Orta Asya'da alfabe tartışmalarının uluslararası politik bağlamı

Dr. Mustafa Cüneyt Özşahin, Independent Türkçe için yazdı

Alfabe, dil ve kültür arasında içkin bir bağın varlığı uzun yıllardır dillendirilmektedir. En basit ifadesiyle alfabeler dilin yapı taşları iken dil, kültürün kurucusu ve taşıyıcısıdır. Bu değerlendirmenin de merkezine oturan alfabe ve dil tartışmaları post-Sovyet coğrafyada gündemden düşmeyen konulardan biri olmuştur. Öyle ki Orta Asya devletleri bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana alfabelerini Latinize etmek yolunda adımlar atmaktadırlar. Kuşkusuz bu çabalar yalnızca dil bilimciler değil aynı zamanda siyaset bilimciler açısından da araştırmaya değerdir. Çünkü alfabe, dil ve kültür üçlemesinin son halkası, belleği şekillendirdiği ölçüde siyaseti de şekillendirmektedir.

Orta Asya’da alfabenin Latinize edilmesi tartışması, Çarlık Rusya’sından bu yana Slav etkisinde kalan Orta Asya ülkeleri için pek çok yönden ilk bakışta görünenden çok daha önemli sonuçlar doğurma potansiyeli taşımaktadır. Orta Asya halkları özelinde alfabe; dil ve kültüre açılan bir kapı olmuş ve Slavik kültürün tesirinde kalan halklar açısından Kiril alfabesi bir süre sonra bir zorunluluğa dönüşmüştür. Öyle ki bugün Orta Asya devletleri ve Rusya arasındaki diplomasinin ortak bir hafızadan beslenen bir yönü bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilecektir. Bir başka ifadeyle alfabe tartışması Orta Asya’da Rus hegemonyasının kültürel bir veçhesini teşkil eder. Bu anlamda Çarlık Rusya’sından Rusya Federasyonu’na Orta Asya ile ilişkilerin tarihine dil ve kültür perspektifinden daha yakından bakılması aydınlatıcı olacaktır.

Çarlık Rusya’sından Rusya Federasyonu’na Orta Asya’da Kültürel Hegemonya

Rusya Federasyonu’nun Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler Birliği’ne uzanan Orta Asya’da hegemonik bir  güç olması hikayesinin Sovyetlerin çözülüşü ile sadece kısa bir kesintiye uğradığını söylemek mümkündür. Bugün Putin’in liderliğinde yeniden yükselen Rusya, pek çok anlamda eski Sovyet mirasına yeniden sahip çıkmaktadır. Bu çerçevede Avrasya Ekonomik Birliği, Orta Asya pazarını yeniden birleştirmeye matufken, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü bölgenin güvenlik strüktürünü Rusya merkezinde yeniden inşa etmeyi amaçlamaktadır.  Öte yandan Soğuk Savaş sonrasında dağılmış olan Moskova merkezli birliğin bu kadar kısa sürede toparlanması ve hinterlandı üzerinde yeniden hak iddia etmesini yalnızca sahip olduğu askeri güç ile açıklamak çok güçtür. Zira 19. yüzyılda güç kullanılarak elde edilen bozkır hanedanlıklarının bugün Moskova ile bağları askeri gücü aşan çok daha farklı saikler tarafından belirlenmektedir.

En uygun şekilde hegemonya olgusunun çerçevesinde anlamlandırılabilecek olan söz konusu bağın merkezinde kuşkusuz kültür yatmaktadır. Daha sarih bir ifadeyle, kültürel hegemonya Orta Asya coğrafyasında yerleşik güç ilişkilerinin anlaşılmasında anahtar bir kavram niteliğindedir. Gramscici anlamda hegemonya inşası uzun ve zahmetli bir sürecin sonucudur. Bu bakımdan Slav hegemonyası da Orta Asya’yı anlama ve tanımlama çabasından bağımsız düşünülemez. Petro’dan bu yana Orta Asya coğrafyasına yönelik alaka I. Alexander ile beraber Kazan ve St. Petersburg’da önemli araştırma merkezlerinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bununla birlikte Rusya’nın Doğu çalışmaları bir takım açılardan Batı’dan ayrışmış, bu çalışmalara Orta Asya kökenli yerli isimler de doğrudan katkı sağlamıştır. Kuşkusuz Doğu bilimcilerin değerlendirmeleri Avrupalılara oranla içerden bir bakışı, -belli sınırlarla malül de olsa- yansıtma imkânı bulmuştur. Mesela Tatarlar ile derin tarihsel köklere sahip etkileşimler bu çerçevede konuyu daha da ilginç kılmaktadır. Bununla birlikte pek çoğu Rus modernleşmesinin tesiri altındaki yerli isimlerin bir öz oryantalizm sürecinden geçip geçmediği ise bu minvalde önemli bir tartışmadır. İkinci olarak özellikle Stalin öncesi dönemde Orta Asya entelijensiyasının Çarlık Rusya’sına yönelik tepkilerini sosyalist bir terminoloji çerçevesinde ifade ettiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu anlamda Orta Asya’da entelektüellerin en azından bir bölümü erken dönemde Sovyetler mirasının bir parçasıdır.  Belki de bu isimlerin en önemlilerinden biri ulusal bağımsızlık ve Sosyalist bütünleşmenin bir arada mümkün olduğunu düşünen Sultan Galiyev’dir. Bu nedenle Orta Asya liderlerinin Bolşeviklerle erken dönem karşılaşmalarda karşılıklı rıza unsuru da bütünüyle dışarıda bırakmayacak bir takım etkileşimleri mümkün kılmıştır. Orta Asya halkları ve Rusya ilişkilerinde önemli bir kırılma noktası ise Stalin’in iktidara gelmesidir. Stalin ile beraber tüm farkları silmeye odaklanan zor unsuru, çok daha belirgin hale gelmiştir. Stalin’in izlediği yapay uluslaşma stratejisi, yüzyıllar boyu güçlü ilişkilere sahip olmuş; farklı Orta Asya halklarını muhtelif Sovyet cumhuriyetleri içerisine hapsederek parçalamıştır. İkinci aşamada bu ülkelerde, harf devrimi ile birbirleri ve gelenek ile bağları koparmış son olarak sosyalist fikriyata sahip olanlar da dahil olmak üzere Stalin’in büyük temizleme projesiyle bağımsız entelijansıyayı bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Sonuç olarak yarım yüzyılı aşmış bir Sovyet deneyimi geriye Orta Asya’da ve politbüro ile güçlü bağlara sahip bir elitin himayesinde Homo Sovieticus olarak adlandırılacak bir kitle bırakmıştır. Eğitim, medya ve sivil korporasyonlar yoluyla taşınan kültürel kodlar rızanın üretiminde hayati bir rol oynadı. Bu çerçevede dilin özel bir önemi oldu. Zira dil söz konusu coğrafyada bir taraftan kültürün yapıtaşı, diğer taraftan ise kültürün taşındığı bir vasıta işlevine sahip oldu. Öte yandan  Sovyet deneyiminin getirdiği tarihsel ve kültürel bağlar  Avrasyacılık fikrine de geniş  bir alan açmıştır. Öyle ki Avrasyacılık, büyük ölçüde nostaljiden beslenen bir Orta Asya kurgusu etrafında dış politikaya yön verme iddiasındaki yakın dönem kimi Rus stratejistler tarafından sıklıkla tekrar edilecektir.

Bununla birlikte Post Sovyet elitler açısından Sovyet bölgesel düzeninin çözülmesinin hemen sonrasında yeni bir toplumsal meşruiyet zemini  oluşturma kaygısının bir takım adımlar atılmasını beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede uluslaşma deneyimini geç bir biçimde tecrübe eden her bir devlet; bir taraftan siyasal olarak Moskova’dan bağımsızlığına vurgu yaparken diğer taraftan da komşu devletlerden kendini ayrıştırmak amacıyla tarih ve kimlik politikasına yöneldi.  Ulus inşası sürecinde kuşkusuz yekdiğerinin ötekileştirilmesi aynı zamanda ülke liderleri açısından bir iç meşruiyet işlevi görmüştür. Bölge açısından daha da yıkıcı olan durum ise söz konusu Sovyet mirasının bu ülkeler açısından bölgesel istikrar ve huzurun önüne geçen çatışma alanları bırakması oldu.

Yukarıda ifade edildiği gibi geç uluslaşma sürecinde Rus etkisini temizlemeye çalışan Orta Asya Cumhuriyetleri çok çeşitli stratejiler izlediler. Kuşkusuz Orta Asya toplumlarında Latin alfabesine geçiş de süreci bu süreçten bağımsız düşünülemez. Eric Hobsbawm ve Benedict Anderson gibi isimlerin perspektiflerinden faydalanacak olursak Sovyet yıkıntısından çıkan her bir yeni devlet, hızlı bir ulus inşası sürecine girişmiş ve bu minvalde SSCB öncesi öz tarihlerine yüzlerini dönmüşlerdir. Bu yerlilik arayışı her alanda Sovyet etki alanından kurtulmayı da icbar etmiştir. Bu çerçevede Post-Sovyet toplumlarda bağımsızlık sonrası en önemli tartışmalardan biri de Kiril alfabesinin Latinize edilmesi olmuştur.  Bununla birlikte Sovyet mirasının ortadan kaldırılmasının umulandan çok daha zor olduğu ilerleyen yıllarda net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Orta Asya’da Alfabe Tartışmasının Politik Veçheleri

Çok uzun süredir hitama erdirilmeye çalışılan Latinizasyon sürecinin serancamı, konuya daha geniş bir açıdan bakmayı gerektiriyor. Orta Asya’da kökleri 1990’lara dayanan dilin Roman harfleri ile  yazıya taşınması tartışması kuşkusuz bugün dil bilimcileri meşgul eden en önemli konulardan biri. Gerek Orta Asya ülkelerinin bu süreçte kendilerine mahsus ulusal farklarını komşularına karşı koruma kaygısı gerekse de Latin alfabesine geçiş sürecinden ülkelerin yaşadıkları diğer teknik sorunlar sürecin uzamasının sebepleri arasında sayılabilir. Bununla birlikte ülkeler arasında izlenen politikanın hızı ve etkinliği dikkate alındığında kimi farklar olduğunun altı çizilmektedir. Bu çerçevede örneğin Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan diğerlerine göre bir kaç adım önde iken bugün için bu konuda daha geride yer alan ülke Kırgızistan olarak temayüz etmektedir. Çok uzağa gitmeksizin 2021 yılında muhtelif alfabe modelleri (eski adıyla Astana) Nur Sultan ve Taşkent gibi Orta Asya başkentlerinde gündem oluşturmuş ve hararetli tartışılmalara kapı aralamıştır. Kuşkusuz bahsekonu ülkelerde reformların hızı noktasında ayrışmanın kaynakları arasında iç politik dinamikler kadar bu ülkelerin Moskova ile olan ilişkileri de sayılabilecektir.

Her şeyden önce Sovyet nomenklaturasının bir parçası olmuş ve kültürlenmiş olan devlet başkanları bağımsızlık sonrası bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde Sovyet devlet geleneğinin taşıyıcılığını üstlenmişlerdir. Bu çerçevede aldıkları eğitim, sahip oldukları kültür dünyası ve en temelde konuştukları dilin, SSCB’nin çözülüşünden sonra dahi siyasal elitler açısından köklü bir zihni bir kopuşu engellediğini ifade etmek yanlış olmaz. Örneğin, eski Stalingrad bugünkü ismiyle Volgagrad’da her sene düzenlenen 1942 Sovyet zaferi halen geniş katılımla kutlanmaktadır. Söz konusu törenlere Orta Asya cumhuriyetlerinin üst düzeyde katılımı yukarıdaki tespiti doğrulayacak niteliktedir. Her ne kadar post Sovyet ulus inşa süreçleriyle örtüşmese de pek çok Orta Asya ülkesinde Sovyetler deneyimi kolektif hafızada çok da olumsuz olmayan öğelerle örülü güçlü bir yer edinmiştir. Özellikle siyasetçiler, bürokratlar, memurlar, sanatçılar yani bir bütün olarak eğitimli elitler açısından Sovyet etkisi ve Rusça büyük öneme haizdir. Özellikle başkentlerde Rus etkisini sosyal hayatın neredeyse tüm mekânlarında tepeden tırnağa hissetmek hala mümkün. Buna karşın taşrada  bu etkinin giderek seyrelmeye başladığı gözlemlenebiliyor.

Kitle ve elit arasındaki ayrımın yanı sıra Orta Asya özelinde alfabe ve dil tartışmalarında öne çıkan ikinci eksen, kuşaklar arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Örneğin orta yaş üstü nüfus için Puşkin okumak veya Çaykovski dinlemek hala bir prestij vesikası olarak kabul edilmekte. Yeni kuşaklar için Sovyet nostaljisi kendilerinden önceki kuşaklara göre çok daha bulanıktır. Zira Sovyetlerin dağılmasının ardından yeni kuşak hızlı küreselleşmenin de etkisiyle farklı iletişim kanallardan beslenme imkânı bulabilmiştir.  İnternetin ve uydu kanallarının yaygınlaşması, Batı dillerinde eğitim veren kurumların artması gibi çok sayıda faktör genç nüfusa dış dünya ile etkileşime geçme imkânları sunmaktadır. Kuşkusuz bu süreç aynı zamanda  Latin harflerine olan aşinalığı da perçinlemektedir. Bu anlamda Latin alfabesine geçiş hali hazırda alternatif eğitim ve iletişim kanallarından faydalanmakta olan genç kuşaklar açısından büyük bir güçlük yaratmayacaktır.

Son olarak tartışılan dil ve alfabe değişimi bahsinin politik bir yönü olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Zira alfabenin Latinizasyonu pek çok açıdan Orta Asya’nın Batı’ya açılma sürecini hızlandıracaktır. Her şeyden önce Latinizasyonun Türkiye Türkçesinin okunması ve anlaşılması noktasında fayda sağlayacağına şüphe yoktur. Ayrıca Orta Asya’da sert güç imkânları sınırlı olan AB ve ABD açısından yumuşak güç araçları hayati bir öneme sahiptir. Tam da bu noktada dil ve kültür ihracı söz konusu ülkelerin bölge siyasetinde kritik bir yerde durmaktadır. Bu nedenle Orta Asya ülkelerinde açılan ve başta İngilizce olmak üzere farklı Batı dillerinde eğitim veren kurumların sayısının son on yıllar içerisinde artması bir tesadüf olarak düşünülmemelidir. Bunun yanında Orta Asya’da hızla görünür hale gelen Çin, devlet destekli eğitim kurumları ile Rus etkisini giderek zayıflatmaktadır.

Tüm bu gelişmeler karşında Rusya ise Orta Asya ülkeleri üzerinde sahip olduğu pekişmiş ekonomik ve siyasal gücü alfabe tartışmalarını yönlendirme noktasında etkin biçimde kullanmaktadır. Göçmen gönderilerinin Orta Asya ekonomileri açısından taşıdığı önem, farklı ülkelerde yerleşik Rus askeri üstlerinin varlığı ve bu ülkelerde siyasal elitlerin Moskova ile olan yakın ilişkileri gibi faktörlerin her biri, şu veya bu düzeyde, halen Rusya’yı bu ülkeler nezdinde göz ardı edilemez bir aktör haline getirmektedir. Ancak tüm bu faktörlerin varlığına karşın elitler düzeyinde yeni kuşak yöneticilerin eskilerin yerine ikame edilmesi ve artan iletişim olanaklarından yoğun bir biçimde faydalanan genç kuşakların varlığı, kültür savaşlarında ibreyi Rusya’nın aleyhine çevirmektedir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU