78 Hareketi, varlık şartını ve demokrasinin en temel sorunlarından biri olan geçmişle yüzleşmeme eksikliğini gerekçe gösteren bir bilinçle tarih sahnesine çıktı.
Halk nezdinde devletin imajı güçlüydü. Sanayi devriminin gerçekleşmediği, toplumsal iç dinamizmin zayıf olduğu, neredeyse her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir ülkede bu durum anlaşılırdı.
Bu topraklarda tarih boyunca ortaya çıkan toplumsal hareketler kanla bastırılmış ve üstü örtülmüştü.
Yeni kuşaklar, eskinin deneyiminden habersizdi; hatta çoğu zaman atalarının kanını dökenlerin kılıcını kuşanacak kadar toplumsal süreçlerden, yaşanmışlıklardan ve tarihsel deneyimden yoksun kalmıştı.
Hafızasızlık, birikimsizlik ve "büyümemek", bu toprakları çağdaş toplumlarla kıyaslanamayacak kadar gerilere savurmuştu.
Her toplumsal hareketin kanla bastırılması ve unutturulması, eskinin yeni içinde bir şekilde sürdürülmesini ve "kullaşma" sürecinin derinleşmesini beraberinde getirmişti.
***
Osmanlı dönemi, halkı "kul" olarak görüyordu. Halkın hak talep etme hakkı ve bilinci olmadığı varsayılıyordu.
Böylesine haksız ve hukuksuz bir duruma her başkaldırı kan ve ateşle bastırılınca, genç cumhuriyete kalan miras, tepkileri bastırılmış bir halk gerçekliği oldu.
Cumhuriyet liderliği de vatandaşlık haklarını sınırlayıp muhalefete yaşam hakkı tanımayınca, halkın "tepkisizliği" derinleşti.
Özellikle Kurtuluş Savaşı öncesinde Kürtlere verilen sözlere karşın, savaşın ardından üzerlerine kan ve ateşle gidilmesi, yeni kuşaklara hayırlı sonuçlar getirmeyecek bir miras bıraktı.
***
Cumhuriyet döneminde toplum, ilk kez 1970'li yıllarda devletten kopma sürecine girdi. 1960'lı yıllardan başlayıp özellikle 1970'li yıllarda toplumsallaşan halk hareketi, "devlet toplumu" olan bir yapıda çok önemli bir gelişmeydi.
Halk, tarihinde ilk kez kendi adına, kendi temelleri üzerinde harekete geçti. Milyonlarca işçi, emekçi, kadın, erkek, genç, yaşlı, Türk ve Kürt; hakkına ve hukukuna sahip çıkmayı, iradesini eline almayı ve özgürleşmeyi hedefledi.
Halk, umutlu ve "Kendi geleceğimi kendim kurabilirim" kararlılığıyla tarihsel bir eylemlilik içindeydi.
Ancak bedeli ağır olacaktı. 1960'lı yıllardan 12 Mart 1971 darbesine ve 1970'li yıllara kadar oligarşik egemen sınıf politikaları, bu gelişmeyi tasfiye etmeye yönelik biçimlendi.
Yetmedi… 12 Eylül darbesiyle toplumsal sürece doğrudan müdahale edildi. 12 Eylül 1980 darbesi, adeta bir milat ilan edildi. Toplumsal hareket tasfiye edildi, 12 Eylül öncesinin sınıfsal ve toplumsal hareketliliği unutturuldu.
Eğer 12 Eylül öncesi hatırlanacaksa, bu dönem ancak "anarşi yılları" olarak anılabilecekti.
Dün ile bugün, eski ile yeni, geçmiş ile gelecek arasındaki hayati bağ koparıldı. Toplumsal dokunun yönü değiştirildi; toplum ve halk, balık gibi hafızasızlığa mahkûm edildi.
***
1999 sonları ile 2000'li yılların başında 78'liler tekrar tarih sahnesine çıkarken, diyebiliriz ki böylesi bir toplumsal ve siyasi atmosferde yaşıyorduk.
12 Eylül darbesi, o dönemde sadece yıl dönümlerinde sol gruplar tarafından hatırlanıyor, üstelik bu etkinlikler bir şekilde kanıksanmıştı. 12 Eylül öncesindeki katliamlara ve cinayetlere yaklaşım da farklı değildi.
Toplum, 12 Eylül öncesindeki halini hatırlamalı ve o dönemle barışmalıydı. 1970'li, 1960'lı yıllara ve daha öncesine uzanan bir toplumsal hafıza kazandırılması gerekiyordu.
Yıllarca ve ısrarla 12 Eylül darbesini ve 1980 öncesinde yaşananları, büyük küçük katliamlar dahil, hatırlatmaya çalıştık.
Özellikle öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül darbesi; az da olsa hatırlanabilen, mağdurları hâlâ yaşamış, toplumsal travmatik etkileri süren bu dönem, yüzleşme ve hesaplaşma hareketiyle ele alındığında, geçmişle hesaplaşmayı sağlayabilirdi.
***
12 Eylül'e giden yolda o kadar çok cinayet ve katliam suçu işlenmişti ki, hepsini birden ele almak mümkün değildi. Öncelikle başat olanlardan başlanacak; yani, kırılma noktalarından hareketle süreç adım adım geliştirilecekti.
1970'li yılların ilerici ve devrimci kuşağı, hatta sonraki kuşaklar, 71 kuşağının devrimcileri, Denizler, Mahirler, İbrahimler'in şahsında kırılmıştı.
Kızıldere Katliamı ve Saffet Alp'in Kızıldere'de sağ yakalanmasına rağmen katledilmesi; aynı şekilde Diyarbakır Cezaevi'nde sorgusu biten, herkesin gözü önünde sağ olan İbrahim Kaypakkaya'nın katledilmesi, Türkiye solunun ve devrimcilerinin geleceğinin ne olacağının da işaretiydi.
Nitekim 1972'de darbeciler tarafından işkencehane olarak kullanılan Ziverbey Köşkü'nde, işkenceci Eyüp Özalankuş (namı diğer "Kel Eyüp") bir devrimciye şunları söylüyordu:
Karar verildi, bundan sonra sağ teslim almak yok.
Bu ifade, "solsuz, devrimcisiz demokrasi"nin hangi saiklerle ve nasıl kurulduğunun anlaşılması bakımından da son derece önemliydi.
***
12 Eylül'e giden yolda darbe gerekçesi yapılmış olmasına rağmen, Türkiye katledilen 5 bin gencin hesabını vermedi.
78'liler Hareketi olarak, bu katliamların yanı sıra, katliamlar içinde en büyükleri olan 1 Mayıs 1977 Katliamı ve 1978 Maraş Katliamlarıyla ilgili dosyalar açtık ve kamuoyuna açıkladık.
Hadisenin bir de 12 Eylül sonrası boyutu vardı. Erdal Eren, ilk idamlardan biri olarak reşit olmayan yaşta idam edilmesi üzerinden topluma başka bir mesaj verilmişti.
6 Haziran 1981'de MLSPB mensuplarına yönelik operasyonda, yol arkadaşlarını ele vererek katledilmelerine yol açan Şemsi Özkan'ın ihaneti üzerinden, itirafçılık denebilecek bir yöntemle örgütleşme düzeyi kurumsallaştırılacaktı.
11 Haziran 1981'de idam edilen Veysel Güney'in mezarının kaybolması ise insanlık dışı başka bir cezayı temsil ediyordu.
Tüm bu yaşanmışlıklarla ilgili ayrı dosyalar açtık ve kamuoyuna duyurduk.
En son, Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde 1981-1984 yılları arasında yaşanan vahşet dönemiyle ilgili dosya açtık ve kamuoyuna açıkladık.
Kırılma noktalarına dönük bu dosyalar ve paralel yürütülen benzer çalışmalar, yaşanmışlıkları hatırlattı, kamu bilincini canlandırdı ve uykuya yatmış vicdanları uyandırdı.
İtiraf etmek gerekir ki, en çok sahiplenilen dosya Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde yaşanan vahşet dönemine dair olan oldu.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve ayakta olan, yaşadıklarını her gün yeniden üreten bir halkın varlığı, bu cezaevinde uygulanan vahşetin hem işkence yöntemleri hem de kitlesel boyutu, dosyayı ileriye taşıma amacımıza daha sıkı sarılmamızı sağladı.
Bundan hareketle, "Diyarbakır Askeri Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu"nun kurulmasına öncülük ettik.
Bu komisyon, tüm siyasi partilere, demokratik kitle örgütlerine, meslek kuruluşlarına ve sivil toplum kuruluşlarına eşit mesafede, özgün bir yapılanma içinde çalışmalarını sürdürdü.
Kısaca, "Gerçek ve Adalet Komisyonu" da denebilecek bu komisyon, kuruluşu, çalışma tarzı ve hedefleri itibarıyla Türkiye'de bir ilktir; her aşamasının deneyimi bilinmelidir.
Bu amaçla, belgelerine ve kurucu deneyimlerine dayanarak, yaşanan katliamları, baskı, işkence ve vahşet koşullarını; dosya ve yüzleşme komisyonları çalışmaları üzerinden halka ve ülke kamuoyuna açıklamayı sürdürüyoruz.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish