"Muhallebi yerken dişini kırmak" diye bir tabirimiz vardır.
Peki, insan gerçekten muhallebi yerken dişini kırar mı?
O kadar abuk sabuk işler oluyor ki, görünmez kazaları ve akıl almaz durumları anlatabilmek için halkımız böyle bir deyim kullanır.
Barzani'nin son Cizre ziyareti de ne yazık ki "muhallebi yerken diş kırmak" misali bir duruma dönüştü.
Mesud Barzani neden geldi?
2013'teki çözüm sürecinden bu yana 12 yıl geçti.
Ve o, ilk olarak Ankara'ya, İstanbul'a ya da Diyarbakır'a değil; doğrudan Cizre'ye geldi.
Bu tercihin büyük bir önemi var.
Öncelikle Cizre, Kürt tarihinin; folklorunun, edebiyatının, ilminin, tasavvufunun en önemli merkezlerinden biridir.
Kürt tarihindeki pek çok büyük tarikat şeyhi, mutasavvıf, âlim, medrese, bey ve müziğin önde gelen temsilcileri Cizre'den çıkmıştır.
Melayê Cizîrî de Kürt tasavvufunun yıldız isimlerinden biridir. Said-i Nursî'nin, Mevlana Camii'nin, Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin tasavvuftaki makamlarıyla Melayê Cizîrî'yi aynı çizgide anması, onun ne kadar büyük bir mutasavvıf ve "ehli hak" bir kul olduğunun altını çizer.
Barzani'nin ziyaretini böyle bir vesileyle yapması, Kürt tarihinin, edebiyatının, folklorunun ve kültürünün bütünü açısından son derece önemlidir.
Yani bu, rastgele bir siyasi ziyaret değildir.
Ama elbette bu ziyaretin siyasi boyutları da vardır.
Nedir o?
Tam da Türkiye'de yeniden bir çözüm sürecinin konuşulduğu, Suriye'de dengelerin değiştiği, Türk-Kürt-Arap ittifakının tartışıldığı bir dönemde, Barzani bu yeni sürece gönülden destek vermek üzere gelmiş görünmektedir.
Özellikle belirtmek gerekir ki Mesud Barzani yaklaşık 9-10 dakikalık bir konuşma yaptı.
Son derece etkileyici bir konuşmaydı.
Bu konuşmanın 7-8 dakikasını Melayê Cizîrî'ye ayırdı.
Onun kasidelerini ve beyitlerini okudu.
Barzan tekkesinde, amcası Şeyh Ahmed Barzani'nin bu şiirlere ve kasidelere ne kadar değer verdiğini anlattı.
Ayetler okudu.
Peygamberimize salât ve selam gönderdi.
Ve konuşmasının sonunda, bu süreci gönülden desteklediklerini belirterek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a teşekkür etti.
Ayrıca Abdullah Öcalan'a da bu sürece verdiği destek nedeniyle, Kürtçe ve Farsça tabirlerle "hoş âmedi" diyerek selam gönderdi.
Bütün olarak değerlendirildiğinde; halkın en yüksek değerlerine gösterdiği saygı, türbeleri ziyareti ve yakın dönemde, yaklaşık 11-13 yıl önce vefat eden Cizre'nin evladı Şerafettin Elçi'nin mezarına gitmesi, bu ziyaretin en olumlu yanlarıydı.
Tabir-i caizse ziyareti taçlandırdı, güzelleştirdi.
Bu kadar olumlu unsurla süslenmiş bir ziyaretin, ne yazık ki bazı kendini bilmez kişilerin gafları, eksikleri ve yanlışlıkları yüzünden kötü niyetli çevrelere malzeme olması ise ayrı bir talihsizlikti.
İşte "muhallebi yerken dişini kırmak" tam da budur.
Çok hayırlı bir iş yapıyorsunuz, çok güzel bir şey yemek istiyorsunuz; her şey yumuşacık, tatlı…
Ama tam o sırada dişiniz kırılıyor...
Şimdi sürece bakalım.
Öncelikle objektif bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Mesud Barzani, canı sıkıldığı için kalkıp buraya gelmiş değil.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin davet ve onay sürecinden söz ediyoruz.
Bu nedir?
Cizre Kaymakamlığı ve Şırnak Üniversitesi Rektörlüğü önce bir davette bulunuyor.
Peki, devletin izni ve bilgisi olmadan böyle bir davet yapılabilir mi?
Hayır.
İkincisi, devlet bu ziyarete izin verdi; hatta olumlu baktı.
Devlet derken, Millî İstihbarat'tan cumhurbaşkanına kadar tüm mekanizmayı kastediyorum.
Doğru bir karar verdiler; çağırdılar, "buyursun gelsin" dediler.
Ancak geliş sürecinin organizasyonunda, ne yazık ki amatör, siyaset bilmeyen kişilerin hataları işleri allak bullak etti.
Şimdi…
Mesud Barzani'nin yanında komando kıyafeti giymiş, silahlı - yani silah derken, halk arasında "Kalaşnikof" denilen ya da ona benzer muadil silahlar taşıyan - kişilerin bulunması, gözlükler takıp poz vermeleri hoş bir görüntü değildi.
Oysa Mesud Barzani'nin can güvenliği, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin garantisi altındadır.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, Mesud Barzani'yi koruyamayacak kadar aciz olması mümkün değildir.
Peki, bu gelişe ilişkin olarak Şırnak Valiliği, Habur Gümrüğü, Habur'daki emniyet görevlileri ve Cizre'deki Millî İstihbarat Teşkilatı nasıl izin verdi?
Ya da bu durumu neden doğru düzgün organize etmedi?
Dediğim gibi bu işler protokolle, önceden yapılan görüşmelerle, diplomasiyle yürür.
Bir güvenlik boyutu vardır, bir de Dışişleri Bakanlığı boyutu.
Şimdi bir günah keçisi bulup cezalandırmak ya da soruşturma açmak çok kolay; ama aynı zamanda gayriahlakî bir yaklaşım.
Çünkü bu topyekûn bir kabahattir.
Bu geliş-gidiş süreci doğru ve profesyonel şekilde organize edilmeliydi.
Mesud Barzani, isterse devlet protokolü çerçevesinde yanında 10, 15 hatta 20 kadar sivil giyimli, koltuk altlarında veya bellerinde hafif silahları bulunan güvenlik görevlileri getirebilir.
Bunun hiçbir engeli yoktur.
Ama ortaya çıkan görüntü doğru değildi.
Neden doğru değildi?
Evet, dost ve kardeş Kürt güvenlik güçleri gelmiş olabilir; Türkiye'deki güvenlik birimleriyle birlikte bu süreci yürütebilirler.
Fakat böylesine hassas bir dönemde, görüntüye ve sembollere özen göstermek gerekir.
Burada hem Mesud Barzani'nin ekibinin organizasyonu doğru yapamaması, durumu yeterince değerlendirememesi söz konusudur; hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Millî İstihbarat Teşkilatı açısından ciddi eksiklikler mevcuttur.
Bu geliş-gidiş süreci karşılıklı olarak çok daha iyi organize edilebilirdi.
Neyse, olan oldu.
Zaten Mesud Barzani'nin gelişinden rahatsız olan, süreçten hoşnut olmayan pek çok şer odağı vardı.
İkincisi, süreci bozmak için fırsat kollayan gruplar, bu durumu bahane ederek harekete geçti.
Bu kaşıma işine ne yazık ki Sayın Cumhurbaşkanı'nın bazı danışmanları da katıldı.
Oysa çok daha uygun, çok daha özenli bir dil kullanabilirlerdi.
İroni yapabilirlerdi, esnek ve akılcı bir üslup tercih edebilirlerdi.
Çünkü bu eksiklik, bu organizasyon sorunu sadece Mesud Barzani'nin ekibine ait değildir.
Türkiye'nin güvenlik birimleri -tekrar ediyorum- Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Millî İstihbarat Teşkilatı da bu konuda birinci derecede sorumludur.
Hem hatayı işaret eden hem de karşı tarafı incitmeyen, daha yapıcı bir dil rahatlıkla kullanılabilirdi.
Ardından Devlet Bahçeli de aynı çizgiyi sürdürdü.
Fakat Mesud Barzani'nin ofisinden yapılan açıklama da sürece uygun değildi; şık bir açıklama olmadı.
Bir meseleyi alevlendirmek vardır, bir de yaşanan hatanın üstünü örterek süreci yumuşatmak, tolere etmek vardır.
Burada yapılması gereken ikinci tutumdu.
Sayın Devlet Bahçeli şunu diyebilirdi:
Sayın Mesud Barzani hoş gelmiştir, sefalar getirmiştir.
Ki aslında kısmen böyle ifadeler kullandı.
Bu kadar endişeye gerek yoktur; Türkiye'deki kardeşleri de onun kardeşidir. Güvenlik güçleri de en az onun yakınları kadar hassastır. Onun canı bizim canımızdır; bizim güvenliğimiz altındadır.
Hem yapılan hareketin doğru olmadığını söyleyebilir hem de Barzani'nin gönlünü alabilirdi.
Aynı şekilde, Sayın Mesud Barzani'nin ofisinden yapılan açıklama da süreci ciddi biçimde zedeleyen bir açıklama oldu.
Barzani de şunu diyebilirdi:
Bir gözden kaçma, bir dikkatsizlik olmuş olabilir. Türkiye'deki güvenlik güçleri de bizim kardeşimizdir; bizimkiler de sizin kardeşinizdir. Sizin canınız bize, bizim canımız size emanettir. İnşallah bundan sonraki geliş-gidişlerde daha dikkatli bir yöntem izlenir.
Bu kadar basit ve yapıcı bir ifade yeterli olurdu.
Şimdi… Devlet Bahçeli'yi sevin ya da sevmeyin, tasvip edin ya da etmeyin…
Bu sürecin en önemli aktörlerinden birine "Aslında bu işlere inanmıyor, rol yapıyor, koyun postuna bürünmüş kurttur" dediğiniz anda, sürecin ortasına adeta bir bomba bırakmış olursunuz.
Bu da gerçekçi değildir.
Dolayısıyla konuyu toparlarsak:
Maalesef işler yine bir paldır küldürlük içinde yürüdü.
Ve -tekrar tekrar söylüyorum, belki onuncu kez- herkes suçu birbirinin üzerine atıyor.
Millî İstihbarat, İçişleri Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı protokol bakımından birinci derecede sorumludur.
Sayın Mesud Barzani'nin dikkatsiz ve özensiz davrandığı açıktır.
"Sana böyle geliyordum, ben de sana böyle gidiyordum" türü karşılıklılıklara gerek yok; kavga etmenin bir anlamı yok.
Olması gereken, sorunu tatlı dille çözmektir.
Aynı şekilde peş peşe yapılan açıklamalar da yanlıştı.
Cumhurbaşkanı danışmanları daha dikkatli bir dil kullanabilirdi.
Sayın Bahçeli de daha yumuşak, hoşgörülü ama uyarıcı bir üslup tercih edebilirdi.
Bu ülkede söz sanatını bilenler, edebiyatçılar, hiciv ve ironi ustaları var; meramınızı çok daha doğru ve etkili şekilde ifade edebilirsiniz; etmelisiniz.
Sayın Mesud Barzani'nin ofisi adına yapılan açıklama da maalesef sürece zarar verdi.
Barzani şöyle diyebilirdi:
Bir gözden kaçma ya da dikkatsizlik olmuş olabilir. Türkiye'deki güvenlik güçleri de bizim kardeşimizdir; bizimkiler de sizin kardeşinizdir. Sizin canınız bize, bizim canımız size emanettir. İnşallah bundan sonra yapılacak geliş-gidişlerde daha dikkatli davranılır.
Bütün bunları üst üste koyduğunuzda, Türkiye'de Barzani'nin bölgeye gelişinden rahatsız olan pek çok kesim olduğu anlaşılıyor: Kürt kimliğinden rahatsız olanlar, Cizrelilerin ona gösterdiği sevgiye itiraz edenler vb.
Buradan Şırnak rektörüne ve valisine de sesleniyorum: bu kadar insanı davet ettiniz; alt yapı ve emek uzun zamandır bu işin içindedir.
"Selamun aleykum" demek aklınıza gelmedi mi?
Gelmediyse niçin gelmedi?
Oturup bunu düşünün.
Vali kimdir, nereli olduğunu, bu işleri ne kadar bildiğini bilmiyorum; bilmiyor da olabilir.
Onun için değerli arkadaşlar; hem Mesud Barzani ve ekibinin, Kaptan Köşkü'nün, hem de Türkiye'de bu süreçleri yürütenlerin çok daha dikkatli, olgun ve geniş bir perspektifle hareket etmeleri gerekir.
Cizre'nin eş başkanları var; "protokole sokmuyoruz" diyorsunuz.
Neden sokmuyorsunuz?
Biraz önce milletvekili Ayşegül Doğan orada, Barzani'nin hemen yanında oturuyor.
Peki, Cizre'nin belediye başkanı otursa ne olur?
Bu kentin belediye başkanı olarak Cizre'ye büyük emekleri geçmiş isimlerden söz ediyoruz.
KDP'ye, Mesud Barzani'nin peşmergelerine Saddam döneminde büyük yardımlarda bulunmuş kişiler var; göç dönemlerinde destek olmuşlar…
Ama Haşim Haşimi'ye en son gece haber gönderiyorsunuz.
Neyin peşindesiniz?
Ne yapmak istiyorsunuz?
Özellikle Müslüman Kürtleri her iki tarafta da neden bu işin dışında tutmaya çalışıyorsunuz?
Bunu Barzani tarafına da söylüyorum.
Geçen yıl Dohuk'ta yapılan toplantıya onlarca kişiyi çağırdınız; Altan Tan, Galip Ensarioğlu ve Haşim Haşimi'yi ise çağırmadınız.
Peki neden?
Bunu niye şahsi bir mesele hâline getiriyorsunuz?
Gerekirse elbette şahsi mesele de yaparız, ulusal mesele de…
Mesrur Barzani Dohuk'ta yemek veriyor; biz oradayken 3 önemli gazeteciyi yemeğe alıyor.
Ahmet Davutoğlu'na verdikleri yemekte de bizlere nezaketen bir selam bile yok.
Aklınızı başınıza almanız lazım.
Sayın Mesud Barzani; siz de, sizin çevreniz de, ekibiniz de…
Kim bu işleri organize ediyorsa…
Dostlarınız kim, düşmanlarınız kim, yakınlarınız kim, en zor gününüzde kim yanınızdaydı…
Bunları bilmeniz gerekir.
Yani, bu meseleler öyle kolayca geçiştirilecek konular değil.
Biz ölmeden bize "ölmüş muamelesi" yapılmasına -hangi taraf olursa olsun- ister rektörlük, ister valilik, ister Sayın Mesrur Barzani'nin başbakanlık ekibi olsun, izin vermeyiz.
"İzin vermeyiz" ne demek, ne yaparız?
Bizim tankımız, topumuz yok.
Silahlı korumalarımız da yok.
Ama dilimiz döndüğü, sesimiz çıktığı sürece varız der, hakkımızı savunuruz.
Bu nedenle yazık olmuştur.
Bu sürecin, böylesine özenle yürütülen bir işin, bu kadar basit hatalar yüzünden zarar görmesi gerçekten yazıktır; tabiri caizse "muhallebi yerken dişi kırmak" gibi olmuştur.
Herkesin bundan ders çıkarması gerekir.
Bu sürecin kesinlikle zarara uğramaması, mutlaka doğru yönetilmesi gerekir.
Sonuç itibarıyla Sayın Mesud Barzani'nin gelişi moral olmuştur, destek olmuştur.
İnşallah bundan sonra bu tür yanlışlar tekrar edilmez.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish