Vizyonda bu hafta: Ateşle oynayan bir komedi; “Tavşan Jojo”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı

Taika Waititi'nin yönetmenliğini üstlendiği Tavşan Jojo (Jojo Rabbit) filminden bir kare

Benim ilk kez, 2014 yılında çekmiş olduğu; ev arkadaşı olan dört vampirin gündelik hayatına ve modern dünyada hayatta kalma maceralarını anlatan What We Do in the Shadows isimli bağımsız filmiyle dikkatimi çeken, sonrasında popüler bir iş olan Thor: Ragnarok filmi için yönetmen koltuğuna oturarak Marvel evrenine kendine has bir dokunuş yaparak bir kez daha hayranlığımı kazanan Taika Waititi bu defa trajediyi komik bir anlatıya dönüştürmekten korkmayan ateşle oynayan bir komedi ile karşımıza çıkıyor.


Ateşle oynayan bir komedi; “Tavşan Jojo”

Yönetmen: Taika Waititi / Oyuncular: Roman Griffin Davis, Thomasin McKenzie, Taika Waititi, Rebel Wilson, Stephen Merchant, Alfie Allen, Sam Rockwell, Scarlett Johansson, Archie Yates / 108 dakika
 


Söz konusu “Adolf Hitler” ve “Holokost” ise anlatılanlar her zaman korkutucu ve yürek yakıcı olacaktır.

Nihayetinde, dünyadaki en korkunç savaşlardan birini başlatan, insanlık tarihinin en zalim figürlerinden olan ve milyonlarca masum insanın ölümünden sorumlu bir adamın sebep olduğu şeylerin günümüze kadar sirayet eden tahribatlarından bahsediyoruz.

Bu yaşananların hangi noktası, anı, ne kadar komik olabilir ki?
 


Gözyaşlarımızın tadı aynı

Ancak, keskin bir mizah anlayışı ile hayata karşı kendine has bir duruşu olan, acı çekerken yine de her gün gülümseme cesaretini göstererek hayatı kolaylaştırmak ve ıstırapları azaltmak adına eşsiz eserler bırakan Charlie Chaplin’in yön gösterdiği gibi, faşizm ve ırkçılıkla alay ederek mücadele etmek de bir tercih ve mümkün.
 


Düşününce, sonuçta ağlarken de gülerken de akan gözyaşlarımızın tadı hep aynı.

Bazen korkularımız bizi ele geçirir ve daha da kötüsü dünyaya, olaylara bakış açımızı bile değiştirebilir. Bizi savunmasız bırakır ve aciz hissettirir.
 


Fakat kulağa belki saçma bir meydan okuma gibi geliyor olsa da bu korkularımızla yüzümüzde koca bir gülümsemeyle yüzleştiğimizde onu sindirmemiz an meselesidir.


Adolf Hitler hakkında bir komedi nasıl yapılır?

Nazi soykırımı üzerine yapılan filmlerin çetelesini tutmak sanırım çok zor.
 


Ama Hitler’e ve onun faşizmine farklı bir perspektifle bakan; Büyük Diktatör (The Great Dictator, 1940), Olmak ya da Olmamak (To Be or Not to Be, 1942), Hayat Güzeldir (La vita è bella, 1997), Bak Kim Döndü (Look Who's Back / Er ist wieder da, 2015) isimli filmlere ilave olarak Tavşan Jojo (Jojo Rabbit, 2019) filmi de Hitler hakkında bir komedi nasıl yapılır sorusuna en güzel örnek olacaktır.
 


Gerçekten gülmek için acımız ile oynamamız gerektiğini savunan Charlie Chaplin gibi, Taika Waititi de senaryosu Christine Leunens’in 2008’de yayımlanan Caging Skies isimli romanına dayanan bu son filminde, kasvetli bir tarih kitabının sayfaları yerine bir masaldan koparılmış gibi görünen bir Nazi Almanya’sı anlatmayı tercih ediyor.
 


Günümüzde Nazilerle alay etmenin büyük bir risk taşımadığının altını çizmek gerekse de Waititi’nin bir trajediyi hicivle olsa bile mizahla birleştirmek için gerekli olan hassasiyeti gösterme inceliğiyle başarılması zor bir eylemin üstesinden geldiği gözden kaçmıyor.

Üstelik kendine has ilginç mizah anlayışı filme muazzam bir güç veriyor.
 


Nefret karşıtı bir komedi

Bir savaşın ne kadar saçma olabileceği ve bunun sonuçlarının ne kadar trajik olduğu hakkında oldukça kendi tarzında net bir mesaj vermeye odaklanan nefret karşıtı bu komedi, İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarını kadrajına alıyor.
 


Hitler’in hayranı olan ve çatı katında annesinin Yahudi bir kızı sakladığını keşfedince dünyası altüst olan Jojo, henüz çocuk denecek yaşta olmasına rağmen kendisini Nasyonal Sosyalizme adamış, odası parti posterleri ve propagandalarıyla dolu bir Alman’dır.

Dahası Hitler’in kişisel muhafızlarının bir parçası olmak için ateşli bir arzuya sahiptir.
 


İkinci Dünya Savaşı sırasında, Hitler’in gençlik kamplarında yer alan ve zihninde yarattığı hayali karakteri en yakın arkadaşı olarak gören genç Jojo için kampta hiçbir şeyin istediği gibi gitmemesi, üstüne kaza geçirmesi ve kamptan eve geri gönderilmesi sonrasında annesinin evlerinde genç bir Yahudi kızı sakladığını keşfetmesiyle gelişen olayları konu alan film, bir taraftan da bir çocuğun yetişkinliğe doğru girişini anlatıyor.
 


Jojo, eylemlerinin sonuçlarını ölçmeden ve birçok çocuk gibi, yetişkinlerin utanç duymadan ona yalan söylüyor olabileceğini düşünmeden çok hızlı büyümeye çalışan son derece masum bir karakterdir.
 


Fakat Jojo’nun bu kör fanatizmi, annesinin evlerinde sakladığı Yahudi bir kız olan Elsa’yı keşfetmesi onu son derece rahatsız ediyor ve bu durum onun için bir sınava dönüşüyor.
 


Başlarda onu ikna eden hayali arkadaşına uyarak kızı Gestapo subaylarına bildirme fikri Jojo’ya eğlenceli gelse de bu bilginin aynı zamanda annesini de zor durumda bırakacağını anlaması onu bu kararından vazgeçiriyor.
 


Gittiği kampta kendisine Yahudilerle ilgili empoze edilen bilgilerin aksine Elsa’nın da herkes gibi sıradan bir insan olduğunu görmesi, onunla aralarındaki ilişkinin gitgide derinleşmesi, Elsa’yla yavaş yavaş duygusal bir yakınlık kurması ve Nazilerin onlara anlattığı her şeyin mutlak bir doğru olmadığını anlaması Jojo için işin boyutunu değiştirmeye başlıyor.


Arkadaşım Adolf Hitler

Ev içinde sert ve kaba bir duruşu olsa da dışarıda naif ve çekingen bir görünüme sahip olan Jojo, kasaba meydanına yakın bir evde sürekli gizemli bir şeylerle meşgul olan annesiyle birlikte yalnız yaşamaktadır.
 


Babası savaşta kaybolmuş, kız kardeşi ise hastalıktan ölmüştür. Bu yüzden hayali bir arkadaşa sahip olması gayet normaldir. Ama işte filmin sürprizi de buradadır.
 


Bu hayali arkadaş, evdeki yalnızlığında ve babasının yokluğunda Jojo’nun onu bir baba figürü olarak da gördüğü acımasız diktatörün çocukça ve dağınık bir versiyonu olarak karakterize edilen Hitler’in kendisinden başkası değildir.
 


Filmin başlarında bu hayali Hitler, Jojo’yu heyecan verici bir şekilde gideceği kampa ve orada bir erkek gibi alacağı eğitime hazırlıyor.

İlerleyen sahnelerde Jojo’nun kendine güvenini yitirdiği bir anda yeniden ortaya çıkıyor ve ona yapması gereken şeyleri söylüyor. 
 


Bu hayali Hitler, hem bir idol hem de babasını vekaleten her ortaya çıktığında Jojo’nun ona bağlılığı artarken Jojo’nun kendi kararlarını vermeye başlamasıyla birlikte onunla kurduğu arkadaşlığı da tehdit altına giren bir ilişkiye dönüşüyor.
 


Bu son filminde yönetmen olarak Wes Anderson’ın sinemasından ilham almış gibi görünen Taika Waititi, bir Nazi çocuğu ile Anne Frank arketipi olan olan bir Yahudi kızının dostluğu üzerinden, savaş nefretinin gençliği ve masumiyeti nasıl kirlettiği, sevginin ise her şeye rağmen insanlaştıran etkisini keyifli bir anlatıyla gözler önüne seriyor.
 


Haftanın diğer filmleri

Aşk Tesadüfleri Sever 2

1960’ların İstanbul’undan günümüz Ankara’sına uzanan, tesadüflerle örülü, özlem duyulan unutulmaz bir aşk hikayesi olan Aşk Tesadüfleri Sever 2, Sevgililer Günü’nde ne yapmalı diye düşünenler için programlarına alarak seyretmeleri tavsiye edilebilecek haftanın en güzel filmlerden biri.

Ömer Faruk Sorak ve İpek Sorak’ın birlikte yönetmen koltuğuna oturduğu film, anlattığı iki farklı hikâye ile altmışlı yılların aşklarıyla günümüz ilişkilerini odağına alıyor.

2011 yılında vizyona giren Aşk Tesadüfleri Sever filminin merakla beklenen devam filmi; yine aşkın en yalın halini bu defa başka zamanlar ve başka yaşamlar üzerinden ele alarak tesadüflerin ve teğet geçişlerin aşka nasıl hizmet ettiğini anlatıyor.

Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan film, sanat ekibinin titiz çalışmalarla ortaya çıkardığı dekorları ve özenle seçilmiş mekânlarıyla adeta bir görsel şölen sunuyor ve izleyenleri zamanda duygusal ve romantik bir yolculuğa çıkarıyor.

Başrollerini Nesrin Cavadzade, Yiğit Kirazcı, Elif Doğan ve Aytaç Şaşmaz’ın paylaştığı filmde aynı zamanda; Zuhal Olcay, Uğur Polat, Levent Can, Erkan Can, Türkü Turan, Hülya Gülşen ve Eli Mango gibi isimler de rol alıyor.

Bal Ülkesi

Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov’un çektiği, Uluslararası En İyi Film ve En İyi Belgesel kategorilerinde Oscar adaylığına layık görülen docudrama türündeki Honeyland, hasta annesiyle birlikte Kuzey Makedonya’da artık kimsenin kalmadığı bir köyde yaşayan ve arıcılıkla geçimini sağlayan Hatice’nin hikayesini anlatıyor.

Balkanlar’ın sarp dağlarında terk edilmiş bir köyde annesiyle birlikte yaşayan Hatice Muratova, geçimini yabani arıcılıkla sağlıyor, fakat arıların payını da gözetiyor, hatta arılarla konuşuyor, onlara şarkılar söylüyor.

Ancak diğer taraftan, bu yaşamı sürdürebilmesi için piyasa denen kentli canavara, birden köylerine taşınıp para kazanmak için gözünü arılarına diken aileye ve doğaya karşı büyük bir mücadele de vermesi gerekiyor.
Çekimleri üç yıl süren bu film, insan-doğa ilişkisi üzerine düşünmek için önümüze yeni bir ufuk açıyor.

Eltilerin Savaşı

Senaryosunu Gupse Özay’ın kaleme aldığı Eltilerin Savaşı, aralarındaki çekişme ve rekabetin hiç sönmediği, birbirinden farklı karakterlere sahip Sultan ve Gizem adındaki iki eltinin hikâyesini anlatıyor.

Biri henüz çiçeği burnunda evli olan, diğeri ilk gelin olmanın verdiği güçle aileyi parmağında oynatan iki eltinin arasındaki bu bitmek bilmeyen rekabet yeni gelin Gizem’in cicim aylarını ona zehir ederken, ailenin ilk gelini Sultan’ın sarsılmaz diye düşündüğü tahtı yeni gelinin ortaya çıkmasıyla adeta tehlike sinyalleri vermeye başlıyor.

Önce aile içinde başlayan, sonrasında mahalleye ve hatta sosyal medyaya kadar yayılan aralarındaki bu çekişmeli rekabette ikisinin de birbiri için yaptığı dişli planlar teker teker ortaya çıkıyor ve kahkaha tufanının ardı arkası kesilmiyor.

Sadece kadınların değil, aile içindeki erkeklerin de dünyasının kapılarını aralayan filmdeki bu rekabet rüzgarı, Selim ve Fatih isimli iki kardeş için de evliliklerinde verdikleri zorlu bir sınav oluyor.

İki elti arasındaki tatlı ve eğlenceli rekabetin, dillere pelesenk olacak replikler ve şarkılarla beyazperdeye yansıdığı film, sosyal medyanın günlük hayata kattığı renkleri de kahkaha dolu bir senaryoyla izleyiciye aktarıyor.

Yönetmen koltuğunda Onur Bilgetay’ın yer aldığı filmin kadrosunda yer alan Gupse Özay'a Merve Dizdar, Ferit Aktuğ ve Uraz Kaygılaroğlu eşlik ediyor.

Güller Ülkesi: Damascena

Aleksandr Smolyanov ve Todor Anastasov’un yönetmen koltuğunda oturduğu, Stoyan Stoyanov’un kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yapımcılığını üstlenip senaryosunu yazdığı Damascena, Bulgaristan’ın en büyük gül yağı üreticisi olan Stoyanov’un hayallerini gerçekleştirme hikâyesini anlatıyor.

Todor Jivkov diktatörlüğündeki Bulgaristan’da, 1980’lerde, Türklere uygulanan baskıların Bulgarların gözünden işlendiği filmin yapımcısı ve senaristi Stoyan Stoyanov, “O günleri hiç unutamıyorum. İnanın o hadiselerde yer alan bazı polisler bile yaptıklarından utanç duyuyordu” diyor.

Bu yaşananlardan sonra Türkiye ile Bulgaristan arasına soğukluk girdiğini savunan Stoyanov bu film vesilesiyle iki millet arasında bir köprü kurmak istediğini dile getiriyor.

Bulgaristan’da Türklere yapılan asimilasyon ve zulümlere filminde yer vererek 1989’da bir milyon Türk’ün evlerini terk edip Türkiye’ye göçmesiyle neticelenen acı olaylara ışık tutan ve bu yakın tarihin son elli senesini ele alan filmin asıl dikkat çeken yönü ise sosyalist devirde Türklere yapılan zulmün ilk defa Bulgar isimler tarafından işleniyor oluşu.

Kirpi Latte ve Büyülü Taş

Latte and the Magic Waterstone, kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya kalan ormana suyu geri getirebilmek için büyülü bir taşın peşine düşen kirpi Latte ile arkadaşı sincabın maceralarını ele alıyor.

Latte sevimli, meraklı, bir o kadar da yaramaz bir kirpi prensestir. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve dinmeyen merakı başına sürekli iş açıp durmaktadır.

Ama günün birinde, ormanları kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, en yakın arkadaşı sincapla birlikte büyülü bir taşı bulup, suyu ormana geri getirmek için heyecan dolu bir maceraya çıkacaktır.

Sefiller

Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen ve dakikalarca ayakta alkışlanan Les Misérables, Paris banliyölerinde atandığı yeni göreve ve ekibe adapte olmaya çalışan polis memuru Stéphane’ın, kendisini, farklı gruplarla polis arasında tırmanan gerilim içerisinde bulmasını anlatıyor.

Stéphane, Paris banliyönlerinden Montfermeil’deki Suçla Mücadele Timi’ne yeni katılmıştır. Ekibin deneyimli üyelerinden Chris ve Gwada ile birlikte çıktığı devriyelerde mahalledeki çeteler arasındaki gerginliği fark eder.

Bir tutuklama esnasında olay kontrollerinden çıkar ve bu sırada onlar farkında olmadan bir drone tarafından olan biten her şey kayıt altına alınır. Artık Stéphane ve ekibi gittikçe büyüyen bu gerginliğin bir parçasıdır.

Victor Hugo’nun ölümsüz eseri Sefiller'i yazdığı Paris banliyösüne giden yönetmen, filmde o dönemden bugüne geçen 150 yılda gençlerin öfkesinde hiçbir değişiklik olmadığını gösteriyor.

Son dönemde seyirciyi etkilemeyi başaran “La Haine (Protesto)” ve “City of God (Tanrıkent)” gibi kült filmlere bir saygı duruşu niteliğinde olan, Sefiller isimli ölümsüz eserin çağdaş bir uyarlaması da diyebileceğimiz film, 2020 Altın Küre Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde ve Akademi Ödülleri’nde de En İyi Uluslararası Film dalında Oscar adayı oldu.

 

 

Independent Türkçe

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU