Osmanlı’da yaşamak (2): Kadim tıp geleneğinde sağlıklı yaşamın sırları

Berna Çaçan Ongun Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Fikriyat

Kadim tıp geleneğinde insanı okumak, az yemek, tek çeşit yemek ve özellikle de kan yapıcı gıda yemek başat unsurlardır.

Bugün modern tıp da artık öğün sayısını azaltmayı tavsiye etmektedir. Özellikle de psikolojik sağlık insan dediğimiz ruh ve bedenden oluşan bu eşsiz mekanizmanın düzenli çalışmasının en temel unsurudur.  

Beden sağlığının olmazsa olmazı duygular ve düşüncelerdir. Duygu ve düşüncelerin en keskin ilaçtan daha hızlı etkilediğini belirtir, bedeni kadim tıp geleneği.

Hekimlerin Sultanı İbn-i Sina derki;

Tedavinin en iyi yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele etmek için cesaret vermek, hastanın çevresini sevimli, hoşa gider hale getirmek, ona en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.


Gerçekten de Osmanlı hekimi de insanı sadece bedenden oluşan bir yapı olarak görmez. İnsan beden zihin ve ruh birlikteliğidir.

Dolayısıyla her insan kendine has yapısıyla bedensel, zihinsel ve ruhsal bir sistemin karışımından oluşur. 

Ancak Modern Batı tıbbı insanı duygulardan öte sadece beden olarak ele alır; belirtileri teşhis edip onlara müdahale etmeye çalışır.

Oysa kadim tıp ve elbette ki Osmanlı tıbbı hastalığa neden olan koşulları tespit eder ve bunları ortadan kaldırmaya çalışır.

Yani hastalığın belirtilerinden ziyade bu hastalık niçin ortaya çıkıyor bunları bertaraf etmeye çalışır.

Mesela bir örnek verelim. Başı ağrıyan bir kişi düşünün buna hemen ilaçla müdahale yerine baş ağrısına sebep olan psikolojik durumu ortadan kaldırmaya çalışır.

İnsanın duygu ve düşünce durumu yani ruh dünyası; psikolojisi her şeyin üstünde tutulur.

Farklı psikoloji ve fizyolojiye sahip insanların ilaçları da (bitkisel terkipler) elbette ki farklı olurdu. İlk dönemlerde ilaçlar hekimler, cerrahlar ve kehhal adı verilen göz hastalıklarını tedavi edenler tarafından yapılırdı.
 

Mısır Çarşısı.jpg
Osmanlı döneminde Mısır Çarşısı'nda bir aktar / Fotoğraf: misircarsisi.org.tr


Evliya Çelebi ayrıca İstanbul’da sağlıkla ilgili madde satan esnaflardan da bahseder. Aktarlar, meşrubat satan esnaflar, amberci, güzel kokulu çiçeklerden damıtılmış suları satan buhurcular ve gülsuyu satıcıları.

İhtiyaç duyulan ilaçların hammaddeleri de genellikle Mısır Çarşısı'ndan temin edilmiştir. Daha sonra eczanelerin açılmasıyla beraber eczacılar, ilaçları, hekimlerin verdiği reçeteye göre her hastaya özel olarak hazırlamaya başlar.

Osmanlı hekimi aynı zamanda çok mahir bir botanik uzmanıdır. Hangi hastalıkta hangi bitkiyi kullanacağını; macunları, şerbetleri, bitkisel karışımları terkipleri nasıl yapacağını çok iyi bilirdi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Çünkü kendisinden önceki binlerce yıllık geçmişe sahip olan kadim tıbbın reçetelerine sahipti. Ve elbette ki işin içine kendi deneyimlerini de katmıştır. 

Bakınız bu ilaçlardaki en önemli hammaddelerden birisi şekerdir. Şeker aslında son derece etkili bir maddedir. Çünkü doğal şeker bitkilerdeki etken maddenin hızla kana karışmasını sağlar.

İslam Medeniyeti'ndeki diğer hekimler için de bir numaralı madde yine şekerdir. Bütün ilaçlar bal ve şekerle yapılıyordu. Ancak elbette ki bugün ki rafine şeker değil. Şekerin tedavilerde önemli bir yeri vardır.

Mesela bizim “Nabza göre şerbet vermek” sözümüz oradan gelir. Hekimler hastanın nabzına bakar, hastalığı teşhis eder ve ona göre şerbetler macunlar çeşitli terkipler vererek hastayı tedavi ederdi.  

Aslında ilk olarak meyve, bitki, bal ve pekmezden elde edilen doğal şeker kullanılmıştır. İnsanoğlu binlerce yıl önce yabani arılardan dahi bal elde etmiştir. Zamanla bunun yerini şeker kamışı almıştır.
 

osmanlı şeker.jpg
Fotoğraf: Wrench in the Gears


Şekerkamışının anavatanı Hindistan’dır. M.Ö 510 yıllarında Pers hükümdarı Darius, Hindistan’a sefer yapar ve orada halkın gıdalarını tatlandırmak için şeker kamışı kullandığını görür, ülkesine götürür.

Pers halkı için şekerkamışı artık “Arı olmadan bal üreten kamış”tır.

M.Ö. 4'ncü yüzyılda Büyük İskender, İran’a yaptığı sefer sırasında şeker kamışını görür. Böylece Eski Yunan ve Romalılar tarafından da öğrenilir.

7'nci yüzyılda da Araplar tarafından öğrenilir. Günümüzde kullandığımız şeker pancarı ise Alman kimyacı Andreas Magraff (1747) tarafından bulunur.

İlk olarak aslında sülfürleme dediğimiz kükürt dioksit daha sonra da kireç sütü ile beyazlatılan şeker sonraları daha çok üretmek ve daha çok kazanmak için fabrikasyon üretime geçilerek bugünkü rafine şekere dönüşüyor.

Yani şeker sentetik beyazlatıcılarla, kimyasal katkı maddeleriyle işlem görüyor. Dolayısıyla vücut için yabancı bir maddeye dönüşüyor. Oysa eski tıbba göre doğal şeker çok önemlidir. 

Osmanlı tıbbında ve kültüründe müthiş bir şerbet kültürü vardır. Ayran, süt, boza, salep, hoşaf ve komposto yanında en önemli içeceklerden birisidir.
 

osmanlı şerbeti aa.jpg
Fotoğraf: AA


Şerbet sadece bir içecek değil aynı zamanda bir devadır. Sarayda bulunan şerbetçiler yanında darüşşifalarda da yapılan ilaçlar için şerbet üretiminden iyi anlayan bir şerbetçi bulunurdu. 

Gördüğümüz üzere şerbetin sofralara afiyet hastalıklara deva özelliğinin yanında bir diğer kullanım alanı da hüküm giyenler içindir.

Divanı hümayunda hüküm giyenler idam kararlarını bostancının elinde kendilerine sunulacak şerbetin renginden anlardı.

Eğer şerbet beyaz ise hükümlü affedildiğini anlar kana kana içerdi ancak kıpkırmızı renkteki kızılcık şerbeti ölüm şerbeti demekti.
 

Evliya Çelebi (temsili).jpg
Evliya Çelebi (temsili)


Şerbetçi esnafları son derece meşhurdur. 17'nci yüzyılda Evliya Çelebi İstanbul’da 300 adet şerbetçi dükkanı olduğundan bahseder.

En çok satılanlardan birisi de bizim de bugün çok tükettiğimiz su, şeker ve limon üçlüsünden oluşan limonatadır.

Bunların içerisine kokulandırmak için misk, menekşe, yasemin katılırdı. Büyük camilerde saray tarafından mevlitler okutulur akide şekerleri şerbetler sunulurdu. 
 

osmanlı kahve.jpg
Görsel: Pinterest


Yine 16'ncı yüzyılda şekerin yaygınlaşmasıyla kahve tüketimin de arttığı bir dönem karşımıza çıkar. Bugünkü kahve kültürümüz aslında Osmanlı hekimlerinin tavsiyeleri sonucu oluşmuş bir gelenektir.

Biz kahvenin yanında tatlı ve su ikram ederiz. Bu boşuna değildir.

Kahvenin anavatanı Etiyopya (yani Habeşistan)nın Kaffa bölgesidir. Kahve kelimesi de buradan gelir. Osmanlı'ya da Yemen üzerinden gelmiştir.

Rivayet odur ki (13'ncü yüzyıl) Yemen’de keçilerini  otlatmaya götüren bir çoban keçilerin kahve ağacının kırmızı meyvelerini yiyince canlandıklarını görür.

Bu durumu hemen o dönemin meşhur dervişi olan Derviş Şazili'ye anlatırlar. Kendisi de bu ağacın meyvelerini kaynatıp içince aynı canlılığın kendinde de olduğunu görür.

Gerçekten de kahvenin geniş bir kulanım alanına yayılması 15'nci yüzyılda Sufi gruplar arasında olur. Zihni açtığı ve uyanık tutuğu için.

Bizim kahveyle tanışmamız ise 15'nci yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın Yemen valisi olan Özdemir Paşa'nın Yemen’de içip çok sevdiği kahveyi İstanbul’a getirmesiyle başlar.

1600'lü yıllarda da Osmanlı topraklarına gelen Venedikli tüccarlar kahveyle tanışır ve Avrupa’ya taşırlar. Kahve, Osmanlı topraklarında o kadar çok sevilir ki saray kadınları sabahın ilk ışıklarıyla beraber sıcacık kahvelerinden yudumlamadan güne başlamazlar.

Hekimler, çok içilmesi karşısında tavsiyelerde bulunur. Bildiğimiz üzere her gıdanın bir tabiatı vardır. Kahve ise tabiatı itibarıyla soğuk ve kurudur. Dengeli bir yapısı yoktur.

Bu nedenle kuru niteliğini düzeltmek için su içilmeli; soğuk etkisini gidermek için de şekerli şeylerin yenmesini (reçel, şerbet, lokum, şekerleme) tavsiye ederler.
 

osmanlı kadını.jpg
Görsel: Pinterest


Osmanlı kadınından bahsetmişken güzellik sırlarını es geçmeyelim. Saç ve cilt bakımları için özellikle kili kullanıyorlardı. Hamam kültürü ve dolayısıyla keselenmek, saraydakilerin en önemli güzellik sırrı olmuştur.

Sabunun son derece önemliydi. Büyük bir sabun pazarı vardı. Sabunlar saraya kalıplar halinde geliyor daha sonra tekrar eritilip kokulandırılıyordu.

Sabun, saçı sertleştirdiği için kurutulmuş hatmi ve ebegümeci otları kaynatılarak suyuyla saçlar durulanırdı. Hamamdan sonra yüze ve vücuda balmumuyla karıştırılmış değerli yağlar; el ve ayaklara susam ve zeytinyağı sürülürdü.

Ama bunların içine bitki karıştırıyorlar en çok da gülü. Özellikle de kokulu Isparta gülü en makbul güldür. Sarayda tonlarca gül suyu kullanılıyordu.

Güzel kokunun Osmanlı hayatında apayrı bir yeri vardı. Hekimler dahi kokuyla tedaviyi kullanmışlardır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU