Amerikan seçimleri (1): Biden yönetimi ve küresel düzene etkileri

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Dünya Amerikan seçimlerini dikkatle izledi. Seçimi Joseph Biden'ın kazanması, yalnızca ABD'nin geleceği için önemli değil.

Aynı zamanda, tarihi bir kaos döneminden geçmekte olan dünya düzeni ve geleceği üzerinde de önemli etkilerde bulunacak.

Biden, seçimi kazandığının gayriresmi ilanı sonrasında yaptığı konuşmada "Bu akşam bütün dünya bizi seyrediyor. İnanıyorum ki, iyi halindeyken Amerika, bütün dünya için yol göstericidir. Biz güç kullanan örnek ülke olma yoluyla değil, örnek ülke olmamızın gücüyle öncülük yapmalıyız" diyerek Amerika dış politikasının Trump döneminin tersine yeniden "yumuşak güç" parametrelerini öne çıkaracağını ortaya koydu.    

***

Amerika ve dünya büyük bir badire atlattı. Trump'ın bir dönem daha başkan seçilmesi, ABD'deki mevcut toplumsal kaos ortamının devam etmesini ve son kertede Amerikan liberal demokrasisinin ve II. Dünya Savaşı sonrası dönemde liderliğini yaptığı liberal dünya sisteminin tamamen çökmesini getirebilirdi. 

Böylesi bir çözülmenin önemli sonucu ise, popülist siyasetin istisna değil "yeni normal" olduğu görüşünün dünya üzerinde egemen olması olacaktı.

Bu durum, insanlığın son birkaç yüzyıldır büyük maliyetlerle inşa ettiği ve olgunlaştırdığı evrensel demokratik değerlerden büyük ölçüde "ricat etmesi" anlamına gelecekti.

ABD ve pek çok ülke giderek 1930'larda yaygın olarak görülen proto-faşist bir iç ve dış siyaset ortamına sürüklenecekti. 

Biden'ın başkan seçilmesi, elbette ABD ve dünya için sorunların aniden ya da hızla ortadan kalkması gibi bir sonuç vermeyecek. Ancak, Biden tercihi hem ABD hem de dünya için önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor. 

Bu yazıda Biden başkanlığının özellikle dünya düzeni açısından ne anlama geldiğini irdeleyeceğim.


"Demokratik Enternasyonel" 

Biden başkanlığı, ABD'de ve süreç içinde küresel ölçekte popülist siyasetin kontrol altına alınmasına yol açabilir, post-popülist bir dönemin kapısını aralayabilir.

Şurası kesin ki, Amerika'da Trump'ın kaybetmesiyle birlikte dünyadaki popülist iktidarların meşruiyeti de önemli bir kayba uğradı.

Ancak kabul etmek gerekir ki, popülist siyaset anlayışının yeterince geriletilmesi görece kısa bir dönemde mümkün olmayacaktır, çünkü popülist dalganın arkasında yatan karmaşık nedenlerin yeterince anlaşıldığını ya da ortadan kalktığını söylemek mümkün değil.    

Ancak Biden yönetiminin dünyadaki demokrasiler arasında daha fazla işbirliği ve dayanışma arayışında olacağı açıktır.

Biden'ın siyasi kültür formasyonu yakın geçmişin Batılı liderlerinden Willy Brandt, François Mitterand, Bill Clinton gibi isimlerin (liberal/sosyal) demokratik enternasyonalizm olarak adlandırılabilecek yaklaşımları ile büyük benzerlikler taşıyor.

"Bütün dünyanın demokratları birleşin!" anlayışını vurgulaması yüksek olasılıktır.  


Küresel olarak demokrasilerin popülist otoriter dalgayla sınanıyor olması, demokrasiler arasında işbirliğini geçmişte olduğundan daha da yaşamsal kılıyor.

Yeni dönemde "Demokratik Enternasyonel"in ana hedefi demokratik ideallerin popülist dalgaya karşı ayakta tutulması olacaktır.

Ancak bir dönem öne sürülen "demokrasi ihracı" yaklaşım ve girişimlerinden geri durulacağını da söyleyebiliriz.  

Biden başkanlığında ABD -bir zamanların çok kullanılan tabiriyle- "hür dünya"ya öncülük etme rolünü yeniden benimseyip, özellikle Avrupa'daki ve diğer coğrafyalardaki (Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi) liberal demokrasilerle daha sağlıklı ilişkiler kurmaya yönelecektir. 


Transatlantik işbirliğine dönüş ve Avrasya otoriterliğinin dengelenmesi

1945 sonrası kurulan ve Amerikan liderliğine dayanan dünya düzeni 2000'lerden itibaren arka planındaki önemli ekonomik ve siyasi güç kaymalarından etkilenmeye başladı. Amerikan hegemonyası ve ürettiği Pax Americana düzeni giderek sönükleşti. Ama ortadan da kalkmadı. 

ABD'nin özellikle Obama döneminde izlediği ve Trump döneminde daha da belirginleşen, genel hatlarıyla pasifizm, özel olarak da Ortadoğu'dan çekilme ve Asya'ya yönelme stratejisi, küresel ve özellikle de bölgesel güç dengelerinde karmaşık değişimlere ve istikrarsızlıklara yol açtı.  

Amerika'nın küresel diplomasiden nispi geri çekilmesinden ortaya çıkan boşluğu, Avrasya'nın iki gücü olan Çin ve Rusya doldurmaya başladı.

Bir yandan, Rusya'nın Doğu Avrupa'da, Kafkasya, Ortadoğu ve Akdeniz bölgelerinde askeri güç projeksiyonlarına yöneldiği görüldü.

Rusya, özellikle Suriye ve Libya'da başat oyun kurucu aktör olmayı başardı. Ortadoğu'da İran'ın da etki alanı giderek genişledi.

Diğer yandan ise Çin, devasa ve dinamik üretim kapasitesi ve "Kuşak ve Yol" gibi stratejik adımlarla etki alanını genişletme siyaseti güdüyor.

Çin'in daha agresif bir dış politika postürüne yöneldiği gözden kaçmıyor. Çin bir yandan küresel coğrafi ölçekte etkili olmaya çalışıyor, bir yandan da artan aktivizmi ile komşu ülkelerde varoluşsal kaygıları körüklüyor.       

Biden başkanlığında ABD'nin, NATO ve Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi geleneksel müttefiklerle ilişiklerini canlandırıp, Rusya ve Çin gibi zorlu otoriter rejimlere karşı "ölçülü" bir dengeleme politikası ortaya koymasını bekleyebiliriz. 


Diplomatik çok-taraflılık ve artan zorlukları

Trump döneminde bazı çok-taraflı anlaşma ve uluslararası örgütlerden çıkan ABD, Biden yönetiminde bu anlaşmalara ve örgütlere geri dönecek.

İran Nükleer Anlaşması, Rusya ile olan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması ve özellikle Paris İklim Anlaşması bunlardan göze çarpanları.

Biden Amerika'sı, Trump yönetiminin üyelikten çıktığı Dünya Sağlık Örgütü, UNESCO gibi küresel örgütlere yeniden üye olacağı gibi, Trump yönetiminin Dünya Ticaret Örgütü benzeri küresel sistemin yapıtaşı kuruluşları çalışamaz hale getiren yaklaşımlarını hızla tersine çevirecektir.  

Ancak şu da bir gerçek ki, çok-taraflı karar alma süreçleri, nispeten değişen güç dengeleri ve ulusal çıkarların ön plana çıkması nedeniyle önceki onyıllara göre daha zorlayıcı olabilir.

Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi yükselen güçlerin güçlenmiş sistemik talepleri olacağı gibi, Batılı ülkelerin çıkar ve talepleri de çeşitlenmiş durumda.

Ayrıca, yoksul III. Dünya ülkelerinin de meşru ve önemli talepleri var. IMF, Dünya Bankası, DTÖ, BM ve bünyesindeki DSÖ gibi örgütlerin reforme edilmesi yaşamsal öneme sahip.

Savaş, terörizm, göç gibi uluslararası güvenlik meselelerinin de uluslararası hukuk ve hakkaniyet çerçevesinde çözüme kavuşturulması gerekiyor.   

Biden yönetimi bütün bu zorlukları aşabilmek için gerekli küresel liderliği gösterir ve yeni bir küresel konsensüs (ya da en azından "nitelikli çoğunluk görüşü") inşa etme yönünde bir irade ortaya koyabilirse, devletler nezdinde küresel kurumların ve normların meşruiyet düzeyleri yeniden yükselecektir.

Böylece, küresel sistemin reforme edilmesi için önemli adımlar atılmasının önü açılabilir. 


Kritik küresel sorunların çözümünde ABD'nin kritik rolü

Yaşamakta olduğumuz pandemi süreci dünyanın önündeki en acil ve önemli sorun durumunda. Bu yılın başından bu yana korona virüsle savaşta DSÖ ve uluslararası işbirliğinin etkisiz kaldığı ve ülkelerin ulusal politikalara ağırlık verdikleri görüldü. Bu normal bir refleks olarak ortaya çıktı. 

Ancak ilk hafta ve ayların panik reaksiyonları geçtikten sonra, pandemi ile küresel ölçekte mücadele etmek gerektiği genel kabul görüyor.

Sağlık araç ve gereçlerinin üretim ve dağıtımı, bilimsel araştırmaların hızla yapılması ve sonuçlarının paylaşılması, virüse karşı aşı ve ilaçlar geliştirilmesi, bu ürünlerin üretim ve dağıtımının planlanması konularında küresel bir işbirliğine ihtiyaç olduğu ortada.

Pandeminin ortaya çıkmasıyla da sık sık bağlantısı kurulan ancak daha uzun vadeli olduğu varsayılan devasa bir sorunu daha var dünyanın: küresel iklim değişikliği.

Görece kritik olduğu saygın bilim insanları tarafından ortaya konulan iklim değişikliği sorununun çözümü, ülkeler arasında güçlü bir küresel dayanışmayı gerekli kılıyor.

Yakın dönemde yeterli küresel önlemler alınmazsa, dünyanın bu yüzyılın sonlarında neredeyse yaşanmaz hale geleceği görülüyor. Ancak, bu konuda da ciddi, samimi, sözünü yerine getiren ülke ve liderlere büyük iş düşüyor. 

Son yıllarda görülüyor ki, iklim değişikliği (ya da pandemi) gibi küresel sorunlarda Batı dünyasının öncülük etmediği hallerde küresel çözüm ajandalarının ve politikalarının ortaya çıkması olası değil.

Avrasya güçleri, artan diplomatik etkinliklerine rağmen hala küresel düzeni yönlendirmekten uzaklar. Avrasya ülkelerinin Batı'nın II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sahip olduğu dayanışma ruhuna benzer bir ortak vizyon ve birliktelik ortaya koymaları çok zayıf bir olasılık. 

Özetle, son dönemde ABD'nin küresel sistemi şekillendirme gücü görece zayıflamış olmasına rağmen, bu ülkenin hala küresel sorunlara küresel çözümler bulunması için oynadığı rol oldukça kritik olmaya devam ediyor.

ABD'nin oyunun içinde olmadığı bir senaryoda küresel iklim değişikliği, küresel sistemin reformu gibi önemli konularda bir konsensüs oluşması mümkün görünmüyor.


"Tepedeki pırıltılı şehir"in diplomatik aurası

Bu bağlamda Biden yönetimi ABD'nin küresel diplomasi sahnesine dönüşünü temsil ediyor. 

Biden, Trump'ın proto-faşist yaklaşımının ABD'nin dünyadaki prestijini derinden sarstığını, ortaya çıkan boşluğu da Çin, Rusya, İran gibi tiranlıkların doldurduğunu düşünüyor.

Biden bir yandan, uluslararası kurumları ve evrensel normları desteklerken, bir yandan da devletlerarası ilişkilerde çok-taraflılığı ve yapıcı diplomasiyi vurguluyor.

"İyi örnek olma"nın gücüne, yani "yumuşak güç" kavramına önem veriyor.   

Biden, ABD'nin dünya tarafından yeniden  -Ronald Reagan'ın 1989 Ulusa Veda konuşmasında yeniden meşhur ettiği eski bir tabiri kullanırsak- "bir tepe üzerinde parlayan bir şehir"* olarak görülmesini diliyor.

Bu amacına ne kadar ulaşabileceğini önümüzdeki yıllarda görmeye başlayacağız. 

 


*A shining city upon a hill


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU