("İslam'da nass mı öndedir, akıl mı? (1)" başlıklı yazının devamıdır.)
Denilebilir ki:
Zalim Sultanlara ve Afganistan gibi bölgelerdeki Taliban, DAİŞ, İŞİD, Boko Haram vs. gibi zulüm kadrolarına ve yine Körfez Krallıklarına ve onların işledikleri zulüm ve cinayetlere baktığımızda, dinin onlar üzerinde pek de etkisinin olmadığını müşahede etmekteyiz.
O gibi sözde Müslümanlar da "Birinci ve İkinci Dünya Savaşını" gerçekleştiren gayrimüslimlerin aynısını yapmaktalar.
Peki, insanlar bu zalimleri ve onların işledikleri bunca zulüm ve cinayetleri gördükten sonra, yine de kalkıp; "dine ihtiyaç duyulduğunu" iddia edebilir miyiz?
Buna karşı şu cevabı verebiliriz:
Tabi ki böyle bir itiraz gayet yerindedir.
Ben de böyle bir dini kabul etmiyorum ve bu gibi bir dinden kurtulmamız gerektiğine inanıyorum.
Şu an, Müslümanların algısındaki din, insanları kötülüğe teşvik etmek için harekete geçmiştir ve bu din, "iman" anlamındaki din değildir.
Oysaki Allah'ın talep ettiği din, Allah'a ve insani değerlere "iman"dır.
Fakat söz konusu bu din, "ideolojiye" dönüşmüştür.
Yani, insanın Allah ile ilişki kurmasından el çekmiştir.
İnsanı Allah hariç, O'nun dışındaki her şey ile ilişkiye sokmuştur.
Ayrıca, akla ve ilme de fırsat vermemektedir.
Aynen Marksizm gibi diktatör bir rejime dönüşmüştür.
Bu da tehlikedir ve Allah bize, böyle bir dinden kurtulmamızı emrediyor.
Çünkü bu din eskimiştir.
Her şeyin eskisi ve yenisi olduğu gibi dinde de öyledir.
Dindeki yenilik, insanın Allah'a olan inancının yenilenmesidir.
Protestan mistiklerden Rene Guenan ve Frithjof Sehuon şöyle derler:
İman, tıpkı bir nehre benzer. Nehir sürekli akar. Şayet akmaz ise bir müddet sonra ondaki su kokmaya başlar, sinekleri toplar vs.
Yani din için en büyük güzellik, onun sürekli akış halinde olup kendini yenilemesidir.
Böyle olur ise su, milyonlarca yıl o nehrin kanalında olsa yine de kokmaz.
Çünkü onun akışı ve kendini yenilemesi söz konusudur.
Allah'a iman da aynen nehir gibi olmalı ve sürekli kendini yenilemelidir.
Şayet insan imana ulaşır, fakat dinden yalnızca kabuğunu alır ise, kabuk don olması hasebiyle tehlikeli olur.
Zira donmuş olan bir şey taassup üretir.
Taassup da nasların dondurulmasından kaynaklanır.
Mutaassıplar, şöyle bir bahane uydurabilirler:
Örneğin derler ki, Kur'an bize, "İtaat ediniz Allah ve itaat ediniz Resule ve sizden olan emir sahiplerine de" (Nisa: 59) diye emrediyor.
Biz de bu ayetten yola çıkarak, "Yöneticiler zalim ve fasık da olsa" (yani Muaviye ve Yezit gibileri de bize Emîr olsa), ayetin emri gereği onlara itaat bize farz olur.
Şayet o Emîrler bize "Kabe'yi yakıp yıkınız" derse, ya da "İmam Hüseyin'i öldürünüz" diye emretse biz, hiç çekinmeden onların o emirlerini yerine getiririz.
Çünkü, bunu bize emreden gerçekte Kur'an'dır."
İşte bu, şeytani bir dindir. Yani şeytan, dinde var olan her şeyin fotokopisini almıştır.
Allah, din, namaz, oruç, hac vs. gibi her şeyden bir nüsha elde etmiş ve onu, o türden terörist ve zalim insanların eline vermiştir.
Çünkü o terör tayfası da oruç tutup namaz kılıyor ve Kur'an'ı hıfzediyorlar.
Fakat okudukları Kur'an, Muhammedî değil, Şeytani Kur'andır.
Daha açıkçası şu anda elimizde iki tür din vardır:
Bunlardan birisi, ariflerin ifade ettikleri insanları harekete geçiren "sevgi dini"dir.
Yani arifler açısından din "sevgidir."
Sevgi ise sürekli hareketlendiricidir.
Bu tür bir dinde, asla taassup diye bir şey yoktur.
Çünkü sevgi sahibi, tüm insanları seviyordur.
Yunus Emre'nin dediği gibi, "yaratılanı severim Yaratandan ötürü" felsefesiyle hareket edendir.
Onun için, yalnızca insanlar değil, hayvan ve tabiattaki her şey sevilmelidir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Kısacası, arif bir insan, diğerlerinin din, mezhep, renk, kültür, ırk ve bunun gibi durumlarına bakmadan her kesi sever.
Hıristiyanlık, Yahudilik, Şiilik, Sünnilik, Araplık, Acemlik, dindarlık, dinsizlik vs. gibi vasıflarına bakmaksızın onların tümüne muhabbet besler.
İşte iman budur ve bu iman, aynen bir ırmak gibidir.
Fakat Şeytan gelmiş dinden bir fotokopi almış ve insanlara "işte sizin dininiz budur" demiştir.
Nitekim Samiri de İsrailoğullarına altından bir buzağı yaptıktan sonra onlara: "İşte sizin ve Musa'nın Allah'ı budur." (Taha: 88) demişti.
Taliban, DAİŞ vs. gibi terörist kesimin ellerindeki Kur'an da Nebi Muhammed'in getirdiği Kur'an değil, "Buzağı Kur'anıdır."
Şeytan Kur'an'dan bir nüsha almış ve insanlara "sizin de Muhammed'in de Kur'anı budur" demiştir.
İşte benim akılcılığı ısrarla savunmadaki kastım bundandır.
Yani, şeytanın dini ve Kur'anı ile Rahmanın dini ve Kur'anını birbirinden ayrıştırmak içindir.
Şeytani Kur'an, muhalifi öldürmeyi, cami ve Hüseyniyeleri gümletmeyi emreder.
Gerçekte bu, Şeytani dindir.
Yani Allah, bu gibi işleri yapmayı emretmez.
Bunları emreden Şeytandır. Kur'an'da da diyor ya:
Ey iman edenler… Şeytan aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister…. (Maide: 90-91)
Fakat ilahi din, sevgi dinidir.
O sevgi hem Allah'a hem de mahlukata dair olmalıdır.
Nitekim İsa Mesih'e; "kendi dinini bize tarif et" dediklerinde, o da: "Allah'ı, komşularını, akrabalarını ve insanları tüm kalbinle seveceksin. İşte benim dinim budur" demiştir.
Fakat şeytanî din (insanların uydurdukları din) şöyle der:
Kur'an'da yer alan Allah'ın tüm emirleri kıyamete kadar geçerlidir.
İşte Şeytanın dini budur.
Fakat Kur'an'ın kendisine baktığınızda şöyle söyler:
Kimi hükümler, dönemseldir ve önceki dönemle sınırlıdır.
Bunun böyle olduğunu, Kur'an'daki "nasih" ve "mensuh" ayetlerin bulunduğundan anlıyoruz.
Örneğin Müslümanlar henüz Mekke'de iken Kur'an'da geçen kafir ve müşrikler ile ilgili hükümlerden bazıları şunlardır:
Sizin dininiz size, benimki de bana. (Kafirun: 6)
Artık sen emrolunduğunu açıkla ve müşriklerden yüz çevir. (Hicr: 94)
Fakat Nebi Medine'ye geldikten sonra müşriklerle ilgili şu hükümler yer aldı:
Onları (müşrikleri) nerede yakalarsanız öldürün… (Bakara: 191)
İşte şartlara ve yörelere göre gönderilen bu hükümlerden anlıyoruz ki Kur'an; lokal olan (bölgesel) hükümler ile genel hükümleri birbirinden ayırmayı bize vacip kılıyordur.
Örneğin, cariye konusu şu anda haramdır.
Ahlaken ve vicdanen de öyledir.
Fakat bu konu, o dönemin örfünde makbuldü.
Çünkü o dönemde tüm dünyada köle ve cariyenin varlığı söz konusuydu.
Kur'an'da şöyle bir ayet de vardır:
Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir. (Zümer: 18)
Kur'an bunu, müminlerin sıfatı olarak beyan ediyor.
Yani mümin olanlar, sözü dinler ve sonra da onun en güzeline uyarlar.
Şimdi bakıyor ve görüyoruz ki dünyada yürürlükte olan "insan hakları", mevcut şeriat kanunlarından daha iyidir.
Dolaysıyla Kur'an'ın emri gereği, onun hükümlerini terk edip, şu andaki insan haklarına sarılmamız gerekir.
Çünkü ayet öyle diyor. Bu, Kur'an'ın emridir.
Fakat genelde Sünni ve Şii fakihler Kur'an'ın bu emri karşısında şöyle bir kaide çıkardılar, "Muhammed'in helal ettikleri kıyamete kadar helaldir, haram ettikleri de kıyamete kadar haramdır."
Oysaki böyle bir söz ne Kur'an'da mevcuttur ve ne de Sünnette.
İşte kimi din alimleri bu şeytani kaideyi çıkardılar ki mağazaları kapalı kalmasın.
Çünkü şayet şeriat sona ermiş olur ise, o türden din adamlarının elindeki dükkân kapalı kalacaktır, ayrıca insanlara da hâkimiyet kuramayacaklardır.
Dolayısıyla, maalesef onların da birtakım fikirleri vardır ama şuurları yoktur.
Kur'an diyor ki: "Bende yöresel hükümler de daimî ve küresel hükümler de vardır."
Örneğin Kur'an'da geçen; "Dinde zorlama yoktur" (Bakara: 256)
Ya da; "Allah adil olmayı ve iyilikler yapmayı emreder." (Nahl: 90) hükümleri, kıyamete kadar geçerli olan daimî ve küresel hükümlerdir.
Dolaysıyla bizlerin mahalli hükümler ile genel hükümleri birbirlerinden ayrıştırmamız lazım.
Yani, genel hükümler daimidirler ve onların iptali mümkün değildir.
Ama mahalli hükümler, dönemle irtibatlı hükümler oldukları için, onların her dönemde geçerliliği söz konusu değildir.
Örneğin Nebinin eşleri ile ilgili hükümler, o dönemle ilgili hükümlerdir.
Ya da Mekke'den Medine'ye hicret ile ilgili hükümler, o döneme ait hükümlerdirler.
Yani "hicret" ile ilgili Kur'an'da on tane hüküm vardır.
Mekke fethedilince nebinin kendisi bizzat "bugünden itibaren artık hicret yoktur" diye söyledi.
Dolayısıyla, o günden itibaren hicretin vacip olduğuna işaret eden on ayetin hükmü iptal edildi.
Buralardan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'ın kendisi bize, "Kur'an'da olan her hükmün kıyamete kadar geçerli olmadığını" söylüyor.
Burada şöyle bir soru da akla gelebilir:
Acaba din, ilim ve felsefe arasında ilişki var mıdır?
Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür:
İslam'ın ilk gelişinde ilim, bütünüyle dinin şemsiyesi altındaydı. Nitekim Yunan felsefesinde de tüm ilimler felsefenin/aklın şemsiyesi altında toplanmıştı.
Yani nübüvvetin ilk başlarında tüm ilimler vahiyden alınıyordu.
Zira, o dönemdeki anlayışa göre akıl zayıftı ve deneysel bilim de bulunmuyordu.
Daha sonraları ilim ve felsefe evrim geçirdi ve alanları çoğaldı.
Şu anda ise ilim, bütünüyle bağımsızlaştı.
Yani şu anda ilim, deneysel bilime has kılındı.
Felsefe de akli ilimlere has oldu.
Din ve vahiy ise, Allah ile insan arasındaki irtibata tahsis kılındı.
Çünkü dinden başkasının (yani akıl ve bilimin) insanı Allah ile irtibatlandırması mümkün gözükmüyor.
Yalnızca din bunu yapıyor.
Dolayısıyla din, ilim ve felsefe gibi bu üç değer, eşit seviyede tutulmalıdır.
Yani, bunlardan herhangi birisi ne ötekisinin önündedir ne de ötekisini iptal edecek seviyededir.
Yani insanın bunların üçüne de ihtiyacı vardır.
Bunlar, dikey değil, yatay şekilde değerlendirilmelidirler.
Fakat kimi dönemlerde din ilme isyan etmiştir, şimdilerde de ilim dine isyan etmektedir.
İşte sorun bu isyandadır.
Şunu da izah edelim ki sorun, din, akıl veya ilmin aslında değildir.
Bunların üçü de üç nehir misalidir.
Yani bunlar, örneğin Nil, Fırat ve Dicle nehri gibidirler.
Bu üç nehrin her biri, birbirinden bağımsız olarak akıp durmaktalar.
Ve yine bunların her üçü de hayat için gerekli şeylerdir.
Fakat Avrupa'daki aydınlanma döneminde ilim, Kilisenin dinine karşı isyan etmiş ve din adamları ateşe atılıp yakılmışlardır.
Açıkçası Avrupa toplulukları, Hurafe yanlısı din adamlarını ve ilime karşı olanları tümüyle yok etmiştir.
Çünkü o türden din adamları, her şeyin Kilise' den alınması gerektiğini söylerlerdi.
Nitekim aynı şeyi şu andaki İslam din adamları da söylemekteler.
Yani her şeyin Kur'an ve Sünnetten alınması gerektiğini öne sürmekteler.
İşte bu, dinin ilme ve akla karşı yaptığı bir isyandır.
Yunanlılar döneminde ise akıl/felsefe dine isyan etmiş ve her şeyin akıldan alınması gerektiğini öne sürmüştür.
Son dönemlerde ilim felsefeden ayrıldı ve "felsefî ilimler" var edildi.
Aristo'ya bakıldığında o, fizik, kimya, biyoloji, astronomi, yer bilimleri vs. gibi ilimlere, "doğa ilimleri" der.
Sonraları ise ilim dine karşı isyan etti.
Batılı insanlar, 18'inci asırdan günümüze kadar olan zaman dilimine "aydınlanma çağı" derler.
Yani nasıl ki İslamcılar "tek kurtuluş İslam'dır" derlerse, o asırdaki Avrupalı insanlar da "tek kurtuluş ilimdir" derlerdi.
Daha sonraları, yani bir ve ikinci cihan harbinden sonra anlaşıldı ki, tek başına "ilim" kurtuluş yolu değildir.
Çünkü ilim insana atom bombasını yapıp veriyor, onunla Hiroşima'yı ya da Nagazaki'yi yok ettiriyor ve insanların kökünü kurutuyor.
İşte dinsiz ve ahlaksız ilim budur.
Yani böyle bir bilim, nükleer silahı size öğretip yer yüzünü yok ettirebiliyor.
Dolayısıyla, yukarıda da işaret ettiğimiz din, ilim ve felsefe gibi o üç şeyi, eşit bir şekilde değerlendirmekten ve onlardan istifade etmekten başka bir çaremiz yoktur.
Onlardan birini diğerinin üzerine çıkarmamalıyız.
Laikler sürekli şöyle derler:
Bizim dine ihtiyacımız yoktur. Tek başına bize ilim yeterlidir" vs.
Onlara şunu demek lazım:
Şayet tek başına bilim yeterli olsaydı, gözümüzün önünde olan Avrupa böyle bir iddia ile ortaya çıkmıştı, fakat görüyoruz ki büyük bir ekonomik, ahlaksal ve ailesel çöküntü içerisine girmişlerdir. Yani Avrupa insanları yalnızca maddeye değer verip saygı gösterirler, maneviyata değil. Örneğin yalnızca maddi gücü bulunan milyonerlere saygın davranırlar, maddiyatı olmayan ilim, ahlak, maneviyat vs. ye sahip olanlara değil.
İşte bu durum insanlığın asimilesidir.
Hatta Fransız filozof Michel Foucault son eserinde şöyle der:
İnsan ölmüştür.
Bundan önce de Nietzsche de "Allah'ın öldüğünden" haber vermişti.
Bu da insanın öldüğünden haber veriyor.
Yani Michel Foucault diyor ki:
Şayet Allah ölmüş ise, insan da ölmüştür.
Kısacası Avrupa'da insanın değeri, biriktirdiği maddiyatı ile ölçülür.
Şayet maddiyatınız varsa değeriniz de vardır, şayet yoksa, değeriniz de yoktur.
İşte batıdaki düşünce budur ve bu, büyük bir tehlikedir.
Bilim ile bilimselliğin (Scientism) farkı
"Bilim" ile "bilimsellik", aynen "insan" ile "insanlık" gibidir.
İnsanlık (Hümanizm) bir ekoldür.
Fransız Kant'ın dediği gibi "Hümanizm", dinden/kiliseden bedeldir (onun yerine geçen bir düşünce sistemidir.)
Yani Kant insanların dine muhtaç olduklarını anlamış ve bundan dolayı demiş ki, gelin biz de dinin yerini alacak bir düşünce sistemi kuralım.
Böylece "insan haklarını" koruyan "Hümanizmi" kurmuş ve bunu, dinin yerini alacak bir düşünce sistemi olarak icat etmiştir.
Fakat "bilim" din gibi değildir.
Ondan dünyadaki Müslüman, gayrimüslim, laik, ateist, deist ve diğer tüm insanlar istifade etmekteler.
Yani bilim, herkese ve kesime hizmet eder.
Fakat "bilimsellik", dinin zıddına bir ekoldür.
Daha açıkçası "bilim", dinin zıddına olan bir şey değildir.
Fakat "bilimsellik" dinin zıddınadır.
Bundan dolayı da bilimsellik; "bizim dine, Allah'a ve metafizik şeylere ihtiyacımız yoktur" iddiasında bulunmuştur.
Kısaca söylemek gerekirse bilimsellik şöyle der;
İnsanoğlu her şeyi yapabilir ve insan hakları gibi toplumsal kanunları da yaratabilir ve...
Hasılı bilimsellik, sürekli insan merkezli düşünür ve onun merkezliğini ele alır.
Arifler de der ki evet, insanın merkezde olması doğrudur, onu merkeze koyalım ama, "insanın değerli oluşunun, Allah'ın onun kalbinde yer almasından ve onda hazır olmasından ötürü olduğunu da unutmayalım."
Hasılı arifler göre ne Allah insandan bağımsız olarak merkeze alınmalı ve ne de insan Allah'tan bağımsız olarak merkeze yerleştirilmelidir.
Diğer bir deyişle, bilimsel düşünceden yana olanlar insanı, Allahtan bağımsız olarak merkeze koyarlar.
Dinciler de Allah'ı insandan bağımsız olarak merkeze yerleştirirler. Oysaki bunun ikisi de hatadır.
Doğru olanı ise şudur:
Evet, insan merkeze konulmalı ama, Allah'ın onun kalbinde varlığı ile konulmalıdır.
Yani "kutsallık" tek başına Allah'a ait değildir.
İnsan da tek başına kutsal değildir.
Fakat Hümanist ekole mensup olanlarca elbette ki insan kutsaldır.
Ama bizce kutsal insan, kalbinde Allah'ın varlığını taşıyan insandır.
Yani insan Allah'ın tecellisidir.
Çünkü Allah'ın en fazla tecelli ettiği yer insandır.
Hülasa insan, kendi varlığı ile Allah'ın en önemli ve yüce tecellisidir.
İşte merkez burasıdır. Tek başına insan değildir.
Çünkü tek başına bağımsız insan, hayvandır.
Kısacası insan kemale erdikçe, Allah'ın nuru onun kalbine doğacak bir dereceye ulaşır.
İşte ölçü olan insan, böyle bir insandır.
Yani insan, Allah'ın kutsiyeti dolayısıyla mukaddes bir varlıktır, onun Allah'tan bağımsız olarak herhangi bir kutsiyeti yoktur.
"Bilimi" özet bir şekilde izah ettikten sonra, şimdi de "bilimselliği" kısaca izah etmeye çalışacağız.
'Bilimsellik; 'bilimsel yöntemin' her türlü bilgi edinmede tek geçerli yol olduğunu savunan bir ekoldür.
Bu anlayışa göre, bilimsel olmayan örneğin felsefe, din, sanat vs. gibi bilgi türleri geçerli olmayıp, tümüyle reddedilmelidir.
Yani "bilim", bilgi edinme ve araştırma sürecini ifade ederken "bilimsellik", sadece bilimsel yöntemin geçerli olduğu fikrini savunan bir felsefi ekoldür.
"Bilim" ve "bilimsellik" aynen "laiklik" ve "laisizm" kavramları gibidir.
Bilindiği üzere "laiklik"; devletin din karşısında tarafsız olmasını ve dinî kurallar yerine hukukî ve aklî prensiplere dayanmasını ifade eden bir ilkedir.
Yani "laik devlet" tüm inançlara eşit mesafede durur ve bireyin dini özgürlüklerini korur.
"Laisizm" ise; "laik"liğin daha katı bir versiyonudur.
Devletin sadece din karşısında tarafsız olmasını değil, aynı zamanda dini kamu alandan bütünüyle çıkarması gerektiğini savunur.
Fransa'daki laiklik anlayışı, genellikle "laisizm" olarak tanımlanır.
Yani laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılmasını savunurken, laisizm, daha radikal bir şekilde dinin kamusal alandaki etkisini tamamen ortadan kaldırmayı amaçlar.
Denilebilir ki:
Allah'ın hükümlerini nereden alabiliriz;
Kur'an ve sünnetten mi, yoksa fakihlerden ya da başka bir şeyden mi?
Bu konun cevabına geçmeden önce şunu açıklamam gerek:
Biz, her zaman fakih, arif ve alimler arasındaki farkı izah etmeğe çalışırız.
Yani, biz Müslümanlar içerisinde din hususunda sürekli faaliyet içerisinde bulunan 3 kesim vardır.
Bunları birbirlerinden ayrıştırmadan konuyu vuzuha kavuşturmamız zor olur.
İslam alimleri, bilgilerine kaynak olarak Kur'an ve Sünneti tercih ederler.
İtikat ve füruların deliline ölçü olarak da Kur'an'ın mucize oluşunu kabullenirler.
Yani Kur'an'ın Allah'tan olduğunu söylerler.
Çünkü derler ki:
Kur'an, mucizedir.
Hıristiyanlar da İsa Mesih'in mucizeler ile geldiğini söyler ve bu mucizeleri, onun Allah'ın oğlu olduğuna delil gösterirler.
Yani Hıristiyanlara "Mesih'in Allah'ın oğlu olduğuna deliliniz nedir?" diye sorduğunuzda, "mucizelerdir." derler.
Aynı şekilde Müslüman fakihlere de "Muhammed'in Allah elçisi olduğuna dair deliliniz nedir?" diye sorduğunuzda, onlar da "Kur'an'ın mucize olduğunu ve onu Muhammed'in getirdiğini" söylerler.
Demek ki "mucize" dinlerin birinci dereceden delilleridir.
Şayet Kur'an mucize olmasaydı, onun vahyin kaynağı olması mümkün değildi ve yalnızca normal bir kitap olarak kabul edilirdi o kadar.
Arifler açısından ise Nebi Muhammed'in ilahi elçi olduğunun delili; "normal Müslümanların insan haricinde olduğunu tasavvur ettikleri Allah'ın, insana Cebrail vasıtasıyla gönderdiği Kur'an mucizesi değildir."
Yani nebinin haricinde yukarılarda olan Allah'ın indirdiği kitap değildir.
Arifler açısından Allah, insanın dahilindedir.
Çünkü ariflere göre "müminin kalbi, Rahmanın arşıdır."
Onlar açısından ölçü, "kalbi şuhut"tur.
Yani, Allah'ın mümin bir kulun kalbinde bulunmasıdır.
Diğer bir ifadeyle ariflere göre Kur'an, vicdandan alınmıştır.
Vicdan ise insanın, Allah ile irtibatıdır.
Daha açıkçası; Allah ile insan arasındaki irtibat vesilesi "vicdandır."
Nitekim Kur'an da buna işaretle şöyle der:
Ona ruhumdan üflediğim zaman. (Hicr: 29)
İşte bu "ilahi ruh" bütün insanlarda vardır ve dinin hak oluşu hususundaki asıl ölçü de budur.
Bunu da insan, kalbindeki ruhtan almaktadır.
Böylece diyebiliriz ki ariflerin, nebi Muhammed'in elçi olduğuna dair getirdikleri delilleri, "canlı delildir."
Fakihlerin delili gibi 1400 küsür yıl önceden nazil olan ve ahkamdan ibaret cansız bir kitap değildir.
1400 küsü yıl önceki ilah, ölü bir ilahtır ve ahkamı üzere donmuştur.
İşte bu, hakiki Allah değildir.
Hakiki Allah, sürekli "hay/diri" ve canlı olan Allah'tır.
Böyle bir Allah tüm müminlerin ve insanların kalbinde olan Allah'tır.
Nitekim Kur'an bütün insanları tarif ederken şöyle der;
Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki. (Şems: 8-9)
Kur'an, bu ayette insanlığın nefsinden söz ediyor.
Bahsettiği bu insan Hıristiyan, dindar, dinsiz ve her kesimden olabilir.
Ayet yalnızca müminin nefsinden bahsetmiyor.
Çünkü bütün nefisleri var eden Allah'tır. Sonunda da ona hayır ve şerri ilham ediyor.
İşte arifler; "Bizim güvendiğimiz Allah budur" diyor.
Yani onlar der ki biz, bizim ve sizinle sürekli konuşan Allah'a itimat ederiz, bundan 1400 küsür yıl önce Muhammed ile konuşan Allah'a değil.
O Allah'ın artık yetkisi sona ermiştir, etkisini yitirmiştir ve miadı dolmuştur.
Allah'ın sürekli insan ile konuştuğuna dair başka bir delil de Kur'an'ın söylediği şu sözdür:
Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki. (Şems: 8-9)
Yani Allah her nefse ilham ediyor ve her kes ile konuşuyordur.
İyi dikkat edilirse Allah "nefse" diyor, nebiye ya da mümine demiyor.
Dolayısıyla her keste bir "nefis/can" olduğuna göre, demek ki her can/insan ile konuşuyordur.
Bunun dışındaki bir ayette de şöyle diyor:
Onun (Buzağının) kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? (A'raf:148)
Yani İsrailoğulları o altın buzağının onlarla konuşmadığını görmüyorlar mı?
Ayet, şunu demek istiyor:
Hay/canlı Allah, insan ile konuşur.
Buna, fıkıh dilinde "mefhumü'l- Mülazeme" derler.
(Bu terim, İslam fıkıh usulünde kullanılan bir terimdir ve "bir kavramın zorunlu olarak başka bir kavramı gerektirmesi" anlamına gelir. Yani bir şeyin varlığı veya doğruluğu, başka bir şeyin varlığını veya doğruluğunu zorunlu kılıyorsa, bu ilişkiye "mülazeme" denir.)
Örneğin, ateşin olması dumanın varlığını gerektirir ya da güneşin doğması, gündüzün oluşmasını gerekli kılar.
Burada duman, ateşin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Ya da aydınlık, güneşin zorunlu bir sonucu olarak gündüzü var eder.
Fıkıh usulünde bu tür ilişkiler, hükümlerin çıkarılmasında önemli bir rol oynar.
Biz bu ayette, Allah'ın İsrailoğullarını kınamasından ve Buzağının onlar ile konuşmadığından anlıyoruz ki hay Allah, insan ile konuşan Allah'tır ve O, sürekli insanlarla konuşur.
Aynı itirazı İbrahim nebi de put hanedeki putlara yapmış ve onlara; "Neyiniz var sizin niçin konuşmuyorsunuz?" (Saffat: 92) demiştir.
Bu ayetlerden ve başkalarından anlaşılıyor ki Allah, ilahlığı gereği insanlar ile konuşmalıdır.
Kur'an'ın haber verdiği "Allah'ın İsrailoğulları ile konuşması hadisesi", Tevrat'ın nüzulünden öncedir.
İslam alimleri, "Allah biz Müslümanlar ile Kur'an üzerinden konuşur" derler.
Hayır, bu söz doğru değildir.
Allah, dünyadaki tüm insanlar ile konuşur.
Hatta İsrailoğulları ile de Allah konuşmuştur.
Birisi, gelip de aynen İbrahim nebi gibi bizim fakihlere şöyle diyebilir:
Sizin ilahınız da insanlarla konuşmuyor.
Yani, sizin ilahınız yalnızca bundan 1400 küsür yıl önce nebi Muhammed ile konuşmuş ve ondan sonra da konuşmaya son vermiştir. Şu anda da zaten konuşmuyordur.
Arifler ise şunu söylerler:
Bizim inandığımız ilah, şu anda bile her kes ile konuşuyordur.
Bu düşünce, ariflerin şeyhi Muhyiddin Arabi'nin görüşüdür.
O der ki:
Vahiy, süreklidir.
Sona eren vahiy ise, teşrii vahiydir.
Yani nebi Muhammed'in şeriatı sona ermiştir, fakat insan için ilahi hidayet olan vahiy, kıyamete kadar devam etmektedir ve tüm insanlar içindir.
İşte arifler ile fakihlerin farkı budur.
Şöyle denilebilir:
Siz dediniz ki Kur'an'daki hükümler değişkendir, Allah da tüm insanlara ilhamda bulunur. Böyle bir durumda peki bizler namaz, zekât vs. gibi şeylerin ölçüsünü İlham üzerinden Allah'tan mı alacağız, yoksa Kur'an ve Sünnetten mi? Din adına hangisinden alacağız?
Bu sorunun cevabını bulabilmemiz için, külli ile cüzün, bütün ile parçanın ve genel ile özelin ayrıştırmasını yapmamız lazım.
"Namaz" gibi ibadetler, kıyamete kadar vardır.
Çünkü insanın ibadete ihtiyacı söz konusudur.
Ayrıca bu türden ibadetler, zaman ve mekân ile de ilişkili değildir.
Zira Allah, milyarlarca yıl önceden kıyamete kadar hep aynı Allah'tır.
İnsan da aynı insandır.
Dolayısıyla insanın Allah ile olan kulluk ilişkisi, zaman ve mekân farklılığından dolayı etkilenmez.
Aynen öyle kültürlerin farklılığıyla da değişmez.
Allah ile kulun kulluk ilişkisi, aynen baba ile evladın ilişkisi gibidir.
Yani baba ile evladın bu ilişkisi, Adem'den kıyamete kadar aynı şekildeki ilişkidir ve asla değişmez.
Evlat sürekli babaya karşı saygılı olur.
Tüm kültürlerde de bu böyledir.
Yani hiçbir şey buna müdahil değildir.
Fakat örneğin "zekât" gibi mali ibadetler, hayır kurum ve kuruluşları vasıtasıyla da toplanıp dağıtılabilir.
Yani, bir insan bu türden bir hayır kurum ve kuruluşuna katılıp, yanındaki hayra ayırdığı malını, onların vasıtasıyla Afrika ya da başka bir bölgeye verebilir.
Nitekim Batı'da da bu türden birçok hayır ve hayrat kuruluşları vardır.
Onlar, elde ettikleri hayratları Afrika ve Asya'nın kimi yoksul bölgelerine ulaştırmaktalar.
İşte bu gibi zekatlar, değişiklik arz edebilir.
Zekâtın aslı; "insanın sevdiği şeyden başkalarını da yararlandırmayı sevmesi" duygusudur.
Ahlak açısından da asıl olan budur.
Fakat zekâtın miktarı, bir dönemler örneğin insanların elinde var olan mal deve idiyse deveden, deve yoktuysa, elde olandan vermektir.
Hasılı zekât ya da ibadet, öz itibariyle asla değişmez, değişmiş olan onların mısdaklarıdır.
Diğer bir ifadeyle; ibadet ve zekâtın "mefhumları" asla değişmez, ama "mısdakları" değişir.
Kimi fakihlerin hatası da buradan kaynaklanıyor.
Yani onlar, "mefhum" ile "mısdağı" birbirinden ayrıştırmaları gerekir.
Diyorlar ki "mefhum, örneğin zekât" sabittir, o halde onun mısdağı da sabit olmalıdır.
Evet, mefhum sabittir. Yani zekât, "fakir ile zenginin eşitliğidir."
Ama, zekâtın mısdağı (somut örneği/karşılığı) değişkendir.
"İbadet ve zekâtın ölçüsünü nereden alacağız" sorusunun cevabına gelince; benim insanlara sözüm hep şu olmuştur:
Ölçü olarak alacağınız her şeyde, vicdan ve konuşan Kur'an'a dönünüz. Şu anda elde bulunan Kur'an, 'samit/sessiz' Kur'andır. Kur'an canlı olmadığı ve konuşma imkânı bulmadığı için, her kes arzu ettiği düşüncesini Kur'an'a söyletebiliyor. Nitekim İslam tarihinde ve günümüzde bunun hayli örnekleri vardır.
İmam Ali der ki:
Ben konuşan Kur'an'ım.
Şiiler imam Ali'nin bu sözünü tam anlamış olmayacaklar ki bir tek konuşan Kur'an'ın o olduğunu söylerler.
Oysaki tüm müminler "konuşan Kur'an'dırlar."
Çünkü imam Ali "fakat/yalnızca ben konuşan Kur'an'ım" demiyor.
İmam, güçlü bir mümin olduğu için bunu söylemiştir.
Yani Allah'ın nuru sürekli imam Ali'nin kalbinde mevcuttu.
Bundan dolayı tüm insanlara diyorum ki, "vicdanınıza dönünüz."
Allah ile insan arasındaki tek irtibat, vicdan üzerinden kurulmaktadır.
Vicdan, Allah'ın insandaki nurudur.
"Vicdanınıza dönünüz" sözünü söylemedeki asıl kastım da şudur:
Dine dönüş, bir başarısızlıktır. Çünkü, artık 'din' teröristlik oldu. DAİŞ ve Talibanlaştı.
Böylece de işler tümüyle karıştı. Şeytan, insanlar için işleri altından çıkılamayacak bir hale getirdi.
İnsanların ellerinde sabit bir ölçü kalmadı. Artık her kes şaşı olmuştur.
Kimisi Selefilik haktır diyor, kimisi Şiilik ve kimisi de Sünnilik.
Böylece işler, altından çıkılamayacak bir derecede karışıklık içine düştü.
Fakat vicdan öyle değildir.
Herkesteki vicdan kendini koruyabildi ve artık her kesin o bozulmamış vicdanı kendisine; "zulmetme", "tecavüzde bulunma" gibi sözleri telkin edebiliyor ve sahibini "hayra" emredip "şer"den de sakındırabiliyor.
Her insanın bozulmamış vicdanı böyledir ve bundan dolayıdır ki birtakım insanlar, hala dahi salim kalabilmişlerdir.
Ben de bundan dolayı insanlara; "vicdanınıza dönünüz" diyorum.
Benim en fazla önemsediğim husus, vicdanları ihya etmektir.
Yani dini canlandırma yerine vicdanları canlandırmaktır.
Şu anda "din", mezhepçilik, taassup, düşmanlık, hakaret etme ve bunun gibi şeylerin vesilesi olmuştur.
Bundan dolayı insanların uyarladıkları böyle bir dinin lağvedilmesi gerekir.
Fakat "vicdan" dinin kalbidir.
Tüm dinler neredeyse vicdan halini almıştır.
Hristiyanlık da vicdana dönük bir dindir.
Biz de Müslümanların algısındaki dinin böyle olmasını söylüyoruz.
Biz, hiç kimseye dinini ya da mezhebini değiştir demiyoruz.
Hiçbir Hristiyan'ın Müslüman, Müslümanın Hıristiyan ya da hiçbir Şii'nin Sünni ve Sünni'nin de Şii olmasını istemiyoruz.
Hayır. Herkes kendi inancı üzerinde kalmalıdır.
Ama vicdanlı Hristiyan, vicdanlı Müslüman, vicdanlı Sünni ve vicdanlı Şii olmalıdır.
Yani ilahi talimleri vicdanından almalıdır.
İşte Allah'a en yakın ve en güvenilir yol budur.
Kısacası, yapılan bunca farklı tefsirlerle ve oluşan bunca mezheplerle artık, Kur'an insanı Allah'a götüren güvenilir bir yol olmaktan çıkmıştır.
Çünkü Kur'an ile ilgili birçok birbirleriyle çelişen tefsirler vardır.
Bunca tefsirlerden hangisi Kur'an ile uyum içerisindedir ki Kur'an da insanı Allah'a ulaştırmış olsun?
Ayrıca, insanlığın baş belası teröristler de Kur'an diyor.
Müşebbehe ve mücesseme ekolüne mensup olanlar da Allah diyor.
Tüm mezhepler de kendi mezheplerinin hak olduğuna dair Kur'an'dan delil getiriyor.
Hatta Şiilerin şu anda Ehl-i Beyt demeleri de boş şeydir.
Ve bununla ilgili de Kur'an'dan deliller getiriyorlar.
Oysaki Ehl-i Beyt şimdi ortada yoktur ve bin yıl önceden sona ermiştir.
Ehl-i Beyt'in bulunmadığı şu anda onların adıyla hem Kur'an hem de akıl ile çelişen ve birbiriyle tezat arz eden birçok karışık rivayetleri getirip bizim önümüze koyuyorlar.
Bundan dolayı da artık Ehl-i Beyt mektebine bağlılık da mümkün olmuyor.
Ama tek çaremiz vicdanı yeniden ihya etmek ve onunla hidayeti bulmak gerekir.
Özetlersek; vicdan "ilahi nurdur" ve bu ilahi nur insanları hidayet ediyor ve işleri yoluna koyuyor.
Nitekim ayette de şöyle geçer:
Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene... (Şems: 8-9)
Tek cümleyle söylemeli olur isek;
Dini ihya etmenin yolu, vicdanı ihya etmekten geçer.
(Devam edecektir.)
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish