Bu yazımda, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun Filistinlilere yönelik politikalarının uluslararası hukuk ve insan hakları açısından sorguluyorum.
Tarihsel örnekler, özellikle 20'nci yüzyılın başındaki İngiliz toplama kamplarıyla günümüz Filistin'de yaşananları karşılaştırarak, benzer acıların tekrar ettiğini gösteriyor.
Hatta an itibarıyla ateşkes ilan edilmesine rağmen, bazı bölgelerde hâlâ bombalamalar ve çatışmalar bildiriliyor.
Gazze nüfusunun büyük kısmı yerinden edilmiş durumda; yaklaşık 2,1 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Bunlar yıllarca süren şiddet eylemlerinin bir parçası olarak devam ediyor.
Netanyahu'nun geçmişteki sert söylemleri, mevcut askeri uygulamaları ve bu politikaların uluslararası kamuoyu tarafından nasıl ele alındığı irdelenmesi gereken ayrı bir konudur.
En dikkat çeken nokta ise, bu meselenin duygusal bir tepki değil, hukuki bir hesap sorma çağrısı olmasıdır.
Öyle ki; diktatör diye Irak ve Libya'yı bombalayan Batı güçleri, Afrika'daki Apartheid rejimine ve katliamlara karşı sessiz kaldılar.
İsrail'in soykırımına karşı ise halen üç maymunu oynuyorlar.
Demek ki, yasallık adaletle değil güçle ilgili bir kavramdır.
Zira, sivillerin kitlesel olarak hedef alındığı bir ortamda, liderlerin uluslararası hukuk önünde yargılanması gerekirdi.
Bu bağlamda, Filistin'in bazı ülkelerce tanınması da tarihsel bir dönüm noktasıdır.
Bir savaş suçlusu Netanyahu
Tarih insanoğluna sert bir ayna sunar.
Britanya kuvvetlerinin 125 yıl önce Boer kadın ve çocuklarını kalabalık kamplara topladığı, hastalık ve açlığın on binlerce can aldığı dönemin ardından, dünya şimdi rahatsız edici başka bir yankıyla karşı karşıyadır.
O zaman da, şimdi de, sivillerin büyük ölçekli acıları; kasıtlı askeri ve siyasi tercihlerin sonucuydu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bugün ise bu tercihlerin ve onlara eşlik eden söylemlerin sorgulanması, hesap sorulması ve en önemlisi, sivilleri hedef alan politikaları yöneten veya destekleyen liderlerin sorumlu tutulup tutulmaması gerektiği konusunda dürüst bir kamu tartışması yapılması gerekmektedir.
Bu tartışmanın odak noktası elbette Binyamin Netanyahu'dur.
2001 yılında kaydedilen ve son yıllarda yaygın olarak paylaşılan bir videoda, Netanyahu'nun Filistinlilere karşı sert bir yaklaşımı savunurken görüldüğü konuşmasıdır.
Korku ve panik yaratmak amacıyla yapılan sert saldırıları teşvik ettiği bu video, sivilleri etkileyen acımasız müdahaleleri normalleştiren bir zihniyetin delili olarak medya kuruluşlarında defalarca gündeme getirildi.
Türkçe ifadeyle, kötülüğün vücut bulmuş hali olan Netanyahu, dünyaya şunu gösterdi:
Arkasında büyük sermaye gücü olsa dahi, Siyonistler gerçek bir devlet haline dönüşemediler.
Zira adalet ve düzeni sağlanamayan güç, devlet olamıyor.
Elbette bu insanlık suçuna ortak olan başka isimler de var ve bu suç bir gün şiddetle kınanacaktır.
1986'da genç bir senatörken Joe Biden, açıkça şöyle demişti:
Eğer bir İsrail olmasaydı, ABD kendi çıkarlarını korumak için bir İsrail icat etmek zorunda kalırdı.
Bu düşünce, İsrail'e yönelik ciddi suçlamaların neden Washington'dan net ve etkili bir karşılık bulmakta zorlandığını açıklıyor.
Boer kamplarına yapılan benzetme sadece edebi bir süs değil; gücün denetimsiz kaldığında nasıl tekrar eden şiddet döngüleri yarattığını hatırlatır.
1901'de Emily Hobhouse'un kamplarla ilgili gözlemleri kamuoyunda büyük öfke ve soruşturmalara neden olmuştu; reformlar yapılmak zorunda kalınmış, ancak bu birçok kurban için çok geç olmuştu.
Bugün ise uydu görüntüleri, kurtulanların tanıklıkları, sağlık görevlilerinin raporları ve doğrulanmış videolar sayesinde benzer bir belge yığını oluşturuluyor.
Fark şu: Günümüzde uluslararası insancıl hukuk çok daha gelişmiş durumda ve bu hukuku uygulamakla görevli kurumlar var.
Eğer bu kurumlar etkili biçimde harekete geçmezse, bu yüzyılın en büyük ahlaki başarısızlıklarından biri olur.
Şüphesiz bir devlet adamına "savaş suçlusu" demek ciddi bir suçlamadır.
Fakat bu suçlama sadece öfkeye değil, kanıta ve hukuki sürece dayanıyorsa o devlet lideri tarihe kara bir leke olarak geçecektir.
Hakikaten üst düzey yetkililer sivilleri hedef alan "yık ve yak" taktiklerini açıkça desteklediğinde, bağımsız araştırmacılar sistematik saldırıları, gıda, su ve tıbbi yardıma erişimin kasıtlı biçimde engellenmesini belgelediğinde ve etkili müttefikler anlamlı çözümleri engellediğinde, kamuoyunun yalnızca hakkı değil, aynı zamanda görevi vardır: hesap sormak.
Bu yüzden bu yazının amacı da basit bir kınama değil; hukuk, delil ve kurumların devreye girmesini ve siyasi liderliğin suç sınırını nasıl aştığını belirlemesidir.
Tüm bunlara rağmen, bazı Batılı devletler yakın zamanda Filistin'i resmen tanıdılar ve uzun süredir inkâr edilen bir gerçek nihayet gün yüzüne çıktı.
Tarih bizlere bir şey öğretiyorsa, o da sessizlik ve suç ortaklığının, demokratik vicdanda derin lekeler bıraktığıdır.
Askeri güç, ahlaki güce karşı
İsrail, II. Dünya Savaşı'nın ardından Holokost'un travması üzerine kuruldu.
Yahudiler yüzyıllar boyunca Avrupa'da zulüm gördü ve Filistin toprakları onlara bir "sığınak" olarak sunuldu.
Ancak Osmanlı'dan koparılan bu topraklar boş değildi.
Filistinliler orada yaşıyordu.
Devletin kuruluşu, yüz binlerce Filistinlinin yerinden edilmesine (Nakba, 1948) neden oldu.
Dahası İsrail, askeri ve teknolojik olarak bölgesindeki en güçlü devlet haline geldi.
Ancak bu gücü her zaman baskı kurmak, işgal sürdürmek ve kendi güvenliğini mutlaklaştırmak için kullandı.
Filistin topraklarındaki işgal, yerleşim politikaları, Gazze ablukası gibi uygulamalar, İsrail'in uluslararası toplumda "saygın bir devlet" olarak anılmasını engelledi.
İsrail, 1990'larda Oslo Süreci gibi ciddi barış fırsatları yakaladı.
Fakat güvenlik kaygıları, siyasi iç çekişmeler ve radikal sağın yükselişi nedeniyle bu süreçler sabote edildi.
Bugün geldiğimiz noktada "iki devletli çözüm" neredeyse imkansız hale geldi.
2018'de çıkan "Yahudi Ulus Devlet Yasası", Arap vatandaşlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasına zemin hazırladı.
Bu da İsrail'in içeride de adil, eşitlikçi bir sistem kuramadığını gösteriyor.
Gerçekten de İsrail, ABD'den yıllık milyarlarca dolar yardım alıyor.
Savunma sanayii, tarım teknolojileri gibi alanlarda dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biridir.
Fakat ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, adaletli ve barışçıl olmayan bir devlet modeli, uluslararası takdir kazanamaz.
Başka bir deyişle zenginlik, meşruiyetin yerini tutmaz ki, tutamadı da...
Çünkü barış ve eşitlik yerine, ayrımcılık ve güç dengesi üzerinden bir sistem kurdu.
Zira kendi halkının güvenliğini, başka bir halkın özgürlüğü pahasına inşa etti.
Ve çünkü adalet olmadan istikrar olmaz ve bu da "gerçek bir devlet" olmanın temel koşuludur.
Kaynaklar:
1. Gençoğlu, 2024, H. Palestine in the Ottoman Archival Documents, South Africa.
2. Hobhouse, E. (1901). Report on the Concentration Camps in South Africa
3. Biden, J. (1986). ABD Senatosu konuşmaları
4. Uluslararası İnsancıl Hukuk Belgeleri (Cenevre Sözleşmeleri)
5. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Filistin Raporları
6. BM İnsani İşler Koordinasyon Ofisi (OCHA) – Gazze ve Batı Şeria Raporları
7. Medya arşivleri – Netanyahu'nun 2001 yılı videosu, https://youtu.be/KKRFGS_Woww?si=DRCEYUX4mEows5bZ
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish