İslam'da nass mı öndedir, akıl mı? (1)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot

Kimi iddialara göre İslam dini, "tüm boyutuyla yaşamı" kapsamı altına almıştır.

Oysaki öyle değildir. Bunu da ancak, Batılı düşünürlerin eserleriyle tanışınca anlamak mümkündür.

Söz konusu eserlere bakıldığında, biz Müslümanlarda bulunmayan şeylerin onlarda olduğunu anlıyoruz.

Bu da Batı'ya kapadığımız kapının açılmasına vesile olan ilk biliş oluyor.

Çünkü bizler, Batı düşüncesiyle tanışmadan önce, İslam'ın bütünüyle kâmil bir din olduğu tasavvuruna sahibiz.

Yani, Kur'an ve Sünnet ile her şeyin uhdesinden gelebileceğimizi düşünüyoruz.

Hatta Kur'an'ın kendisi de "Resulüm.  Biz sana bu kitabı her şeyi açıklamak üzere indiriyoruz." (Nahl:89) diye buyuruyor.

Böylece de her şeyden gani olduğumuzu ve hiçbir şeye muhtaç olmadığımızı düşünmeye başlıyoruz.

Fakat doğunun bize dikta ettiği düşüncesini yargılama cesaretine sahip olduğumuzda, Batı'daki felsefe, insan hakları, özgür düşünce ve bunun gibi şeylerin İslam'da var olan fıkhi hükümlerden daha güzel olduğunu görmeye başlıyoruz.

Çünkü İslam'daki birçoğu fakihlerin icadı olan fıkhî hükümler, genelde kadın-erkek, Müslüman-gayrimüslim, güçlü-zayıf vs. arasında ayrım yapmaktadır.

Fakat Batı'daki düşünceleri araştırdığınızda, İslam'ı düzene sokmak için onların getirilmesine adeta kendinizi icbar ediyorsunuz.

Bu da Batı düşüncesinin, bizlerin düşüncelerimizi fethetmesinin ilk başlangıcı oluyor.

Kısacası, İslam'daki kimi fıkhi hükümler, Batı bilginlerinin İslam dünyasının fethine vesile oluyor.

Bilindiği üzere, gelişkinlik ve ilerlemenin ilk adımı, insanın kendinde birtakım eksiklikleri görmesidir.

Şayet insanda kendini beğenme ve her şeye sahip olma egosu bulunur ise, o insanın mükemmelliğe (entelektüel gelişime) ulaşması mümkün olamaz.

Yani, mükemmelliğe ulaşmanın ilk noktası, insanın kendinde birtakım eksikliklerin bulunmasını idrak etmesidir.

Olgun insan ilk önce aç ya da susuz olduğunu hissetmeli ki sonrasında yiyecek ya da içecek peşince gitmiş olsun.

Aksi taktirde açlık ve susuzluğu aklına getirmeyecektir. 

Buradan hareketle diyebiliriz ki, büyük Müslüman şahsiyetler daha şimdilerde, "İslam" dininde her şeyin olmadığını anlamış bulunmaktalar.

Bundan dolayı, onların Batı bilginlerinden rızıklanmaları gerekir. 

1960-70 yıllarında, örneğin, Pakistanlı Mevdudi ve Mısırlı Seyit Kutup kendi dönemlerinde, Kur'an ve Sünnetin yeterli olduğu kanaatindelerdi ve Batı'ya, "Onların tümü de kafirdir" diye saldırıyorlardı.

Onlara göre, demokrasi, insan hakları vs. beşerî sistemlerdir.

Beşerin aklı ise noksandır.

Müslümanlardaki Kur'an ve Sünnet ise ilahi vahiydir.

"Allah da mutlak kemal sahibi olduğuna göre, bunlar (yani, Kur'an ve Sünnet) de kamildir" diyorlardı. 

Fakat şu andaki kimi "ihvan" ve "usulcü" Müslümanlar, şöyle bir düşünceye sahipler.

Derler ki:

Şayet Kur'an ve Sünnet kâmil olsaydı, sonuç itibariyle din, yapması gereken kendi işini getirip de birer terörist olan DAİŞ, Boko Haram, Taliban, el-Kaide ve HTŞ' ye teslim edip işi bu noktalara vardırmazdı.

Dolayısıyla, bu türden terörist grupların İslam adıyla ortaya çıkması, büyük Müslüman şahsiyetleri hayal kırıklığına uğratmış ve miras aldıkları o düşünceleri, değiştirme mecburiyetinde bırakmıştır. 


Ben de bu durumu, bundan 30-40 yıl öncesinden fark etmiştim ve yine çok değer verdiğimiz şu İslam kültürümüzün ıslah edilmesinin, gerekli olduğu kanaatine varmıştım.

Çünkü bu kültür kolay bir şekilde oluşmamıştır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Birçok alim, müfessir, filozof ve aydınların yoğun gayretleri sonucu husule gelmiştir.

Fakat Batı düşünceleriyle tanışınca, bu kültürün kâmil olduğunu iddia etmenin mümkün olmadığını da anlamış olduk.

Şunun altını bir kez daha çizerek söylüyorum ki, bu gerçeği, kendi gözlerimiz ile görmemiz şarttır ve icap ettiği taktirde, Batı üzerinden de bu hususlara bakmamız gerekir.

Ayrıca bizler laikler gibi intihar etmemeliyiz.

Yani, Batı'da olan her şeyin güzel, Doğu'da olanların ise eski ve eksik olduğu iddiasında bulunmamalıyız.

Hayır, insanın itidalli olması gerekir.

İnsan güzel olanı almalı, çirkin olanı da terk etmelidir.

Bedenimiz, yiyeceklerde de öyle yapıyor.

Böyle bir durum zaten insanın tabiatında vardır ve kâinatta da bu böyledir.

Konunun iyi anlaşılması için, yeniden şöyle bir giriş yapmam yerinde olur kanaatindeyim:

Bilindiği üzere marifetin (bilginin) kaynağı 4'tür. 

  1. İlim
  2. Felsefe
  3. Şuhut/vahiy
  4. Efsane/din

Bunların 4'ü de marifetin kaynağıdır.

Şimdi, bunları birer birer ele alıp, çok kısa bir şekilde izah etmemiz gerekir.


A- İlim. 

"İlim", tecrübeye dayalıdır ve hissiyat (5 duyu kaynakları), felsefe, şuhut ve din gibi 4 şey üzerinden elde edilir. 


B- Felsefe

"Felsefe" akla dayalıdır. Genel filozofların dışında İslam filozofları da akla güvenirler. Kant ve Dekart gibi filozoflar da aklın mısdak olduğuna itimat ederler. 


C- Şuhut/vahiy

"Şuhut/vahiy", ariflerin dayandıkları şeylerdir. Yani, arifler "kalbi şuhut" ve "ilhama" güvenirler. 

"Şuhut", bilindiği üzere "huzurî ilimdir."

Örneğin, insan kendinde sevinç, hüzün ya da imanın varlığını hissediyor.

Yani, tüm dünyadaki insanlar his, akıl ve Şuhut' un varlığını kabul ederler.

Vicdan ise, Şuhut'un mısdaklarından biridir, fakat Şuhut'un kendisi değildir.

Örneğin, güzel şeyler, ahlak, sevinç ya da hüzün gibi şeyler insanda var olduğunda insan bunları hissediyor.

Mesela siz; "Ben varım" diyorsunuz.

Bunu söylerken ne aklınız ile var olduğunuzu kabul edip söylüyorsunuz ve ne de hisleriniz ile.

Bu his, şuhut ile elde edilen bir histir.

Örneğin, her bir insan "Ben varım" diyor.

"Delilin nedir" dediğinizde de "Varlığımı hissettiğim için varım diyorum" diyor.

İşte buna "şuhut" denir. Yani, bu, "huzurî ilimdir."

Hissiyat ile elde edilen "husulü ilim" değildir.

Diğer bir ifadeyle; "akıl ile elde edilen ilimler", "husulü ilimlerdir", fakat "Ben varım" ya da "Ben sevinçliyim" veya "Ben hüzünlüyüm" gibi bilgiler, şuhuta dayalı şeylerdirler.

Nübüvvet (yani, vahiy) de bu 3'üncü kısımdandır (şuhuttan).

Tüm arif ve enbiya diyor ki:

Allah'tan bizlerin kalbine ilham geliyor.


İşte "ilham" denilen şey "şuhut"tur.

Yani, bu ne akıldır ve ne de histir. 

Kısacası, 3 tane his vardır:

  1. O hislerden birisi, "havass-ı hamse" denilen 5 his duygularıdır. İlim; bu hislerden ortaya çıkar.
  2. İkinci his, akıldır ve bundan da "felsefe" ortaya çıkıyor.
  3. Üçüncü his de "şuhut"tur. İrfan, sofuluk ve nübüvvet de bu üçüncü hisse dayanıyor.

D- Efsane

"Efsane" hayale dayalıdır.

Hayal ise yukarıda adı geçen o 3 hissin hiçbirinden değildir.

O 3his, tüm dünya insanları tarafından kabul görmüştür, fakat "efsane" kabul görmemiştir.

Çünkü efsane "hayale" dayalıdır.

Hayal ise, tüm dünya onun varlığını kabul etmesine rağmen, doğru olduğuna dair kimse ona itibar etmez.

Yani, hayalin mantıkî bir doğruluğu yoktur.

Daha doğrusu hayal, insanın hayal gücünün ürettiği şeylerdir.

Konunun daha iyi anlaşılması için şöyle de izah edebiliriz:

Bilindiği üzere marifetin/bilginin dayandığı 3 doğru vardır ve şunlardır: 

  1. 5 his.
  2. Akıl.
  3. Şuhut.

Efsane, hayaldendir.

Yine Nübüvvet ve irfanî şeylerin büyük bir kısmı da hayalden alınmadır.

Örneğin, kutsal kitaplarda geçen mucize ve hurafeler hayaldir.

Müslüman filozoflardan biri olan Farabi'nin bir sözünden şu içeriği elde etmişlerdir: 

Nübüvvet hayaldir, bundan dolayı da filozoflar enbiyadan üstün kimselerdir.


Çünkü filozoflar akla, enbiya ise hayale dayanırlar.  

Enbiya'nın dayandığı cennet, cehennem, kıyamet vs.yi akıl asla idrak edemez.

Dolayısıyla, nebilerin haber verdikleri şeylerin yüzde 95'i hayali ve efsane şeylerdir.

Hatta Kur'an'da müşrikler nebiye itiraz ederlerken, "Kur'an ayetleri öncekilerin masallarıdır" (Furkan: 5) diye itiraz etmişlerdir. 

Efsaneler/esatir, tüm dinlerde vardır.

Fakat zarar verici "efsaneler" değillerdir.

Yani, 2 türlü efsane vardır: Zararlı ve yararlı efsaneler.

Kur'an'daki efsaneler yararı olan efsanelerdir.

Diğer bir ifadeyle, dinde, mutlaka hurafe ve hayal olmalıdır.

Şayet bunlar dinde olmaz ve her şey akıl kaynaklı olur ise, o taktirde o din, din olmaktan çıkar "felsefe" oluverir.

Çünkü din, aklın ulaşamadığı şeyleri tedavi etmek için hurafelerden de istifade etmelidir. 

Örneğin, Kant, Allah ve ahiretin varlığına iman ediyor.

Fakat der ki bunlar, aklın alamayacağı ve onlara ulaşamayacağı şeylerdir.

Çünkü akıl, yalnızca zaman ve mekân dairesi içerisinde bulunan şeyler için gezip dolaşır.

Ama Allah, ölüm vs. zaman dışı şeylerdir.

Dolaysıyla akıl, bunları idrak edemez ve "Benim zaman dışı şeylerle işim olmaz" der.

İşte burada bu işe müdahale etmek için hayal gücü devreye girer ve der ki; "Ahiret şöyle şöyledir. Orada baldan, sütten ve şaraptan nehirler vardır" vs..

Cennet, cehennem ve kabir azabı da öyledir ve bunlar gibi kaybî olan her konu hayal ürünüdür.

Yani, buradaki efsaneler zararlı değildir. 

Hurafelerin de dinde olması, zaruri olan şeylerdendir ve bunların olması da gereklidir.

Çünkü, önceden de işaret ettiğimiz gibi akıl bunları idrak edemiyor.

Örneğin, akıl, kaybî konuları idrakten yoksundur.

Allah da kaybî konuların en başındadır.

Hatta Kant, nazari akıl ile Allah'ın idrak edilmesinin mümkün olamayacağını söylemiştir.

Yine Kant, Allah'ın varlığını idrak etmek için ameli akla geçiş yapıyor ve şöyle diyor:

Ancak ameli akıl ve ahlak ile Allah'ın varlığını ispat etmek mümkün olabilir. Ama nazari akıl ile O'nun ispatı mümkün değildir. Çünkü Allah, zaman ve mekân haricidir.


İşte dindeki hurafeler burada başlıyor.

Ayrıca, önceden de işaret ettiğimiz gibi, dinde hurafeler ve kutsallıklar da olmalıdır.

Çünkü dinin mahiyeti böyledir.

Yani, dindeki her şeyin akıl üzerinden olması mümkün değildir, çünkü öyle olur ise, (önceden de işaret ettiğimiz gibi) din, felsefe ve ilme dönüşür.

Fakat dinde önemli olan şey, "taabbut"tur.

Yani, "taabbut" ve "kutsallık" dinin özelliklerindendir.

Fakat felsefede böyle şeyler yoktur.

Felsefede her şey akıldır.

Dinde de öyledir.  

Yani,insan ilme muhtaç olduğu gibi, felsefe ve dine de muhtaçtır.

İnsan için felsefe ve ilmin açıklayamadığı şeyleri "din" açıklar.

Dolayısıyla din, önemli ihtiyaçlardan biridir ve insana hastır.

Fakat dindeki tüm konular akıl ile değildir.  

Sosyologlar genel itibariyle beşerin tarihini şöyle tasnif eder ve derler ki: 

İnsanlar; 'efsane', 'felsefe' ve 'ilim' gibi, 3 dönemi yaşamışlardır.


Yani, Batılı bilim adamları, "efsane" ile "dini" aynı kategoride değerlendirirler. 

Bence böyle bir tasnif yanlıştır.

Zira, dinin kaynağı, (önceden de işaret ettiğimiz gibi) "şuhut"tur.

"Şuhut", "huzuri ilimdir."

Yani, "kalbi huzurdur."


"Efsane" ise, (sosyologların düşündüklerinin tersine) hayalî üretimdir.

Evet, Batılı bilim adamlarının sözleri de doğrudur, çükü dinin aslı ve ilk çıkış noktası efsane ve cehalettir.

Örneğin, depremler, yıldırım ve şimşeklerin çakması sonucu ormanlarda çıkan yangınlar.

Toplu ölümlere sebebiyet veren hastalıklar vs. insanlar bu tür durumlar ile karşılaşınca, onların hayal güçleri "burada şeytan vardır ve bu işler onun işidir" ya da "Allah diye bir güç olmalı ve bu ilişlerin uhdesinden o gelmeli" gibi birtakım şeyleri üretip yarattılar.

Bu türden efsane ve hayaller sonrası marifet/bilgi ortaya çıkıp kemale doğru hareket etti ve bu şekilde de din, efsanelerden ayrışmış oldu. 

Evet, din ve irfanın aslı her ne kadar şuhut olsa da (ki biz de bunu kabul ediyoruz) fakat birçok büyük dini şahsiyetler yine de rüya ve hayal gücüne inanmaktalar.

Çünkü insanların yüzde 90'ı avam halktan ve aklı zayıf olanlardan oluşmaktadır.

Dolayısıyla, o büyük dini şahsiyetler hayal gücüne geri dönüyor ve o güç ile aklın eksikliklerini gideriyorlar.

Ama şu andaki topluluklarda, üniversiteler ve internet kanalıyla insanların birbirleriyle irtibat kurmaları sonucu, akıllarda artışın, dinde de hafifliğin oluşunu müşahede etmekteyiz. 

Yine şimdiki insanlardan bir kısmının, dini terk ettiğini de görüyoruz.

Çünkü Kanadalı-Amerikalı sosyolog Ernest Burgess der ki:

Akılcılık müdahale ettikçe, din sınırlanır.


Evet, onun bu sözü, din adamlarının halka sundukları din için geçerlidir.

Çünkü bu türden din adamlarına göre dinin kaynağı, Kur'an ve sünnettir.

Oysaki birçok işler vardır ki, insanın o işler için Kur'an ve sünnete ihtiyacı yoktur.

Ayrıca o filozofun sözü, arifler açısından doğru değildir.

Çünkü arifler der ki "din", tevhit, nübüvvet, meat, cennet ve cehennem gibi itikadi şeyler değildir, yalnızca "iman"dan ibarettir.

Yani, din, insanın Allah ile irtibatıdır.

Dolayısıyla, Kur'an ve sünnetin tefsir ettiği bu saydığımız itikadi şeyler din değil, bunlar din ile ilgili "bilgilerdir."

Yani, bizlerin "din" ile "dini bilgileri" birbirlerinden ayrıştırmamız gerek.

Tefsir ve fıkıh, dini bilgilerdir.

Bunlar doğru da olabilir hatalı da olabilir.

Fakat dinin aslı "ruhani tecrübedir" (meditasyondur)

Yani, Allah'ın insanın kalbinde hazır olmasıdır.

Akıl, felsefe ve ilmin, dinin yerini doldurması ve insanları ondan müstağni kılması mümkün değildir.

İlim ile felsefe başka şeylerdiler.

Söylediğimiz bu anlamdaki dinin yeri daha başkadır ve insanın ona özel bir ihtiyacı vardır.

Hiçbir şey bunun yerini alamaz. 

İnsan sürekli imana ihtiyaç duyar.

Tek başına şeriata ihtiyaç duymaz.

Şu anda dünyada var olan insan haklarının, fakihlerin insan haklarıyla ilgili sunduğu hükümlerden daha üstün olmaları da söz konusudur.

Yani,fakihler her ne kadar o hükümleri Kur'an'dan almış olsalar da bu durum aynen geçerlidir. 

Önceden de "Kur'an'ın iki kısım" olduğunu söylemiştik.

Bir kısmı şeriattan, diğer bir kısmı ise insanın Allah ile irtibatını sağlayan konulardan oluşmaktadır.

Bizim şeriat kısmına ihtiyacımız yoktur.

Örneğin, Kur'an'da "cizye" diye bir şeriat hükmü vardır.

Oysaki İslam ülkelerinin hiçbirindeki yönetimin, o ülkede yaşayan gayrimüslimlerden "cizye" aldığı görülmemiştir.

Şayet şu anda herhangi bir İslam ülkesi içerisindeki yaşayan, örneğin, Hristiyanlardan "cizye" almış olur ise, tüm dünya ayaklanır.

Nitekim DAİŞ onlardan cizye talep ettiğinde öyle olmuştu.

Hatta DAİŞ' i ilk kınayanlar, ilim havzalarındaki kimi Ayetullahlar oldu.

DAİŞ o Ayetullahlara "Bu konu Kur'an'da geçmiştir" diye itiraz ettiklerinde, cevaben "Evet, Kur'an'da geçmiştir ama, şimdi onun zamanı değildir" diye cevap verdiler.

Yani, bir hüküm Kur'an'da dahi geçse, şeriatın o hükmü yöreseldir ve kendi döneminin kültürü ile ilgilidir.

Şu anda işler değiştiğine göre, o hükmün de dondurulması gerekir.

Fakat dediğimiz gibi Kur'an'ın aslı, ahkamdan ibaret değildir.

Kur'an'ın yüzde 5'i veya yüzde 7'si ahkam olabilir.

Kur'an'da asıl olan, insanın Allah ile irtibat içerisinde olmasıdır.

Semavi dinin cevheri ve kıyamete kadar bizlerin de ihtiyaç duyduğumuz din, budur.

Dolayısıyla şeriat ile dini karıştırmamak gerek.

Yani, "Şeriat olmaz ise din de olmaz" demek doğru değildir.

Sünni-Şii din adamları fıkha dayandıkları ve onu kutsadıkları için şöyle derler:

Fıkıh yok olur ise, din ve Kur'an da yok olur.


Oysaki Kur'an'ın kendisinde dahi "nasih" ve "mensuh" ayetleri vardır. 

Nebi Muhammed, Mekke'de iken, barış yapmak ve savaşta bulunmamak ile görevliydi.

Fakat Medine'ye geldikten sonra "Sen yalnızca bir uyarıcısın, onlara zor ve baskı kullanacak değilsin" (Ğaşiye: 21-22) ya da "Sizin dininiz size benim dinim de bana" (Kâfurun: 6) gibi ayetlerin tümü nesih edildi (yani, iptal edilip hükümleri ortadan kaldırıldı).

Kısacası, nebinin kendisi hayatta iken bile, Kur'an'ın bazı ayetleri dondurulmuştu.

Çünkü zaman ve şartlar değişmişti.
 


Peki 1400 küsür yıl sonra bu kadar değişimlere rağmen, hükümler aynen kalabilir mi?


Bizlerin, kimi hükümlerin dondurulması gerektiğini söylememiz, Kur'an'dan aldığımız hükümden dolayıdır.

Çünkü Kur'an bizlere "şartlar değiştiğinde hükümlerin de değişmesi gerektiğini" emrediyor.

Hasılı, vatandaşlığa uymadığı için cizye almak ve onun gibi bazı hükümler, bu zamanın şartlarına uygun değil ve insan haklarıyla da çelişmektedir.

Tunuslu düşünür Merhum Muhammed Abid el-Cabiri, "Arap aklının tenkidi" isimli eserinde, 3 türlü aklın bulunduğundan söz eder:

  1. Beyanî akıl
  2. Burhanî akıl
  3. Şuhudî akıl.

Ve Cabiri, şöyle devam eder:

'Beyanî akıl'; Fakihlerin ve dindarların aklıdır. Yani, bu akıl, yalnızca nasları beyan etmek içindir.


Hatta tüm İslam alimleri şunu derler:

Akıl bizleri naslara (Kur'an ve sünnete) ulaştırmak içindir. Şayet bu akıl vasıtasıyla Kur'an ve Sünnete ulaşabilir isek, nebiye ulaşmış oluruz. Nebiye (sünnete) ulaştıktan sonra, artık bu aklı dondurup nebiyi taklit etmek gerekir. Çünkü nebi hem masum ve hem de büyük bir akla (akl-i külle) sahiptir, zira Allah'tan vahiy almıştır.


İşte buna "beyanî akıl" denir.

Yani, akla ihtiyaç vardır ama bu, onun bizleri naslara ulaştırmasına kadar olan ihtiyaçtır.

Ayrıca dini nasları tefsir etmede de o akla ihtiyacımız olur.

Fakat dini metin ile istidlalde bulunmak yasak değildir.


"Burhanî akıl": Dinî naslardan uzak bir akıldır ve filozofların aklıdır.

Örneğin, bu akıl "A=B ve B=C, dolayısıyla da A=C olur" der.

İşte bu aklın dinî naslara ve diğer şeylere ihtiyacı kalmaz.

Örneğin, fizik ve mantık gibi ilimler, tümüyle "burhanî akla"; yani, tecrübî ve mantıksal mukayeseye vs. dayanır.

Dolayısıyla, filozofların nezdinde, aklın bağımsız olması gerekir.

Yani, onlara göre akıl, ilmî şeylere dayanıp, naslara da muhalefet edebilir.

Örneğin, akıl, "madumun" (yok olan bir şeyin) iadesinin mümkün olamayacağını söyler.

Fakat dinî naslar, "madumu iade etmek Allah'ın gücü dahilindedir" der.

Bu gibi dinî naslara rağmen filozoflar onu kabul etmezler.

Daha açık söylemek gerekirse, filozofun aklının dinî naslara bağımlı olmaması gerekir.

Aksi taktirde "kelam ilmi" olur.

Çünkü kelam ilmi, naslara bağlı bir ilimdir. Yani,felsefe ile kelam ilminin farkı şudur:

Kelam alimleri de delil sunarlar, fakat onların sundukları delil, dinî naslar ile irtibatlı olan delillerdir, bağımsız deliller değildir.


"Şuhudî akıl": Bu akıl, ariflerin aklıdır.

El-Cabiri, ariflere "sofu" der. 

Tüm alem aklın bu 3 türünü kabul ettiği gibi, el- Cabiri de bunları kabul eder.

Fakat din alimlerinin nezdinde "din", 4'üncü şeydir.

Yani, onlara gör din ne akıl ne felsefe ne de 5 duyudan hasıl olan bilgilerdir.

Din/vahiy, bu saydıklarımızın hiçbirinden olmayan 4'üncü bir şeydir. 

Din adamlarının iddiasına göre "din/vahiy", marifetin/bilginin en yüce kaynaklarından birisidir.

Biz de dini, "ruhani tecrübe", yani, "kalbi şuhut" olarak görüyoruz.

Yani, bize göre din, 4'üncü kaynak değildir.

Din; nebi Muhammed'in kalbinde "şuhudi nefsi" olarak bulunan bir şeydir.

Nebi Muhammed ve büyük ariflerin kalbinde "ruhani tecrübe" vardır.

Açıkçası "şuhut", yüce bir derece demektir ve ona sahip olan biri, mutlaka kaybî meselelerden haber verir.

Ve bu da bir kaynaktır.

Fakat 4' üncü kaynak değildir. 

Bence İslam alimleri, bunun böyle olduğunu söylemekle hata yapıyorlar.

Çünkü akıl bundan daha yücedir.

Zira "şuhut"un da hak ve batıl olanları vardır ve bizler için bunları birbirinden temyiz eden şey, akıldır.

Yani, şuhutlar içerisinde hem hak hem de batıl olanlar vardır.

Çünkü şuhutların tümü hak değildir. Bizler, onların doğru olanları ile hatalı olanlarını akıl ile ayrıştırabiliyoruz.  

Örneğin, Kur'an ve kutsal metinlerde yer alan birtakım hususların ilmi olarak batıl oldukları tespit edilmiştir.

Mesela Kur'an'da 7 gök konusu geçer.

Yine enbiyanın mucizeleri ve Nuh nebinin tüm yer yüzünü kapsadığı tufanından söz edilir.

Oysaki bunlar ilmi olarak geçerli şeyler değillerdir.

Aklen de Nuh nebinin tufanı Allah'ın adaleti ile uyum sağlamaz.

Yani, Allah yer yüzündeki yüzlerce milleti ve milyarlarca hayvan ve bitkileri, Avrupa, Afrika ve Uzak Doğu'yu, Nuh nebinin kavmi iman etmedi diye cezalandırmış olamaz.

Dolayısıyla, bu sözler ve mucizeler, efsaneler kısmındandır.

Gerçek ile efsaneyi birbirinden ayrıştırma gücüne sahip olan tek şey ise, akıldır. 

Bizlerle ariflerin farkımız şudur:

Bizler diyoruz ki hâkim güç akıldır.


Enbiya ve arifler der ki:

Yalnızca kalbi ve ruhani tecrübe bu işte yeterlidir ve bunlar, akıldan daha yücedir.


Bundan dolayıdır ki, arifler genelde aklı hafife alır ve onu küçümserler.

Şöyle denilebilir:

Akıl ve ilim birçok sorunları çözmesine rağmen, bizim yine de dine ihtiyacımız olur mu? 


Bunun bir tek cevabı vardır ve o da şudur:

Birinci ve ikinci dünya savaşlarında, Batılı toplumlarda hem akıl hem de ilim vardı.

Fakat bu ikisi, insanların cihan savaşı yapmalarını önleyemedi ve küresel yıkım gerçekleşti.

Yeryüzünde 50 ile 70 milyon arasında insan kaybı yaşandı ve bu değerler, onların ölümünün önünü alamadı.

Dolayısıyla, bu türden olayları önlemek için, akıl ve ilim yeterli gelmiyor.

Çünkü ilim, sebepleri tefsir eder ve tabiatın zahirini açıkları.

Bu, doğru bir şeydir.

Yani, ilim, elbette ki bütün sebepleri keşfedip insanların emrine sunar ve bu çok büyük bir hizmettir.

Fakat ilim, insanlara "Al, bunu hayır yolunda kullan, şer yolunda kullanma" demez.

Yani, ilim insana atom bombasını yapıp eline teslim eder ve insana o silahla ilgili tüm bilgileri verir, fakat bu silahı yalnızca kendini savuma amaçlı kullan ya da şunun için kulan demez.

Bu hususlarda ilim sessiz kalır.

Çünkü hayır ve şer konuları ilme dahil değildir. 

Fakat akıl öyle değil.

Akıl ilimden daha geniştir.

Çünkü akıl hem hayrı hem de şerri kapsar.

Hakkı da batılı da içine alır. 

Önceden "nazari" ve "ameli" olmak üzere iki sınıf aklın bulunduğunu söyledik.

"Ameli akılda" ahlak da vardır.

Bu, kimi zaman yeterli olabilir.

Yani, akıl, hayır ve şerri idrak ediyordur.

Yalnızca böyle bir durumda "Dine ne hacet vardır?" denilebilir.

Bu, doğru bir sözdür.

Fakat burada küçük bir noktayı gözden kaçırmamak gerek ve o da şudur: 

Akıl, çoğu zaman "nefs-i emmare" ye (kötülüğü emreden nefse) karşı boyun eğip teslim olur.

Yani, akıl masum değildir, çevre, eğitim, toplum ve insanların etkisi altında kalır.

Örneğin, Hindistan'daki akil insanlar bile toplumun, ailenin ve de eğitimin etkisi altında kaldıkları için "ineğe tapıyorlar."

Oysaki bu gibi şeyler hurafedir.

Fakat, en yüksek akli seviyede bulunan Hinduların da bu işi yaptıklarını görüyoruz.

Japonlar da öyle. Onlar da Buda'nın kocaman heykellerine tapıyorlar.

Oysaki bunu yapanlara diğer bir boyuttan bakıldığında en yüksek seviyedeki insanlar olduklarını görürüz.

Dolayısıyla akıl, "nefs-i emmare"ye karşı boyun eğiyordur. 

Batı'daki insanlar da aklî gelişkinlik, insan hakları, özgür düşünce, hukukun üstünlüğü vs. gibi şeylerde dünyanın yüksek seviyedeki insanlarından biridirler.

Fakat onlarda sömürü, siyahlara yaptıkları soykırımlar, başka zalimlerin yaptıkları zulümleri onaylama gibi şeyleri de görmek mümkündür.

Oysaki tüm dünya, örneğin, İsrail'in gasıp olduğunu söylüyor ve "İşgalcidir" diyor.

Buna rağmen, Batılı siyasiler o gücü onaylıyor.

Yani, onların akil insanlar olduklarını kabul etmekle birlikte, eğitim ve şahsi çıkarlarının etkisi altında kaldıklarını ve akıllarına onların da etki ettiklerini müşahede etmekteyiz.

Örneğin, Batı'nın akil insanları diyorlar ki:

Sömürünün hiçbir sakıncası yoktur.


Dolaysıyla da onlar, siyah Afrika'dan milyonlarca siyahi insana zorla sahiplenip köle edindi ve götürüp Amerikalılara satıverdiler.

İşte bunlar, aklın sorunlarıdır. 

Fakat din böyle değildir ve bu türden işleri yapmayı yasaklıyordur.

Evet, dinin yasakladığı şeyleri akıl da yasaklıyor, fakat akıl yeterli olmuyor.

Çünkü din daha güçlüdür.

Yani, din, insanı Allah ile irtibatlandırıyor ve diyor ki:

Şayet bunu şöyle yapar isen, Allah senden razı olmaz.


Bundan dolayı da insanda oto kontrol daha güçlü oluyor.

Çünkü insanı yaratan ve onun yaptığı her şeyi gören Allah'tır.

Hatta insan yalnız başına bulunduğu ortamlarda bile suç işlemekten kaçınabilir.

Bundan dolayı nebi bir hadisinde şöyle diyor:

Ben, ahlakın yüceliklerini tamamlamak için gönderildim.


Yani,aklın nezdinde "mekarım-ı ahlak" (üstün ve güzel ahlak) mevcuttur, fakat zayıftır ve bu zayıflığından dolayı da aklın, nefsin oyununa gelmesi mümkündür.

Dinin geliş gayesi de ahlakı güçlendirmek ve ondaki o güzel ve üstün durumları tamamlamak içindir.

İşte dine ihtiyaç bundan ötürüdür.

Yani, dine olan ihtiyaç, ahlakı güçlendirmek içindir.

 

(Devam edecek...)

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU