Kimi yazar vardır, düzeni bozulmasın diye panikler; düzen olmadığında yazamaz, üretemez. Bense tam tersine, hayatım düzenli olursa yazamam.
Amerikalı oyuncu ve yönetmen Woody Allen'ın bu sözü, onun yaşam mottosudur.
O, düzenin değil, düzensizliğin insanıdır; kaosun içinde yaşar, ondan beslenir.
Kan kardeşim kaos.
Elif Şafak da tıpkı onun gibi belli sınırlara hapsolmamış yazarlardandır.
1971 yılında Strazburg'da, akademisyen bir baba ile diplomat bir annenin kızı olarak Bilgin soyadıyla dünyaya gelir.
"Şafak" soyadını ise sonradan annesinin isminden alır.
Doğumundan kısa bir süre sonra ebeveynleri ayrılır; babası Fransa'da kalırken, annesi Türkiye'ye dönmeye karar verir ve Elif, anneannesiyle birlikte Ankara'da yaşamaya başlar.
Babam Fransa'da kaldı, annemse Türkiye'ye dönmeye karar verdi. Onun için Türkiye anavandı, benim içinse sıfırdan keşfedilecek yepyeni bir ülke.
15 yaşına kadar anneannesinin yanında kalır.
Bu süre zarfında okula başlar; büyükannesinin desteğiyle okumayı hızla öğrenir, telaffuzlarını düzeltir.
Ancak içe dönük yapısı ve solaklığı, yazmayı öğrenmesini geciktirir.
Annesi, içinde ukde kalan üniversite eğitimini tamamlamaya çalışırken, Elif yalnızlık içinde büyür.
Yazılar, şehirler
"Küçük sorular sorabilmek bile o kadar önemli ki…" der, 20 yaşına yazdığı mektupta.
Önemsediği o küçük sorulardan biri "Nerelisin?"dir.
Bu soruya verdiği cevap ise dikkat çekicidir:
Birden fazla yerliyim.
Bir röportajında da memleketini yüreğinde taşıdığını söyler.
Denemelerinde de bu sınır tanımazlığını görürüz.
Her bir denemesi, kendi hikâyesine ve yazılma nedenine sahiptir.
Muazzam can ve mal kayıplarının yaşandığı, baş döndürücü teknolojik ve toplumsal dönüşümlerin yaşandığı dönemlerde kaleme alınan bu denemeler; farklı dillerde, farklı coğrafyalarda yazılmış olmalarına rağmen, bugün hâlâ bizi sarsmayı başarır.
Hem cevaplarımızı hem sorularımızı çoğaltır.
"Dipsiz Boşluk" Boston'da, "Topal Kuşların Şehir Hayatları" Michigan'da, "Annelerinin Kızları" İstanbul'da, "Kökü Olmayan Ağaçlar" ise Berlin'de yazılmıştır.
Yerleşikler, göçerler ve eşyalar
Elif Şafak, insanları iki gruba ayırır: yerleşikler ve göçebeler.
Bu iki grubun hayata bakışı, kişilik özellikleri ve eşyalara yaklaşımı birbirinden oldukça farklıdır.
Yerleşikler, iyi birer koleksiyoncu olabilir; eşyalarına neredeyse birer antika gibi değer verirler.
Düzenli ve titizdirler.
Göçebeler ise sürekli yollarda olan, sabit bir yere bağlı kalamayan insanlardır.
Eşyalara fazla bağlanmaz, şimdiki zaman duygusuyla yaşarlar.
Özenle aldıkları nesnelerden kolayca vazgeçebilir, onları özel günler için saklamazlar.
Ünlü yazar bu durumu şöyle özetler:
Biz, eşyalar için birer duraktan ibaretiz; onların sahibi değiliz.
Kendisini de "göçebe" olarak tanımlar.
Çok küçük yaşlardan itibaren dünyanın farklı ülkelerinde, farklı şehirlerinde yaşamak zorunda kalmıştır:
Hep taşındım; hep bir şehirden bir şehre, bir ülkeden bir ülkeye gittim.
Kütüphanesi de tıpkı kendisi gibidir: dağınık.
Kitapların sahibi olduğunu düşünmez; yalnızca ihtiyaç duyduğu sürece onları yanında tutar.
"Yoldaşım" dediği kitaplarla yolları bir süre sonra ayrılır:
Onlar bir yerde kalır, o başka bir yere geçer.
Kitaplar için bundan daha güzel bir tanım olamazdı:
Kitaplar antika değildir.
Bu sözün belki de tek istisnası, nereye giderse gitsin yanından ayırmadığı Walter Benjamin'in Pasajlar adlı eseridir.
Arizona, Michigan, New York, Boston, Ankara ve İstanbul'daki kitaplarının yalnızca çok azı şu anda yanındadır.
Şafak, bunu şu sözlerle açıklar:
Göçebe yaşayıp bir kütüphaneye sahip olmak mümkün değil.
Tutulan kayıtlar
Buruk bir çocukluk, babasızlık, kardeşsizlik ve okulda karşılaştığı dışlanmalar…
Tüm bunlar yalnızlığını daha da derinleştirir, onu hayata karşı bileyleyip sertleştirir.
Bu mutsuzluk zincirini kırmak ister; dünyayı, en azından kendi küçük dünyasını değiştirmeye çalışır.
Dış dünyaya ait olmadığını fark ettiğinde, bir zamanlar itildiği yalnızlığa bu kez kendi isteğiyle döner.
Orada kitaplarla tanışır. Yaşanmışlıkların açtığı yaraları, incinmişlikleri okumayla onarmaya başlar.
Ben deli gibi okuyordum, çünkü hayata dair pek çok soru vardı zihnimde, bir türlü cevaplayamadığım.
Zihnini kurcalayan bu soruların peşine düşer; edebiyata yönelir, yazıya gönül verir.
Ona göre yazarlık, yalnızlıktan doğar.
Ve o da yalnızdır.
Med-Cezir'de (2005) bunu açıkça dile getirir:
Hayatımda süreklilik kazanan tek şey yazıydı artık. Mekânlar, kültürler, insanlar, ömürler peyderpey değiştikçe ve değişse de, yazı benimleydi.
Mekânlar, kültürler, insanlar değişir…
Ancak o, bu değişimin izlerini tutmak ister.
Dünyanın değişkenliği, onun duygu dünyasını derinden etkiler; bu yüzden yaşadıklarını kayda geçirir.
Kendi deyimiyle günlükleri defterlere, defterleri dosyalara, dosyaları da kitaplara dönüştürür.
Yaşadıklarını, duygularını, çağını belgeleyerek kendine bir hafıza inşa eder.
Metinlerinde kendisini çok fazla öne çıkarmaz; düşüncelerinin mutlak gerçek olarak kabul edilmesini istemez.
İnsanların onu tam olarak anlamasını da beklemez, çünkü yazarlığın böyle bir anlayışa elverişli olmadığını bilir.
Herkesçe sevilmek isteyen, sevgiye muhtaç insanların yapacağı iş değil yazarlık.
Akıl kârı, hesap işi, mantık ürünü hiç değil.
Yazar olmak demek, sevilmemeyi, anlaşılmamayı, didiklenmeyi göze almak demektir.
Bunların hepsini zaman içinde gördüm, kabullendim.
"Yazdıklarınızın hesabını verebilecek misiniz?"
Elif Şafak hakkında sık sık "Durduğu yer belli değil" eleştirileri yapılır.
Bir gün, katıldığı bir söyleşide dinleyicilerden biri söz alır ve şu soruyu yöneltir:
Yazdıklarınızın hesabını vereceğinizi düşünüyor musunuz?
Şafak, soruyu dikkatle dinler, not alır ve yalnızca şu cevabı verir:
Üzerinde düşüneceğim.
Bence Elif Şafak da Salman Rushdie ve Orhan Pamuk gibi yeterince anlaşılmayan yazarlardan biridir.
Onu gerçekten anlamak için yalnızca romanlarını değil, denemelerini de okumak gerekir.
Peyami Safa, "On Beş Kaide" başlıklı denemesinin girişinde nitelikli bir okuma için 15 temel kural sıralar.
İlk 5'i, Fransız yazar André Maurois'ye aittir.
Maurois'nin birinci kuralı şöyledir:
Birçok yazarın eserlerini rastgele ve üstünkörü okumaktansa, içlerinden birkaçının kitaplarını derinlemesine anlamaya çalışmak. Bu seçilen yazarlarla gıyaben dost olmalı, fikirleriyle sürekli temas hâlinde bulunmalıyız.
Bir yazarı tanımak için yalnızca farklı türlerdeki eserlerini değil, aynı zamanda o eserleri farklı zamanlarda yeniden okumak gerektiği konusunda Safa ve Maurois'ye katılıyorum.
Toplumsal hayatımızda sanatçılar hakkındaki eksik, yüzeysel yargılarımız; çoğu kez onları yeterince okumamış, anlamaya çabalamamış olmamızdan kaynaklanmıyor mu?
Şafak'ı okurken
Elif Şafak'ın denemelerini okuduğunuzda, insanlık hâllerinin birbirinden farklı koridorlarında dolaşmaya başlarsınız.
Bulduğunuz cevaplardan vazgeçer, tatmin olmazsınız; çünkü her cevap, yeni bir sorunun kapısını aralar.
Denemelerinin satır aralarında hep bir mesele, hep bir sızı vardır:
ihmal edilmiş hayatlar, pandemi, savaş, ırkçılığın yarattığı derin psikolojik hasarlar ve bizim çok sevdiğimiz bu dünyayı getirdiğimiz o kırılgan, hüzünlü hâl...
Şafak, insana, hayata ve kendine acımasız bir dürüstlükle bakar.
Onun metinlerini her defasında heyecanla elime alsam da, okurken içimde bir huzursuzluk belirir.
Çünkü beni suni vicdanımla yüzleştirir.
Her vicdan sızlamasında, gördüklerimiz karşısında etkilenmemek için uydurduğumuz bahanelerin sahiciliğini sorgulatır; bastırdığımız gerçek vicdanın çırpınışlarını duyurur. İşte o, duyarsızlığın en sinsi hâlidir.
"Bölünmüş Bir Dünyada Akıl Sağlığımızı Nasıl Koruruz?" (2022) kitabında bu hâli şöyle ifade eder:
Duyarsızlık, huzurluymuş gibi görünse de muhtemelen en habis histir.
Tıpkı beyaz rengin bütün renklerin birleşimi olması gibi,
duyarsızlık da birçok duygunun birleşimidir. (s.97)
Neden yazdım?
Elif Şafak'ın denemeleri, hamasetin panzehiri, işçilerin sesi, çevre sorunlarının bildirisi ve görmek istemeyen gözlere batacak bir kıymık gibidir.
Tüm bu temalar, yazarın metinlerinde ele aldığı meselelerin ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Birey-toplum, kadın-erkek, yerli-yabancı gibi karşıtlıklar arasında dengeli bir tutumla, kimseyi ötekileştirmeden birçok meseleye değinir; sorunların en ince ayrıntısına kadar iner.
"Arayış" kelimesi, onun yazılarındaki kilit kavramlardan biridir.
Denemelerini okuduğunuzda, Şafak'ın huzursuz bir ruh hâline sahip olduğunu, sürekli bir şeylerin peşinde olduğunu fark edersiniz.
Firarperest'te bu durumu ne güzel anlatır:
İnsan ki eşref-i mahlûkattır, içindeki semavî özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek… (s. 15)
Büyük bir titizlikle kaleme alınan, uzun süreli gözlem ve derin bir anlama çabasının ürünü olan denemeleri; Aşk, İskender, Baba ve Piç gibi romanlarının gölgesinde kalıyor.
Bunun başlıca nedeni, Türk edebiyatında roman türünün baskın olması, romanların daha çok reklam edilmesi ve hatta ÖSYM sınavlarında dahi romanların öncelikli olarak sorulmasıdır.
Kitap satış sitelerinde romanların öne çıkarılması da bu durumu pekiştiriyor.
Buna bir de Türk edebiyatında deneme türündeki eserlerin azlığını, var olanların ise çoğu zaman küçümsenmesini ekleyebiliriz.
"Başkalarının kafadan attıklarını neden okuyayım?" şeklindeki sığ bakış, denemecileri çoğu zaman "beceriksiz" kişiler olarak görür.
Oysa denemeler, edebiyatı zenginleştiren, ona farklı içerikler ve bakış açıları kazandıran en kıymetli türlerden biridir.
Denemeciler ise çok yönlü düşünebilen, farklı alanlarda fikir sahibi usta yazarlardır.
Romanları kadar ilgi görmediğini düşündüğüm için uzun zamandır Şafak'ın denemeleri üzerine bir şeyler yazmak istiyordum.
Araya giren bazı edebiyat çalışmaları bu isteğimi erteletti.
Fakat sebep sadece bu değildi.
Şafak'ın düzyazıları üzerine yazmak, kendi içinde birtakım zorluklar barındırıyor.
Eleştirmen, açıklayıcı yazılar kaleme alırken bu metinleri belli bir kalıba sokma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyor.
Oysa Şafak'ın düzyazıları, kalıplara sığmayacak kadar çeşitli ve özgün.
Bu çeşitliliğe zarar verme riski, eleştirmen açısından ciddi bir kusur olurdu.
İşte tüm bu kaygılar, bu yazıyı kaleme almamı geciktirdi.
Şemspare (2012) ve Sanma ki Yalnızsın (2018) kitaplarındaki denemeler, hepimizin hayatına dokunan konulara değiniyor.
Her biri, üzerine uzun uzun düşünülmeyi ve sayfalarca not alınmayı hak ediyor.
Bir edebi metnin okura yapabileceği en büyük iyilik, onu hayat üzerine yeniden düşünmeye ve bilgilerini sorgulamaya teşvik etmesidir, bana göre.
Elif Şafak, denemelerinde bizden bu iyiliği esirgemiyor.
Keyifli okumalar!
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish