Medeniyet mi barbarlıktan çıkar, yoksa barbarlık mı medeniyetten? Batı uygarlığının aydınlanma ideallerinden insanat bahçelerine uzanan hırslı yolculuğu

Dr. Batuhan Yıldız Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Wikipedia

Ana akım tarihçiler, "medeniyet" ve "medenileşme" kavramlarını çoğu kez toplumların karanlıktan aydınlığa yönelişini mümkün kılan bir "meşale" metaforu üzerinden kurgulamıştır.

Bu sembolik meşalenin yılmaz taşıyıcılığı görevi ise yine bazı vakanüvisler ve çeşitli kanaat önderleri tarafından "üstün" Batı uygarlığına tahsis edilmiştir.

Oysa yakın tarihin de bizlere acı bir şekilde gösterdiği üzere "medeniyet ışığının" en çok parladığı yerler, geride bırakılan figüratif gölgenin aynı ölçüde karardığı ve mevzubahis meşalenin "her daim" yanabilmesi için en çok kanın akıtıldığı coğrafyalar olmuştur.

Bir diğer ifadeyle Batı, kendi medeniyetini kendinden olmayanların sefaleti üzerine bina etmiş ve zapturapt altına aldığı coğrafyaların tarihsiz halklarını ya köleleştirerek ya da insanat bahçelerinde sergileyerek kendi "çapınca" aşağılamaya çalışmıştır.

"Egzotik" dünya halklarının freak show adı verilen sözde "ucube gösterilerinde" teşhir edilmesinden; Ota Benga adlı bir pigmenin, Bronx Hayvanat Bahçesi'nde orangutanlarla birlikte "insana en yakın ara geçiş formu" olarak tanımlanarak kafese kapatılmasına ve çektiği acılara katlanamayarak kendi yaşamına son vermesine kadar uzanan bu "karanlık" tarih, "medeniyet" maskesinin ardındaki "The West and the Rest" (önce biz/Batılılar sonra onlar) isimli "paradigmatik barbarlığı" çeşitli şekillerde gün yüzüne çıkarmıştır.

İşte tam da bu noktada, bu haftaki yazımın amacı, "barbarlık" olgusunun sözde "medenileşen" insanoğlunun geride bıraktığı bir liman mı, yoksa beyaz adamın tüm tarihsel "gelişimi" boyunca ona eşlik eden bir yol arkadaşı mı olduğu sorunsalına sosyolojik bir perspektiften yanıt aramaktır.

Öyleyse başlayabiliriz.
 

İnsanlık adına ürkütücü insan hayvanat bahçelerine dair bir resim ve Amerikalı izleyiciler, 1906
İnsanlık adına ürkütücü insan hayvanat bahçelerine dair bir resim ve Amerikalı izleyiciler, 1906

 

Bölüm 1: Antik Çağ: Medeniyet-barbarlık karşıtlığının ontolojik kökenleri

Medeniyet-barbarlık karşıtlığı, modern dönemin icadı olan bir ideolojik aygıt olmaktan ziyade, kökleri Antik Çağ'ın sosyokültürel tahayyüllerine dayanan derin bir tarihsel sürekliliğe sahiptir.

Tarih bilincine sahip okuyucularımın da büyük bir rahatlıkla hatırlayacağı üzere, Antik Yunan'da barbaros (Yun. βάρβαρος) kavramı, Yunanca konuşmayan ve polis (şehir) düzeninin dışında kalan toplulukları tanımlamak amacıyla kullanılmıştı.

Bu kullanıma göre, Yunanca bilmeyen güruh "anlaşılmaz" sesler çıkaran yabancılar olmanın ötesinde bir nevi esfel-i safilinler (düşülebilecek en aşağı mertebe) olarak tasvir edilmişti.

Dilsel farklılık, yalnızca iletişimsel bir engel olarak değil, aynı zamanda bilişsel kapasite ve ahlaki gelişmişlik düzeyi hakkında normatif bir yargının dayanağı olarak da işlev görmüştü.

Roma uygarlığında ise bu tür bir ayrım, civitas (şehirli düzen) kavramı üzerinden yeniden üretildi.

Roma yurttaşlığının dışında kalan halklar, pax Romana'nın kurumsal ve hukuki bütünlüğünden yoksun, "medeniyet dışı" varlıklar olarak sınıflandırıldı.

Bu sınıflandırma, Roma'nın emperyal yayılma siyasetinin ideolojik temel taşlarından biri haline dönüştü ve "cehenneme" giden yolun kaldırım taşlarını döşedi. 


Bölüm 2: Orta Çağ ve kültürel ötekiliğin dinsel kodlanışı

Yukarıda söylenenlerden hareketle, Orta Çağ'da medeniyet–barbarlık dikotomisi, salt sosyokültürel bir ayrım olmaktan çıkıp dinsel bir eksene kaydı.

Hristiyan Avrupa, medeniyetin sınırlarını teolojik normlar üzerinden yeniden çizdi ve "öteki"yi inanç temelli kategorilere göre yeniden inşa etti.

Hristiyan olmayanlar, ya misyonerlik faaliyetleri yoluyla "kurtarılması gereken" ruhlar ya da savaş yoluyla ortadan kaldırılması meşru kabul edilen "düşmanlar" olarak konumlandırıldı.

Ünlü tarihçi, Yuval Noah Harari'nin de Sapiens kitabında çeşitli şekillerde ifade ettiği üzere, "Kutsal savaş şemsiyesi altında kümelenme" retoriği, yalnızca dinî bağlılığı değil; aynı zamanda ekonomik çıkarları, siyasi genişlemeyi ve kültürel asimilasyonu içeren çok katmanlı (İng. multilayered) bir hegemonya aracına dönüştü.

Coğrafi keşifler ile birlikte İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının Amerika kıtasında karşılaştıkları yerli halklar, Antik Roma'nın "savaşçı barbar" tipolojisinden veya Orta Çağ'ın dinsel "kafir" figüründen farklı olarak hem maddi hem de biyopolitik düzlemde sömürgeleştirilmeye uygun "yeni insan kategorileri" olarak formüle edildi.

Bu süreçte Aristoteles'in "doğal kölelik" doktrini, dönemin koşullarına uyarlanarak yerli halkların köleleştirilmesi ve kültürel olarak dönüştürülmesi için meşru bir zemin olarak kullanıldı.

 
Bölüm 3: Aydınlanma sonrası bilimsel ırkçılığın doğuşu

17'nci ve 18'inci yüzyıllarda zuhur eden aydınlanmacı gelenek, aklı evrensel bir referans noktası olarak yüceltti fakat bu evrenselliğin merkezine Batı uygarlığını yerleştirdi.

Antik Çağ'ın "barbarı", Orta Çağ'ın "kafiri" ve coğrafi keşiflerin "vahşisi", modern bilimsel söylemde "ilkel insan" (İng. primitive human) kategorisinde tanımlandı.

19'uncu yüzyıla gelindiğindeyse antropoloji disiplini, insan çeşitliliğini bilimsel temelde anlamaya yönelik bir merak olarak ortaya çıktı; kraniometri, frenoloji ve antropometri gibi ölçümsel yöntemler de bu dönemde yaygınlık kazandı.

Ancak söz konusu teknikler, nötr ve tarafsız gözlemler üretmekten ziyade, çoğunlukla önceden kanıksanmış bir ırksal hiyerarşiye "bilimsellik süsü verme" işlevi gördü.

Batı merkezli antropolojik söylem, "beyaz ırk"ı medeniyetin ve kültürel evrimin zirvesine yerleştirirken, "koyu" tenli halkları "ilkel" ve "medeniyet öncesi" kategorilerine hapsetti.

Bu sınıflandırma, yalnızca akademik metinlerle sınırlı kalmayarak Garp tipi sömürge idaresinin iş gücü politikaları, eğitim müfredatları, hukuki düzenlemeler ve hatta kent planlaması gibi envaiçeşit alanda normatif bir çerçeve olarak karşımıza çıktı.

Böylece antropoloji, sömürgeciliğin ideolojik altyapısının inşasında kilit bir epistemolojik enstrüman haline geldi.
 

Kolaj: Independent Türkçe
Kolaj: Independent Türkçe

 

Bölüm 4: Darwin, Beagle ve Sosyal Darwinizm

1831-1836 yılları arasında HMS Beagle gemisiyle gerçekleştirdiği dünya seyahatinde Charles Darwin; biyolojik çeşitlilik, adaptasyon ve doğal seçilim gibi kavramların temellerini attı.

Darwin'in biyolojiye özgü evrimsel ilkeleri, kısa sürede toplumsal alanlara da uyarlandı.

Herbert Spencer ve çağdaşları tarafından geliştirilen Sosyal Darwinizm, insan toplulukları ve ırklar arasında doğal bir rekabet olmanın haricinde, "güçlü" olanın hayatta kalmasının kaçınılmaz olduğu yönünde tartışmalı bir teorik çerçeve sundu.

Bu yaklaşım, kolonyalist yayılmacılık ile ırksal ayrımcılığı "doğal" bir süreç olarak meşrulaştırdı.

Yakın tarihin de bizlere gösterdiği üzere Sosyal Darwinizm, yalnızca politik söylemlere değil, aynı zamanda öjenizm ve nasyonal sosyalizm gibi ayrımcı düşünce akımlarının da entelektüel payandalarından biri oldu.
 

1904 Dünya Fuarı’nda Antropoloji Bölümü sergisinde Filipinler Rezervasyonu
1904 Dünya Fuarı’nda Antropoloji Bölümü sergisinde Filipinler Rezervasyonu

 

Bölüm 5: Teşhir kültürü, insanat bahçeleri ve Freak Show'lar

19'uncu yüzyılın son çeyreği ile 20'nci yüzyılın başlarında, Batı metropollerinde "öteki"nin bedeni, akademik inceleme nesnesi olmaktan çıkarak popüler eğlence kültürünün merkezî unsurlarından biri haline geldi.

Paris, Londra, Berlin ve Brüksel gibi şehirlerde kurulan "insanat bahçeleri" (human zoo) adlı yapılar; Afrika, Asya ve Pasifik adalarından getirilen toplulukları, sözde "doğal ortamlar" içinde sergileyerek medeniyetler arası ontolojik eşitsizlik söylemini ete kemiğe büründürmeye çalıştı.

Bu teşhir alanları, ziyaretçilere Batı medeniyetinin "tartışmaya kapalı üstünlüğünü" canlı bir karşılaştırma yoluyla deneyimleme imkânı sunan "eğlenceli" panayırlar olarak da lanse edildi.

1904'te St. Louis'te düzenlenen The Louisiana Purchase Exposition, bu "kan dondurucu" pratiğin zirvesini temsil etti; Filipinler'den getirilen binlerce yerli, "medeniyet öncesi yaşam" performanslarıyla kitlelerin merak ve Eurocentric yargılarının nesnesi haline getirildi.
 

(Solda) Sarah Baartman (1789-1815) ile (sağda) Ota Benga (1883-1916)
(Solda) Sarah Baartman (1789-1815) ile (sağda) Ota Benga (1883-1916) / Kolaj: Independent Türkçe

 

Bölüm 6: Sarah Baartman ve Ota Benga: İki trajedinin anatomisi

Tüm bu söylenenlere ek olarak Sarah Baartman adlı Afrikalı bir kadın, 1810 yılında Güney Afrika'dan Avrupa'ya götürüldü.

Fiziksel özellikleri (özellikle kalça yapısı) nedeniyle "Hottentot Venus" adıyla yarı çıplak biçimde teşhir edildi.

Hayatı boyunca ırkçı ve cinsiyetçi bakışın hudutlarında aşağılandı.

Baartman'ın ani vefatı sonrasında dahi sözde "otantik" bedeni parçalanarak müze vitrini haline getirildi.
 

Sarah Baartman (1789-1815), Khoikhoi kökenli bir kadın olarak Avrupa’da ‘Hottentot Venus’ adıyla sergilendi; hayatı, sömürgecilik ve ırkçı sergilemenin simgesi oldu
Sarah Baartman (1789-1815), Khoikhoi kökenli bir kadın olarak Avrupa'da "Hottentot Venus" adıyla sergilendi; hayatı, sömürgecilik ve ırkçı sergilemenin simgesi oldu / Görsel: Wikipedia

 

Ota Benga adlı bir pigme ise 1906'da Bronx Hayvanat Bahçesi'nde bir orangutanla aynı kafeste "ilkel insan" olarak sunuldu, bu aşağılayıcı deneyimin ve yıllarca sistematik bir şekilde ırkçılığa maruz kalmanın etkisiyle 1916'da intihar etti. 
 

Ota Benga (1883-1916)
Ota Benga (1883-1916), Kongo’dan getirilmiş ve 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda insanlık dışı bir şekilde sergilenen bir Mbuti Pigmeydir; hayatı, sömürgecilik ve ırkçılığın acımasız yüzünü gösterir / Fotoğraf: ABD Kongre Kütüphanesi

 

Aynı dönemde popüler kültürde yaygınlaşan freak show'lar, bedensel anomalilere sahip bireyleri para karşılığında sergileyerek "normal" izleyiciye kendi beden bütünlüğünün ve sözde "toplumsal ayrıcalığının" farkına varma imkânı sundu.

Bu gösteriler, ırksal egzotizm ile fiziksel farklılıkların birleştiği bir sahne olarak, "öteki"nin bedenini pornografik bir merak nesnesine de dönüştürdü.

Sergilenen beden, yalnızca eğlence endüstrisinin kâr amacıyla değil, aynı zamanda sömürgeci bakışın ideolojik lejitimizasyonu için de kullanıldı.

Böylece popüler kültür ile sömürgecilik, aynı teşhir pratiklerinde buluşturuldu.


Sonuç

"Medeniyet" ve "medenileştirme" söylemleri, tarih boyunca ne tarafsız oldu ne de evrensel bir ortak ideale dönüştü.

Tam tersine, üretim araçlarını elinde bulunduran, askeri kudretle küresel hâkimiyet tesis eden ve devletin ideolojik aygıtlarını denetleyen egemen aktörlerin elinde biçimlendi.

Bu aktörler, yalnızca mevcut güç düzenini muhafaza etmekle yetinmedi; tarihin anlatısını da kendi üstünlük iddialarını besleyecek şekilde yeniden imal etti.

Böylelikle tarih, mağlup olanların sesinin sistematik biçimde susturulduğu; galiplerin ise kendi "medeniyet hikâyesini" evrensel hakikat kisvesiyle sunduğu bir hafıza alanına dönüştü.

Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Birleşik Devletler doğumlu kanaat önderi Martin Luther King Jr.'nin de açık ve net bir biçimde söylediği üzere, "Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ancak kardeşçe yaşamayı unuttuk".

Herkese mutlak barış ile kardeşliğin hüküm sürdüğü ve algı kapılarımızın her daim açık olduğu güzel bir hafta dilerim.  

 

 

*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde part-time doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU