, ümmetin de bölünüp parçalanmasına sebep olduğunu da unutmamak gerekir.
Diğer bir zararı da "Müslümanların Salih amel işlemelerine engel teşkil etmesidir."
"Ben Ali'nin Şia'sıyım, o halde her şey tamamdır ve ben cennetliğim" gibi bir inançtan dolayı, Şia'nın büyük çoğunluğunda yalan, haksızlık, gasp, gıybet, küfretmek, hırsızlık, zulüm, lanet okumaları vs. gibi şeyler, diğer Müslümanlardan daha fazladır.
Şiaların yaşadıkları coğrafyalardaki rüşvet, adam kayırma, hakka tecavüz vs., diğer coğrafyalarda yaşayan Sünni ve gayri Müslimlerden daha çoktur.
Sebebi de "bu simgelere aşırı derecede inanıp güvenmeleridir."
Dolaysıyla, tarihimizi ve inancımızı geriye dönüp gözden geçirmemiz gerekir.
Evet, simgelerimize saygı duyacağız ama, "gulüvv etmeden/aşırıya kaçmadan" bunu yapacağızdır.
Bir kez aşırıya kaçıp yukarılara çıktıktan sonra, aşağılara inmek de mümkün olmuyor.
Örneğin, Hristiyanlar İsa Mesih'e Allah'ın oğlu demiş ve çok yüceltmişlerdir.
Onu bir daha aşağıya çekmek ve "insan" demek mümkün olmuyor.
Şii Müslüman da İmam Ali, İmam Hüseyin ve diğer imamları öyle yaptı mı, aşağıya indirmeleri mümkün olamaz.
İmamlar gaybi ve öleceklerini bilir, Allah her şeyi onların nurundan yaratmıştır, Ali Kabe'de doğmuştur vs. gibi sözleri söyler ve bu hikayeleri itikada dönüştürür isek, bir daha bu inanışları buradan aşağı indirmemiz mümkün olamaz.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish