Tehcire uğrayan Ermeni edebiyatının hüzünlü şairi; Armen Dorian

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Latif bir hava çepeçevre sarmaktadır bütün şehri,
Pek hoş bir meltem okşamakta sihirli servileri,
Yıldızlar ise, bir tebessümle selamlar gökteki o zarif perileri,
Boğaz dersen, sallar bir beşik gibi, göğsündeki o sakin kayığı. ..

* * *
Ve ben, göğüs hareketsiz kendinden geçmiş benliğimle, 
Dalmaktayım çok uzak alemlere,
Tam o sırada dalgaların çok derinden gelen ahengine uyarak,
Birden ta uzaklarda birtakım hıçkırıklar duyar gibi olurum ...
Ve pek yaygın bir hüzün sarar çepeçevre bu şehri ...

(Ermeni Edebiyatından Seçkiler,
Pars Tuğlacı,Cem Yayınevi 1992 İst. s.165)


Koronavirüs yaygarası olmasaydı, muhtemelen bu yıl da önceki yıllar gibi, yine Ermeni Tehciri üzerine bazı devletlerin işgüzarlığı ve bizimkilerin onlara verdiği cevaplar gündemimizi zehirleyen bir halde, Ermenilerin "Soykırım olmuştur" tezi, ve Türkiye'nin "hayır olmamıştır" antiteziyle; ama hiçbir zaman bir senteze ulaşmayan bir sonuçla gündemden düşecek ve gelecek seneyi bekleyecek idik.

Bu tartışmaların yıllar yılı bir sonuca ulaşmadığı için de, biz normal insanlar bu olayın fecaatini ancak kendi ilgimiz ve bilgimiz mesabesinde öğrenebiliyoruz. 

Doğrusunu isterseniz ben ne Ermenilerin tezi ne de Türkiye'nin anti tezinin olayı doğru düzgün ve bütün veçheleri ile açıklığa kavuşturdukları kanaatinde değilim.

Ayrıca yaşadığım bölgede ve gezdiğim bu civarda Ermenilere ait; şato, kilise, manastır ve onlara nispet edilen yüzlerce köy ismi ve oralardaki harabeleri görüp de kendilerini görmeyince 100 yıl öncesine kadar buralarda yaşayan bunca insanın, buralardan nasıl ve niye gittiğine dair bir anlam veremiyorum.

Madem biz onlara bir şey dememişiz ve sadece onları güvenlik amacıyla sınırlardan uzaklaştırmışız; niye gitmişler ve bir daha dönmemişler?

Bu bağlar, bahçeler, şatolar, evler ve kiliseler niye sahipsiz bugün?

Ve burada soykırım mı olmuş, soy tükenmişlik mi olmuş, buna Birleşmiş Milletler ne diyor, uluslararası mahkemelerin kararı nedir, ona da karar verebilecek durumda değilim.

Ama bütün bunlardan arta kalan ve yukarıda bir şiirinden iki bendini size takdim ettiğim bir şairin acısı yüreğime ukde olmuş.

1996 yılında ben, Bursa Zindanı'nda iken bana bir kitap geldi; Pars Tuğlacı'nın Ermeni Edebiyatından Seçkiler.
 


O kitapta okuduğum ve tam 25 yıldır unutmadığım ve Ermenilerle ilgili herhangi bir şey gündeme geldiğinde yüreğime kızgın bir demir gibi dokunan ve "cızzz" eden bu şairin acısı...

Öyle bir acı ki, tanımadığın, bilmediğin birine duyulan platonik sevginin zıddı gibi platonik bir acı.

Ama öyle böyle acı değil, unutulmayan ve sürekli kanayan bir yaranın acısı gibi.

Aslında yıllar önce bir toplantıda da söylediğim gibi, biz Kürtler ile Ermenilerin kaderi birbirine çok terstir bu ülkede.

Yıllar yılıdır Ermeniler öldürüldüklerini, biz Kürtler ise yaşadığımızı/var olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz.

Ne yazık ki ne biz tam olarak yaşadığımızı ispat edebildik, ne de Ermeniler nerede, ne kadar, niçin, ne zaman ve nasıl öldürüldüklerini ispatlayabildiler.

Lakin Hrant Dink ve Agos yazı ve haberleri ile, Aras yayınları da yayınladığı yüzlerce kitabıyla bu ülkede bir duyarlılık sağladılar.

Ve 1915 yılında "hiçbir şey olmamışsa da" çok şeyler olduğunu en sağır kulağa ve taştan olan kalbe de duyurdular.

İşte ben de bugün, o gün orada, o tehcir sırasında ölen bütün insanlara rahmet ve mağfiret dilerken, onlardan biri olan bir şairden bahsetmek istiyorum.
 

Armen Dorian.jpg
Armen Dorian / Görsel: Wikipedia


Asıl adı Hraçya Surenyan olan şair Armen Dorian, Sinop vilayetinde 1892'de doğdu.

Okul için İstanbul'a gitti ve Pangaltı Mıkhitarist Ermeni Okulu'nu 1911 de bitirdikten sonra eğitim için Fransa'ya gitti.

Paris'teki Sorbonne Üniversitesi'ni bitirdi. Henüz 21 yaşındayken, yani 1913'te Paris'te Fransız şairleriyle birlikte Panteizm/Kamutanrıcılık okulunu kurdu.

Pantezimi, İslam tasavufunun en önemli konularından olan Vahdet-ul-Vücud'un batı kaynaklısı olarak düşünebiliriz.

Bildiğiniz gibi Pantezim; geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrı’nın dünya ile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deizmi aşan ve Tanrı’nın dünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışıdır.

Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık/kamutanrıcılık demektir.

Panteizme göre Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı’dır.

Panteistler evrende var olan her şeyin (atom, hareket, insan, doğa, fizik kanunları, yıldızlar… ) aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturduğunu söylerler.

Bu bakımdan evrende vuku bulan her olay, her hareket aslında doğrudan Tanrı’nın hareketidir.

Bu görüşün ilginç ve çarpıcı bir sonucu, insanın da Tanrı’nın bir parçası olduğudur.

Panteizme göre; Tanrı her şeydir ve her şey Tanrıdır. Tanrı-evren-insan ayırımı yoktur. Böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır.

Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez.

Bu fikirler bizim Hallac-ı Mansur, İbni Arabî, Melayê Cizîrî, Mevlana ve diğer divan şairlerinin binlerce divanda terennüm ettiği yüz binlerce kasidenin ve gazelin ana fikrini oluşturan fikirler değil mi?

Kim bilir Armen Dorian, bu fikirlerini İbni Arabî'den mi yoksa Fuzûlî'den mi aldı da Fransa'ya götürdü.

Yoksa onların şöyle böyle bildiği panteist fikirlerine uygun şiirleri, teorileri onlara okudu da Fransızlar olağanüstü bir dehaya sahip olan bu genç şeyhin etrafında toplandılar ve bir halka oluşturdular.

Dorian'ın "şiirlerinin tümünü Fransız diliyle kaleme almış" olduğunu söyleyen Pars Tuğlacı’nın yukarıda adı geçen seçkideki iki şirinden başka bir şiirini görmedim.

Onun içinde ne yazık ki sanatı ve etkilendiği İslami ekolü saptayabilecek durumda değilim.

1914'te İstanbul'a geri döndü ve bir Ermeni okulunda edebiyat öğretmenliğine başladı.

Arene adında bir dergi çıkardığı kaynaklarda yazılıyor ise de, bunu Paris'teyken mi yoksa İstanbul'a döndükten sonra mı çıkardığını bilemiyoruz.

İstanbul'da bir yıl kadar edebiyat öğretmenliği yaptı. Daha hayatının baharında genç ve heyecanlı bir şairdi...

Lakin nisan ayının kendine has pembemsi mor rengi ile İstanbul’un her yanını süsleyen erguvanların çıktığı ve seyrine doyum olmayan manzaralar sunan, lale, sümbül, mor salkım ve sakuraların şairleri sarhoş ettiği, onun ise her gülün yaprağında, goncasında ve renginde bizatihi Tanrı'yı gördüğü bir zaman da, o meşum gecenin, 24 Nisan 1915'te sabaha karşı derin ve tatlı uykusundayken uyandırılır ve meçhule doğru bir yolculuğa çıkarılır.

Ben hiçbir zaman "Ermeni Soykırımı" olmuş mudur, olmamış mıdır tartışmasında değilim.

Ama Ermenilerin soyunun tükendiğini, Armen Dorian ve yüzlerce şair, aydın, edebiyatçı, gazeteci ve elit insanın İstanbul, İzmir, Kütahya, Eskişehir, Konya ve Ankara gibi yerlerden toplanıp aç biilaç
bir şekilde toplama merkezlerine, oradan hayvanlar gibi tren vagonlarına doldurularak bir meçhule gönderildiğini ve bunun da onların soylarının tükenmesine sebep olduğunu biliyorum.

Bu eylemin Birleşmiş Milletler'in bilmem hangi yasasına göre ne olduğu beni çok da ilgilendirmiyor.

O hukukçuların, diplomatların ve diğer bilumum ulusçuluk oynayan insanların derdi. 

Benim derdim... Ah ah benim derdim..

Nasıl diyeyim; Hraçya Surenyan ya da namı diğer Armen Dorian'ın şu ezana olan hasretinin yarım kalmasıdır.

Ramazan'ın başladığı bugün, nasıl ki biz akşama kadar "Allahu Ekber"in özlemi ile yaşayacak isek, acaba o bir trenin vagonunda halsiz, aç biilaç bir şekilde şu şiirini hiç düşünmüş müdür?

Okumuş mudur kendi kendine? Ne zaman yazmış bunu?

Ezana olan bu özleminin onun Vahdet-ul-vücud felsefesi ile bir ilgisi var mıdır acaba?

Ah... Bakın, ne diyor Armen Dorian:

MÜEZZİN’İN EZAN SESİ

Temmuz’un huzur ve sükûn dolu akşamında, 
İner bir karanlık her yana;
Ve hemen bir ses yükselir semaya:

İslâm alemini ibadete davet eden müezzinin sesidir o, 
Ak bir minarenin tepesinden seslenir, 
İlâhi bir aşk havasıyla dopdolu.

Kumsalın esintisine karışıp, birlikte yol alır, 
Ve içe işleyen o ses, 
Yükselir yavaşça ve perde perde, 
Çok geçmez 

Hafifler ve sonsuzluk aleminde kaybolup gider, 
İnsanı tatlı tatlı okşayan 
O Sabâ yelinin pek hoş esintisiyle.

Ah; o müezzinin sesi! 
Kaybolmuş ta uzaklarda…
Gittikçe hafifleyen ve fakat 
İnsanın içine işleyen o duası, 

Evet, öyle bir dua ki, 
Hüzün ve esrar dolu her yanı, 
Yükselir zaman zaman 
Ve sonra da, hüzünle dopdolu söner-gider…

Hüzünlü ve solgun bir kalbin itirafıdır bu dua, 
Zaman zaman gözyaşı döken iç sesim gibi gelir bana, 
Evet, öyle bir ses ki, bırakmaktır emeli 
Bütün hüznünü o esen rüzgârın kucağına!...

Ve sonunda olan olur; 
Ve işte tam bu zamanda her şey yavaş yavaş gelişir, 
Evet, huzur ve sükûn gelip kalbimde yerine oturur, 
İçime bir ferahlık, bir sükûn dolar ve kaplar bütün varlığımı, 

Çünkü o, bu akşam gözyaşı döküp, ağladı, 
Benim hüznüm ve kederim için…


Bütün dinlerin, bütün yaratıkların, bütün kainatın aynı Tanrı'dan geldiğine bir işaret değil midir bu nida ve bu yakarış?

Armen Dorian ve onun gibi yüzlerce Ermeni aydını 24 Nisan 1915'te tutuklandı.

Bunların içinde doktorlar, akadenisyenler, müzisyenler, ressamlar, yazarlar, gazeteci ve hatta milletvekilleri dahi vardı.

Sürüldüler ve bir daha dönmemecesine gittiler.

Bir meçhule yollandılar ve tam 105 yıldır biz daha bu olayı insani yönleri ile bile konuşacak kadar olgun ve tarihimizle barışık değiliz. 

23 yaşındaydı Armen Dorian bu meçhule yollandığında.

Kimileri onun Çankırı'da trenden indirilip öldürüldüğünü, kimileri başka yerlerde kaybolduğunu söylemekte.

Acaba diyorum yaşasaydı, yaşayabilseydi daha ne şiirler yazardı insanlığa?

Coğrafya kaderdir, doğru; ama daha çok kederdir, hayata anlam vermeye çalışanlar için...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU