Bu günlerde insanlar Gazze'deki ateşkesi kutluyor. Hakları var.
Yaşam ile ölümün arasındaki çizginin çok ince olduğu bir coğrafyada ateşkesi kutlamak herkesin hakkı.
Bugüne kadar hayatta kalabilenler gıda ve ilaç ve suya ulaşabilecekler.
Hayatta olan yaklaşık 20 İsrailli rehineye karşılık yaklaşık 2 bin Filistinli tutuklu veya mahkûm Filistinli serbest kalacak.
İsrail, Gazze'nin bir bölümünden askerlerini geri çekti.
Bu safhaya "Faz I" diyoruz.
Bunların hepsi güzel ve sevindirici gelişme.
Peki, pazartesiden sonra neler olacak?
Bunu düşünmek ise bizim görevimiz.
Tedbir üretmek ise diplomasinin işi.
İlk tabloya bakalım.
Gazze'nin yüzde 86'sı hâlâ "yasak bölge".
Gazze'nin yaklaşık yüzde 58'i işgal altında kalmaya devam ediyor, şimdilik edecek.
Bu alanın tamamı kırsal değil, içinde şehirler ve önemli geçiş noktaları var.
Altyapının yüzde 70'i yıkılmış durumda ve sivil nüfus, insani yardıma bağımlı hale gelmiş durumda.
Bu tablo, savaşın bittiği değil, biçim değiştirdiği bir dönemi tanımlıyor.
Hukuki gerçeklik: Ateşkes değil, fiili işgal
Birleşmiş Milletler belgeleri, Gazze'nin hâlâ işgal altındaki toprak statüsünde olduğunu teyit ediyor.
İsrail, "işgalci güç" sıfatını kaybetmiş değil.
Bu statü, İsrail'i sivillerin refahından sorumlu kılıyor; ancak mevcut tablo, bu yükümlülüğün yerine getirilmediğini açıkça gösteriyor:
- 67 bini aşkın Filistinli yaşamını yitirdi,
- İçme suyu altyapısı neredeyse tamamen çöktü,
- Enerji üretimi yüzde 15 seviyesinde.
Gazze içinde "yerlerinden edilmeyen sivil" neredeyse kalmadı, toplu göçler yaşandı.
Bu koşullar altında, "Faz II" olarak sunulan geçiş planı, hukuken anlamını yitiriyor.
IDF'nin (İsrail Savunma Kuvvetleri) Gazze'deki kalıcı mevcudiyeti, barışın temeli değil; yeni bir çatışma döngüsünün garantisi.
Güvenlik doktrini çıkmazı: Kesin zafer stratejisi kendi kendisini tüketiyor
İsrail güvenlik doktrini "Kesin Zafer" prensibine dayanıyor:
Düşmanı savaşma iradesinden tamamen yoksun bırakmak.
Ancak Gazze'de bu strateji ters etki yarattı.
Hamas, askeri olarak zayıflasa da ideolojik olarak güçlendi.
Bu direniş, toplum tabanına yayılmış durumda.
Yıkım, teslimiyet değil; uzun vadeli bir öfke birikimi yaratıyor.
Dolayısıyla, İsrail'in askeri üstünlüğü sahada hâkim görünse de, stratejik denklemde sürdürülebilir güvenlik üretmiyor.
Güç kullanımı, caydırıcılık yerine uluslararası izolasyonu derinleştiriyor.
İsrail iç siyaseti: Çatışmanın gerçek cephesi
Gazze'de kalıcı istikrar sağlanamamasının ana nedeni, İsrail'in kendi iç yapısında saklı.
Aşırı sağın "Toplam Zafer" ideolojisi, hükümeti ve dış politikayı rehin almış durumda.
Smotrich ve Ben Gvir'in temsil ettiği bu blok, yalnızca Hamas'ı değil, Filistin devletini de siyasi tehdit olarak görüyor.
Bu nedenle, iki devletli çözüm her defasında masadan kalkıyor.
Başbakan Netanyahu, iki zıt baskı arasında sıkışmış halde:
- Aşırı sağın koalisyondan çekilme tehdidi,
- ABD ve Suudi Arabistan'ın normalleşme şartı olarak öne sürdüğü "anlamlı Filistin devleti garantisi".
Bu yapı değişmeden, barış planlarının uygulanması mümkün değil.
İsrail iç siyasetinin yeniden dizayn edilmesi, yani ideolojik veto merkezlerinin dengelenmesi, sürecin ön koşulu haline gelmiş durumda.
Trump faktörü: Aşırı sağa karşı dışsal kaldıraç olabilir mi?
Donald Trump'ın kişisel olarak sürece dahil olması, iç politik bir risk taşısa da aynı zamanda aşırı sağa karşı bir kaldıraç işlevi görebilir.
Trump, Netanyahu üzerindeki kişisel nüfuzunu ve ABD'deki Cumhuriyetçi tabanın desteğini kullanarak, İsrail'deki ideolojik blokları "pragmatik çözüme" zorlayabilir.
Ancak bu, iç politik hedeflerden bağımsız bir strateji gerektirir.
2026 ara seçimlerine yönelik kısa vadeli hesaplar bu etkiyi sınırlayabilir.
Sonuçta, İsrail iç dinamikleri yeniden şekillenmeden, hiçbir dış aktör barış sürecini kalıcı kılamaz.
Filistin tarafında meşruiyet ve kapasite sorunu
Hamas, ideolojik olarak uzlaşmaz bir aktör.
Ateşkesi nihai çözüm değil, "savaş arası mola" olarak görüyor.
Şimdiye kadar verilen kayıplar bu ideolojik duruşu keskinleştirdi.
Filistin Yönetimi (FY) ise reform girişimlerine rağmen hem meşruiyet hem de kapasite krizinden çıkamıyor.
Gazze'deki yıkımın büyüklüğü, halkın gözünde FY'yi etkisiz kılmış durumda.
Eğer IDF'nin denetimi sürerken FY Gazze'ye dönerse, "işbirlikçi" olarak damgalanma riski yüksek.
Bu, yönetim boşluğunun yeniden silahlı örgütlerce doldurulması anlamına gelebilir.
İki devletli çözüm fikrinin masadan kalkması, FY'nin siyasi manevra alanını daha da daraltıyor.
İsrail'in işgal statüsünü sürdürdüğü, Hamas'ın ise ideolojik çatışmayı derinleştirdiği bir denklemde, devlet inşası teknik bir hedef olmaktan çıkıp soyut bir hayale dönüşüyor.
Bölgesel aktörler: Kolay çözülecek dosyalar mı?
Mısır, sınır güvenliğini garanti altına almak dışında uzun vadeli bir stratejiye sahip değil.
Suudi Arabistan, normalleşmeyi "Filistin devlet garantisine" bağlayarak İsrail üzerinde kaldıraç oluşturuyor.
Katar, arabuluculuk rolünü sürdürmek istese de Hamas'ın askeri kanadı üzerinde tam kontrol sahibi değil.
Bu nedenle, bölgesel aktörlerin dosyaları "zor" değil; asıl zor olan, İsrail'in ve ABD'nin iç siyasi kısıtlarını aşmak.
Türkiye'nin rolü: Orta kademe aktörden sistemi etkileyen denge gücüne
Türkiye, ateşkes sonrası oluşturulan uluslararası görev gücüne kuvvet katkısı yapabileceğini resmen açıkladı.
Bu deklarasyon, Ankara'nın uzun süredir vurguladığı "bölgesel düzenin parçası değil, kurucu unsuru olma" vizyonunun devamı niteliğinde.
Türkiye, askeri kapasitesi, insani yardım ağları (AFAD, TİKA, Kızılay) ve diplomatik geçmişiyle orta düzey bir aktörden fazlası.
Gazze'deki yeniden inşa sürecinde Türkiye'nin 3 temel etkisi öne çıkabilir:
- Lojistik ve altyapı desteği: Türk müteahhitlik sektörü ve enerji şirketleri, yeniden inşa projelerinde sahaya girebilecek kapasitede.
- Askeri-diplomatik caydırıcılık: Türkiye'nin görev gücüne sembolik bir birlikle katılması, sahadaki denetimi uluslararasılaştırır ve İsrail'in operasyonel serbestliğini sınırlandırabilir.
- Siyasi denge unsuru: Türkiye, Arap dünyasıyla Batı arasında arabulucu konumunu yeniden canlandırabilir; bu, özellikle Suudi Arabistan ve Katar'la eşgüdüm halinde etkili olabilir.
Ancak bu rol, 2 şarta bağlıdır:
- Görev gücü gerçekten çok uluslu ve Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında olmalı.
- Türkiye'nin katkısı sembolik değil, denetim ve gözlem kapasitesiyle tanımlanmalı.
Türkiye'nin aktif katkısı, Faz II'nin meşruiyetini güçlendirebilir.
Ancak Ankara'nın varlığı, İsrail aşırı sağı açısından yeni bir politik direnç kaynağı olarak da görülebilir.
Görev gücünde Türkiye'nin İsrail tarafından veto edilmesi ihtimal dahilinde.
İki devletli yapı: Kayıp formülün geri dönüşü
İki devletli çözüm, yıllardır bölgesel diplomasinin resmi söylemi olsa da fiiliyatta ortadan kalkmış durumda.
Ateşkes sonrası tabloda bu modelin adı dahi geçmiyor; çünkü ne İsrail buna hazır ne de Filistin tarafı kurumsal olarak buna muktedir.
Oysa uluslararası hukuk ve Arap Ligi kararları, kalıcı çözüm için bu modeli zorunlu kılıyor.
İki devletli formülün yeniden canlanması, 3 koşula bağlı:
- İsrail iç siyasetinde ideolojik blokların dengelenmesi,
- Filistin Yönetimi'nin meşruiyetinin yeniden inşası,
- Bölgesel garantör mekanizmasının (Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, ABD) oluşturulması.
Bu 3 eksen birleşmeden, ateşkes süreci kalıcı barışa dönüşemez.
Stratejik sonuçlar: Donmuş çatışma ve çöküş riski
Ekim 2025 itibarıyla Gazze'deki durum bir "geçiş dönemi" değil, dondurulmuş bir krizdir.
3 temel veto gücü çatışmanın devamını garanti ediyor:
- İsrail iç siyasetindeki ideolojik blokaj,
- Süregelen işgal statüsünün hukuki sonuçları,
- Bölgesel çıkarların çatışması.
Bu yapı sürdüğü sürece, görev güçleri, yeniden inşa projeleri veya geçici anlaşmalar kalıcı etki yaratamayacak.
Barış planları teknik belgeler düzeyinde kalırken, sahadaki gerçeklik yeni bir çöküşe doğru ilerliyor.
Yazının hacmi büyüdü, burada keselim.
Nasıl olsa, bu konuda daha çok yazılar yazacağımız açık.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish