Devlet ve millet

Gürsel Tokmakoğlu Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Kavramsal bir inceleme yapalım.

Ne nedir, kim nerede neyi inşa etti, politikanın buradaki yeri neresi?

Türklerin devlet ve millete bakış tarzı nedir?

Türkiye Cumhuriyeti hangi özellikleri ve anlayışları öne çıkararak kuruldu?

Hiç kimse Türk’ün Altay’dan çıktığını, Avrasya’nın Türk yurdu olduğunu, Türklerin Ural-Altay dili konuştuğunu unutmasın.

Neden mi?


Türklerin kültürü

Devlet ve millet kavramlarına geçmeden önce kültür esaslı bir konuyu masaya yatırmak isterim. Türklerin durumunu net görebilmek için bugünkü Orta Doğu ve Avrupa’da olanları tanımlamamız gerekmektedir.

Dil üzerinden bir açıklama yapacak olursak, Hint-Avrupa dilini konuşanlar MÖ 2600’lerden bu yana şu anki topraklarındalar. Dönem içinde isimlendirmeleri değişiyor olabilir.

Proto-İtalik, proto-Cermen, proto-Kelt konuşanlardan sonra dil gelişerek İngilizce ve Fransızca oluştu. Bunlar Avrupa coğrafyasındaki toplumlarının tarihinde ve kültüründe olan bir durum.

Örneğin MÖ 400’lere gelindiğinde proto-İtalik konuşanlar Roma, İtalya, gibi ülke isimleriyle anıldılar. Benzer şekilde, proto-Cermen dilini konuşanlar Roma-Cermen, Prusya, Almanya gibi ülke isimlerini aldılar.

Proto-Kelt dili halen Galler’dedir. Türeyen İngilizcenin konuşulduğu yer İngiltere’dir. Türeyen Fransızcanın konuşulduğu ülke ise Fransa’dır. Diğer Avrupa ülkelerini de benzer bağlamla açıklamak mümkündür.
 

Kültürel akış
Kültürel akış

 

Yukarıda ifade ettiğim gibi, bir Fransız, sosyo-kültürel temeldeki konusunu örnek verdiğim gibi MÖ 400’lerde çözmüş ve hemen hemen aynı topraklarda yaşamaktadır. Din veya inanç konusu kültürel dinamikler içinde bir gömlek geriden incelenir. 

Türkiye’deki Türk milleti, yani bizler için durum nasıl?

Ural-Altay dil grubuna bağlıyız. Türkçe dili bize özgü!

Bundan daha temel bir konu olabilir mi? 

Örnekte MÖ 2600 dedim ama aslında Türkler Altay’da (Altaylılar demek de doğrudur) MÖ 20 binlerde de kendi dilini konuşuyorlardı.

Bu bir bilimsel çalışma ödevi. Gerçek şu, proto-Altay dili Asya dilidir, bu çeşitli Türk toplulukları (boylar) için temel dildir. Hatta başka tartışma konuları da var ama ben burada şunu söyleyip geçeceğim.

Proto-Altay dilini konuşan bugünkü Çin, Kore, Rusya, gibi çok coğrafya var. Örneğin bir kısım konuya vakıf Koreliler kökenlerinin Türk olduğunu dahi iddia ederler.

Asya dahil çok coğrafyada Türkler devlet kurdular ve kendi dillerini konuştular, bir ulus bilincine sahiptiler, bunu hiç unutmadılar.

Bu durum MS 400’lerde de böyleydi. Yani Fransızlar için referans ne ise Türkler için de aynı dönemde aynı durum vardı.

İncelememiz gereği tarihi ilerletelim; zaman MS 1071 diyelim. Malazgirt Savaşı ile Anadolu’daki yurt tutma işi somutlaşıyor.

Peki o dönemde Anadolu’da dil neydi? Hint-Avrupa.

Selçuklu Devleti’nde ne konuşuluyordu?

Sarayın dili Farsça etkisindeydi. Yani Hint-Avrupa. İslam dini benimsenmişti.

Bu dinin dili neydi? Sami dili (Semitik – Yahudiler de Semitik, Araplar da).

Türk toplulukları ne konuşuyordu? Ural-Altay dili Türkçe.

Osmanlı Devleti kurulduğunda durum neydi?

Benzer şekilde açıklanabilir. Saray Osmanlıca, millet Türkçe, dil Samice. Osmanlıca içindeki sözcük dağarcığında Farsça daha fazlaydı, yani Hint-Avrupa dilinden sözcükler. Osmanlı, zamanla Avrupa ile daha içli dışlı oldu ve Fransızca konuşulmaya başlandı ki bu da Hint-Avrupa dili. 

Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurulan yeni devlet; bir ulus-devlet, diğer ifadeyle milli-devlet. Dil Türkçe, yani Ural-Altay. Sözcükler muhtelif; Türk, Arap, Fars, Avrupa…

Milletin (ulusun) adı ne? Türk.

Ülkenin (yurdun) adı ne? Türkiye Cumhuriyeti.

Fransız için olduğu gibi söyleyelim, Türk deyince en belirleyici husus ne? Dil, yani Ural-Altay.

Ancak bu arada Fransız ile Türk arasındaki farkı yakalayabildik mi?

Fransız MÖ 400’lerde aynı topraklarda, aynı dilini konuşuyor, bugün MS 2025 yılındayız, Fransızların aklı karışık değil ve biz Fransız milletiyiz diyorlar.

Ya Türkiye’de bazı kesimler için bu karışıklık niye?

Coğrafya değişimi, dil etkisi, din etkisi… Bunun üstesinden gelmek için çaba sarf etmek gerekiyor.

Dinde siyasallaşma ne zaman başladı? Kabaca, Osmanlı’nın sonlarından bu yana var.

Atatürk neyi görmüştü? Din sömürüsünü, taassubu, toplumu bölen düşünceleri; olması gereken yönleriyle, laik düşünceyi, milliyetçiliği, milletin egemenliğini, devletçiliği, Türkçe dilini, Türk tarihini.

Atatürk bu coğrafyayı yurt edinen Türk toplumuna en büyük gücü, bu kültürel yapıdaki sağladıklarıyla verdi. Buna “hars” dedi. Hatta kültürel dokuya işlemiş yanlışlıklar yerine bilimi getirdi. Bilimsel bakış her daim önemliydi.

Yurt, yani ülke meselesi kökleşmekle alakalıdır. Yurt tutmak tamam, ancak bu noktada esas olan, toplumun köklerinden ayrılmaması şartıdır.

Osman Bey, töre gereği devletini bir Türk devleti olarak kurdu, töresi de kültürü de böyleydi. Osmanlı İmparatorluğu 600 yıl hüküm sürdü.

Yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve Atatürk’ün ileri çıkardığı hususlar, çağın icaplarına bağlı olmaktan çok, “öze dönmek” ile ilgiliydi. Dilimiz Ural-Altay. 


Türklerde devlet

Klasik devlet bağlamında Türklerde devlet binlerce yıl gerilere gidilerek, Orta Asya steplerinde kurulan şekliyle açıklanır ve temel özellikleriyle örnek teşkil eder cinstendir. 

Burası iyi anlaşılması gereken basit ama temel bir noktadır: Türklerde devlet esastır.

Nasıl? Steplerde otlaklar asıl ekonomik belirleyicidir, doğaldır ve yaşam coğrafyasıdır. Binlerce kilometre içinde otlakların durumuna göre Türkler göç ederler.

En önemli hususlar; göçü yönetmek, güvenliği sağlamak, bunlarla ilgili stratejik kararları almak, ataların geleneğini sürdürmek, (mevcut ve mutasavver) otlaklara sahip çıkmak ve olabildiğince yeni otlaklar bulmak, yani ülke sınırlarını genişletmek, tehditleri bertaraf etmek, ittifaklar yapmak, töreyi (kanunu) yakınlardakilere de kabul ettirmek ve nüfusu arttırmak ve gücü genişletmektir.

Diyelim bir kaan (han) bu saydığım hususlar çerçevesinde liderliğini fiilen kanıtladı, onun kanatları altına başka beylikler, aileler gelirler ve genişleme bu şekilde olur. 

Bu söylediğim en basit şeklidir. Elbette kolay olmaz bu konu, bazen büyük kavgalar çıkar. Ama mutlaka teşkilatı belli bir devlet vardır.

Dolayısıyla devlet olmak ilk adımdır, ülke ve millet ise onunla vardır. Başka ifadeyle Türklerde ülke, devlet, millet aynı anda vardır. Bu çok özel bir durumdur. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İfade ettiğim gibi bu klasik bağlam. Günümüze gelindiğinde kentler, uluslararası sistem, vs. birlikte düşünülmelidir.

Fakat yine de Türklerin hafızasındaki devlet kavramının esası bu şekildedir. Hafıza buysa bugün modern dönemde bile olunsa değişen olmaz, Türkler devleti esas alır.

Her ne kadar temelleri Selçuklu Devleti’nde atıldıysa da Osmanlı Devleti zamanında en üst seviyede kendini gösteren bir sistem tarifi oluştu. Esasen ne Selçuklu ne de Osmanlı bir din devleti olmadı.

Din devletinin temel özelliği başka dinden olanlara yaşam imkânı vermemesiydi. Halbuki Osmanlı ortak yaşama usullerini geliştirmiş bir devlet nizamına sahipti.

Töreyi devam ettiren lider (kaan, han, daha sonra sultan, padişah) her şartta idarenin öznesiydi. O halde bu bir “töre sistemi” veya rejimi idi. 

Türk geleneğinde töre (siyaset) önemliydi, din değil. Bunu Osmanlı’yı kuran Osman Bey’de de İstanbul’u fetheden Mehmed’de de görmek mümkündü.

Esasen padişahın şahsı, şahsiyeti de önemli değildi, bakın burası önemli; devlet makamı önemliydi. Çünkü burada tabi olunan ve korunan devletin makamıydı.

Devlet-i Âli buydu. Padişahın kendisi de devlet makamının gereklerini yapmak zorundaydı. Töre bunu gerektirmekteydi. Tam anlamıyla; adalet mülkün temeliydi ve mülk bütün unsurlarıyla var olan vatandı. (Kavramsal olarak Romalılar için de adalet mülkün temeli oldu.)

Padişahlık makamının kendisi mülkü temsil etmekteydi, padişahlar ise mirasın idaresinden ve adaleti tesis etmekten sorumluydu. Padişahın mutlaka arkasında güçlü bir hocası (öğretmeni) vardı, Ak Şemseddin gibi.

Bu cümleyi başka biçimde kurayım: Hanın arkasında güçlü bir Aksakal vardı. Danışmak önemliydi. Ama kararları her şartta padişah verirdi.

Ancak zaman içinde her alanda, idarede de yozlaşma artınca buradaki eksikler haliyle devletin idaresine etki etmeye başlamıştı.


Türklerde vatan

Devlet, belirli bir coğrafyada (ülkede) toplumsal düzeni, sosyal refahı, adaleti ve güvenliği sağlamak üzere kurumsal yapılarla müteşekkil bir sistemle idare olunan aygıttır.

Türklerde devlet ülke (vatan) ifadesinin karşılığı “il” kavramıyla açıklanabilir. Ayrıca Türklerin “kağanlık” dediği de anlamı itibariyle devletten söz edilmektedir.

Türklerde kağan (han) devleti idare edendir. Bir topluluğun (burada millet anlamında ifade ediyorum) kadim devlet anlayışına sahip olup olmaması hususu, işte bu şekilde görülebilmektedir.

Tarihte bazı topluluklar devlet kurabilmişler, bazıları bugün bile devlet olma bilincine ve yeterliliğine sahip olamamışlardır.

Bu bir eksiklik veya fazlalık olarak düşünülmemelidir, egemenlik kavramına ve töreye dayalı bir açıklama getirilirse daha doğru olur.

Töre, Türklerde kanun (yasa) ve devlet ile eşit anlamlara gelmektedir. Türklerde olan bu özelliği hassaten işaret ettim. Çünkü özellik itibariyle diğerlerinden faklı bir açıklamayı gerektirmektedir.

Bu nedenle Türk toplumundan söz ederken bu temel özelliği hesap etmek gerekmektedir. Fakat bugün Türkler için devlet kavramının modern anlayışla birlikte okunması gerekir. 

Devlet tanımı Türklerdeki kadim devlet ile bütünleşiktir. Halbuki modern devletin en iyi kurumsal yapısıyla bugüne örnek olması beklenir.

Bakıyorsunuz, bir siyasal grubun içerisinde modern nizama karşı olduklarını ifade edenler dahi çıkabilmektedir.

Eğer milliyetçilikten söz ediliyor ise bunun içerisinde kadim Türk aklı, bilinci, ama bunun modern dünyada en büyük temsilcisi olarak daha kapsayıcı bir devleti ve politikayı savunması gerekir.

Bana sorarsanız bu ayrımı ortadan kaldıran bir politik görüşe sahibim, yani “ezelden ebede” diyorum. Konuya öz değerlerle ama gelişmek üzere olan şekliyle bakmak gerektiğine inanıyorum.


Batı’da devlet ve politik egemenlik

Klasik manada devlet, ülke kapsamındaki millet ile ilgili bir teşkilattır. Avrupa’da ilk dönemlerde kent devletleri, feodal birliktelikler ve prenslikler vardı.

Ülke olarak devletlerin kurulması serüveni Şarlman (hükümdarlık 768-814), Vesfalya (1648) devlet sistemi ve Fransız Devrimi (1789) ulusçuluk kavramı ile açıklanır ve sonuçta ulus devlet terimi ortaya çıkar.

Bu aşamalardan sonra Avrupa’da devlet, modern devlettir. Avrupa’da devletleşen uluslar (milletler) vardır, örneğin Almanya gibi. 

Burada esas olan “politik egemenlik”tir. Yani Batı dünyası için devletin başı da sonu da politika ve egemenlik kavramlarına dayalıdır.

Bu itibarla, meclisler, parlamentolar, partiler, sınıflar, temsilcilikler idareyle bir hukuk üzerine bağlıdırlar ve paylaşarak yönetirler. İmparatorlukların dağılmasıyla beraber devlet yapıları da değişir.

Bu değişime şöyle de denebilir: Soylulara bağlı devletlerden halk egemenliğine dayalı devletlere geçiş. Dönemsel olarak ulusçuluk akımları ortaya çıkıyor (içinde modernite, kapitalizm, vs. olduğunu göz ardı etmemek gerekir) ve Avrupa’da bazı uluslar; politikayla, ortaya çıkan yeni fikir akımlarıyla, medya etkinlikleriyle veya finansman ve diğer kolaylıkların sağlanmasıyla, ama neticede (dışarıdan ve içeriden yapılan) propagandayla bilinçleniyor ve devletleşme yoluna giriyor.

Osmanlı’dan kopan Balkan devletleri bu şekildedir. 

Avrupa’daki gelişmelerde görülen devletleri iki grupta incelemek mümkündür: 

  • İlki, kral esaslı rasyonel devlet çatılarının oluşturulması. Burada krala ait imkanlar var (hukukçu, diplomat, asker, vs.) devletleşme buna göre hızla yapılabiliyor.
     
  • İkincisi ise, kültürel toplulukların (ulusların) desteklenerek harekete geçirilmesi. Buradaysa motive edilen kesimler ve yeni teşkil edilen idari anlayışı gerektiren hususlar var. 

Avrupa’da ekonomik çıkarları ve buna dayalı yaşamı düzenleyen toplumsal sınıflar oluşmuş haldedir. Bunlar köylü, işçi, aristokrasi, vs. Bu somut yaşama karşılık gelen hukuki gelişmeleri de beraberinde açıklamaya yeterlidir.

Batı’da devletlerin kuruluşu ve ruhu itibariyle bu yapı, duygusallıktan uzak, bu şekliyle anlaşılır, bilim ve teknolojiye açık yönleriyle temayüz etmiştir. Buna bağlı olarak modernleşme de kendiliğinden gerçekleşebilmektedir. 

Modern dönemin bu yapısı ile dünyanın pek çok yerinde devletleşme meydana geldi. Sömürgelerden devlete dönüşenler, dağılan Sovyetlerden bağımsız olanlar, politik esaslı kurulan devletler, vs. sonuçta doğal ve yapay devletlerden kurulu bir oluşum tarif edilmektedir.

Biri diğerine benzemez dediğimiz gibi, klasik dönemden bugüne bakıldığında; etnik-milliyetçi devletler, çok-milletli devletler, ümmet esaslı devletler, ideoloji esaslı devletler, despotik devletler ve ulus devletler gibi değişik idari yapılardan söz edilebilir. 

Bugün bir Birleşmiş Milletler var. Burada elbette işlevini tartışmıyoruz. Yapıya bakalım: Birleşmiş Uluslar, Uluslararası Örgütler (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Merkezi, vs. olmak üzere) Uluslararası Sistem.

Bu sisteme, ulus devletlerin kazanımları gözüyle bakılmaktadır, ki imkanları, hukuku, anlaşmaları, vs. belirginleşmiş bir yapı halindedir.

Zaman içinde değişimler sürmüştür. Ulus devlet, cumhuriyet, modern devlet, halkın egemenliği, vatandaşlık, hukuk devleti, sosyal entegrasyon, derken Batı dünyası demokratik cumhuriyet sistemlerini kurmuştur.


Türklerde modern devlet

Orta Asya coğrafyasında iken Türklerde toplumsal sınıflar yoktur.

Fakat Türkler, Anadolu’ya, Batı’ya, kullanılan tabirle Rum coğrafyasına, geldikçe mevcut toplulukların kültürlerinin, bu itibarla sahip oldukları toplumsal sınıfların devlet idaresine yansıması ister istemez söz konusu oldu.

Özellikle Avrupa kıtasında genişleyen Osmanlı’nın topraklarındaki yerel yapılar sınıf temelli idi. Ama Osmanlı Devleti onları kendi idaresine bırakarak, iç işlerine karışmamayı esas aldı.

Batı’da sistem sınıf temellidir. Osmanlı zayıflayınca, Batı’dan borç, teknoloji, akıl, eğitim, yöntem (ticaret, gümrük, sigorta, vs.) almaya başlayınca hukuku da almıştır.

Bu sistem bazlı ortaya çıkan bir nevi çelişkili durum önemlidir.

Şöyle:

  • Nizam sarsılmaya başlamıştır. 
  • Denge, Batı medeniyetinin etkisinde tecelli etmektedir. 
  • Egemenlik gücü ise tedricen padişahtan alınmaya ve Batılı olanların nüfuzuna verilmeye başlanmıştır. 

İşte bu noktada "Atatürk ne yaptı" diye sormamız gerekir.

Atatürk şunları yaptı:

  • Yukarıda işaret ettiğim bu toplumsal çelişkiyi ortadan kaldırdı, güncel hukuk sistemini kurdu, fabrikalar kurulmaya başlandı, olabilecek sınıfların gelişimi için ön açtı, halkın ve dolayısıyla ülkenin egemenliğini esas aldı, Türklerin var olan karakterine uygun sistemi modern icaplarla birleştirdi… 
     
  • Türklerin baki kalması için problemi çözdü. Beka için gerekeni yapmak üzere devletin yüce makamın kurgusunu millete dayandırdı. 
     
  • Atatürk devleti meclis ile kurdu ve meclis ile geliştirdi (TBMM). 
     
  • Köklü Türk medeniyeti vardı ve modern döneme göre vaziyet aldı. Böylelikle, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın sonlarındaki tartışmalar üzerine gelişen ve bize kadar yanlış aktarılan cinsten “Batıcı” değildir, “özgün” bir modeldir. 
     
  • Atatürk bir modern ulus devlet sistemi kurdu. 
     
  • Milletin değer ve has anlayışları “emperyalist” Batı’nın eline geçmedi. Emperyalistler halen emperyalist idi. (Bugün de öyle.) Hatta bizim kutsal vatanımızı işgal etmişlerdi, dünyayı sömürgeye çevirmişlerdi, bu gerçekler değişmezdi. Ama dünyada sistem buydu. Japonya için de buydu, Türkiye için de. Kutsal olan vatandı ve bu uğurda Kurtuluş Savaşı’nda gerekenler yapılmıştı, üstüne barışta yapılması gerekenler de belliydi. 
     
  • Anti-emperyalist mücadele güçler arasındaki mücadeleye dayanmaktaydı ve bu güç mücadelesi modern icaplarla yapılmalıydı. Güçlü olmadan egemen dahi olunamıyorken, dünyada söz sahibi olmaya yarayışlı ne değer katılabilirdi ki? Değer üretmek gerekmekteydi. Bunun için de uygarlık yarışına girilmeliydi. Esasen Atatürk’ün “asıl savaş” dediği de buydu.

Türkler için tarihte Asya, Kafkasya, Orta Doğu, Avrupa içleri, ülke toprakları olarak üzerinde devletler halinde yaşam sürülen coğrafyalardır.

Asli unsur ve liderlik Türk’tedir, zaman zaman çok milletli ülkeler halinde bir idari sistem kurulmuştur.

Örneğin Hun İmparatorluğu nasılsa, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları da böyledir. Dönemsel bakmak gerekiyor. Sistemlerin yarattığı çekim (güç) alanları doğrultusunda değişimler oluyor.

Toprakları işgal olan Osmanlı’dan sonra bir Kurtuluş Savaşı veriliyor, yani yok olma noktasından hareketle bir filizlenmeden söz ediyorum.

Bu filizlenme ile yeni Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kuruluyor ve bugün diğer uluslar gibi uluslararası sistemin bir üyesidir. 

Peki bu yeterli midir?

Hayır, çünkü:

  • Türkler, her ne olursa olsun, kendi kontrolünde olmayan bir sistemin parçası olmayı hiç hazmedemediler, hazmetmezler de. Zira bağımsızlık, özgür ruh, Türklüğün özünde var.
     
  • Zaman değişiyor, yenilikler geliyor, zamanın icaplarını yakalamak ve hatta hepsinin önünde olmak için bir mücadele vermek gerekiyor.

Kültür

Kültür demek ulus demek değildir. Kültür yaşamla ilgilidir. Ulus ise bir sistemdir. Ulusun içinde bir veya birden fazla kültür olabilir. Ancak köklü ulusların zaman içinde geliştirdikleri kendine has kültürleri olmaya başlar.


Kabile

Kabile en basit (ilkel) bir topluluktur. Ailenin genişlemesi veya birkaç ailenin belli bir amaç için (örneğin güvenlik) bir araya gelmesiyle oluşur. 

Kabile ulus demek değildir. Ancak zamanla (binlerce yılda) kabileden kavim ve ulus oluşturulduğu da görülmüştür. (Örneğin Yahudiler ve İsrail devleti.)

Günümüzde kabile (veya aşiret) üzerine maddi değerler yüklenerek dışarıdan katkıyla organize olmaları sağlanabilir ve ender de olsa ulus yaratılabilir.

(Örneğin BAE, Katar, her ne kadar özerk statüde ise de yakın bir durum Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi. Bunlara proje devlet ve ulus da denebilir, çünkü çıkar odaklıdır, ABD ve İngiltere başta -bir dönem SSCB de buna dahildi- petrolle işi olan güçlü ülkelerin himayesiyle oluşturulmuşlardır.)

Tarihte devlet olamamışlara ve tarihinde başka milletlere hizmet etmişlere verilen değer bellidir, üstünü söyleyenler ancak onlar gibi olanlardandır.


“Biz”

Latincede “nat” kökünden gelen (veya “nasci” olarak bilinir), “doğmak” manasında olsa da kullanılış bakımından, “doğan bizler”, kısaca “biz” diyebileceğimiz bu terim, daha sonra Batı dillerinde nation (nasyon) ve national (nasyonal) olarak gelişmiş ve yerleşmiştir. Yani bu terim, “bizden olanlar” manasına gelir. 

Roma İmparatorluğu zamanında nasyonaller, Romalı olanlar, bu imparatorluk sistemine katılmak isteyenler veya “bize dahil olanlar” idi. Elbette eski ve örneklediğimiz gibi Roma dönemlerdeki açıklamalar içerisinde devlet bahsi daha öndeydi. Devlet bir sistemdi ve bu sistemin içinde olmak ulus demek oluyordu. 

Ulus tanımını daha ayrıntılı ele almamız gerekiyor. Zira hem kültürümüzdeki ayırıcı yönüyle hem de beynelmilel anlamıyla, ki bu bir “sistem” tarifidir, etraflıca bilinmesi gerekiyor.


Kavim

Kavim (kavm), aynı soydan gelen, töre, dil ve kültürleri bir olan insan topluluğudur ve millet için bu klasik bir tariftir. Hatta “kavmiyetçilik” terimi de vardır. 


Millet

Arapçadaki “millet” sözcüğünün karşılığı “bizim soydan doğanlar, bizim kültürümüzden olanlar” şeklidir. Bu klasik halk veya klasik kavim ifadesidir. 

Yani “klasik” tarzdaki ifadeyle ulus ile millet aynıdır. Modern tanımla ulusun daha detaylı özellikleri vardır.

Kültür bazen etkili olabilir. Dini tema toplulukları bir araya getirmek için kullanılmıştır.

Örneğin hem Yahudiler hem Müslümanlar için bu tarz millet açıklamaları yapılabilir.

Bu itibarla Arapçada, “ümmet” sözcüğüne bakıldığında, “bizim gibi inananlardan oluşan toplum” demek olur.

Kimseye ters gelmesin, konuya Samice sözcükler ve kavramlar bağlamında bakılmalıdır.

Klasik, önceki veya ilkel devlet modellerinde (veya zamanlarında), millet ve ulus aynı anlamda kullanılmıştır.

“Roma devleti” demek, “Roma halkı” veya “Roma ulusu” demek anlamına gelmiştir.

“Türk devleti” dediğinizde, içinde neredeyse tamamı Türk boylarından müteşekkil bir yönetim sisteminden söz edildiği için, buna “Türk milleti” de denmiştir. 

Fakat modern zamanların “modern devlet” anlayışları için bu açıklama yeterli gelmemektedir. Halen devlet ve ulus ayrı tariflerdir.

Eğer kavramlar karıştırılırsa, örneğin milliyetçilik, klasik kavmiyetçiliği (ırkçılığı) ve klasik devlet özlemini açıklarsa, kullanım “dil” olarak geçerlidir, ancak “politika” açısından bu tartışmalı hale gelir. 


Ulus

Esasen ulus, 18’inci yüzyıldan itibaren toplumun modernleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi adına sürdürülen politik faaliyetlerin bir sloganı haline gelmişti. 

Genel bakışla “ulusçuluk” derken şu kastedilmektedir: Politika olarak modernleşmeyi ve rasyonel yönetim şeklini kabul ettim ve savunacağım!

İşte burada liberal, laik, modern bir ulus devletten, yani Fransız Devrimi ilkelerini sistemleştiren cumhuriyetten söz edilmektedir.

Özelde ise sistem, özgün şekilde tasarlanmış haldedir. 

Bakalım:

  • Bir anayasa ile tarif edilen devlet, ülke, kurumlar, değerler, vs. vardır, 
  • Özgürlük ve eşitlik temel noktalardır, 
  • Ülkenin ve milletin egemenliği esastır, 
  • Kültürel karakter asla göz ardı edilmemektedir, 
  • Baki kalmak üzere bir amaç vardır, 
  • Devletin yönetilmesi millet iradesine dayandırılmıştır.

En kolay, kapsamlı, ama en doğru “ulusçuluk” tanımı ne şekilde yapılır?

Şöyle:

Ulusun sınırlarını, yönetim biriminin sınırlarıyla eşleştirmek için tasarlanmış kolektif eylemdir. 

Ulusta; ortaklık, duygudaşlık, dayanışmacılık, birliktelik için arzu duymak, ortak değerlerle yaşama, kolektif bilinç hali, bütünleştirici, sosyal bilinçlilik, yüksek organizasyon kültürü, gibi özellik veya amaçlar vardır.

Ancak bunun üzerine bir de modern ve rasyonel özellik ve amaçlar eklenmiş haldedir.


Uluslararası sistem

Ulus kavramında modern ve rasyonel kavramları neden önemli?

Batı kültürü birçok değişimi, ilerleme yolunu belli bir mücadele sonucunda kazanıyor.

Burada olmayan yok: Keşifler, buluşlar, Aydınlanma, felsefe, sanat, edebiyat, bilim, teknoloji, sermaye, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, cumhuriyet, demokrasi, savaş, kazançlar ve kayıplar… 

Bugünkü dünyada, 21’inci yüzyılda uluslar, bu zamana kadar elde edilen kazançların ve kayıpların kendilerince yorumlarını yaparak kendi politikalarını uyguluyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ülkeleri, Birleşik Krallık, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, vs. hepsi için modern ve rasyonel yaklaşım var ve bir ulus olarak politikalarını yönlendiriyorlar.

Hatta “uluslararası sitem” bu bakımdan işletilebiliyor, bunun içinde söz sahibi olmanın bir mücadelesi veriliyor. Küreselleşme bu noktada devreye giriyor ve yenilikler bunun üzerine veya içerisine etki edecek şekilde gelişiyor.

Uluslararası sistem de buna bağlı olan bir “sistemlerin sistemi”dir. Başlangıçta Batı tarzı bir model olarak ortaya çıksa da dünyada gelişmişlik ve kalkınma bağlamında örnek bir sistemdir, içindeki kurumları (örgütleri) birbirine bağlayarak gelişmiştir, bu sistem dünyada halen tektir, birbiriyle entegre olarak çalışır, (tartışılsa da) bir hukuku vardır, ulusların tam demokrasiyi kabul edip işletmelerini kabul etmektedir. 


Modern Türk ulusu

Atatürk modern bir ulus inşasına girişti. Ulus devlet kurdu, modern ve rasyonel yaklaşımlarıyla kendi devrimini yaptı.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezine de “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişiyle temellendirilen “milleti” koydu. 

Atatürk’ün millet (veya ulus) tanımı gayet basitti:

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.


Akıllıcaydı! Çünkü:

  • Bu devleti veya ülkeyi kuran demiyordu, “Türkiye Cumhuriyeti”ni kuran demekle, cumhuriyet içinde olması gereken modern özellikleri ve yapılan devrimleri de işaret ediyordu. 
     
  • “Halk” demekle bir gerçeği işaret ediyordu, Osmanlı bakiyesi bu topraklarda yaşayan insanların ırki ve dini esasta farklı kimliklerden ve hatta kültürlerden oldukları belliydi. Ama kurtuluş iradesi gösteren bu “kurucu halk”, sadece birisi için değil, hepsi için, ortak olmayı arzulayarak silahı eline alıp işgalcileri kendi topraklarından atmayı başarmıştı. 
     
  • Atatürk demiyordu ki, siz milliyetçi olamazsınız! Milliyetçilik diğer bir konu. Hatta Atatürk kendi mensubu olduğu Türk milletinin köklerini arıyordu, gelişmesine ait kapıları açıyordu. Türk kültürünün güçlenmesine dönük adımları atıyordu. Gençliğe hitabında, “… muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” derken mesajının “asil Türk ülküsü” bağlamında açıklandığı da görülmekteydi. Burada hassaten, derin “Türk kültürü” ve “Türk milliyetçiliği” temaları vardı. 
     
  • Atatürk “evrensel medeniyet” üzerine bir yaklaşımı ifade ediyordu ve “İslam da (hatta başka dinler de) bu bütün insanlığa şamil evrensellik içerisinde yer almalıdır” diyordu.

Vatandaşlık

Modern ulus devletleri ve uluslararası sistem için vatandaşlık şarttır.

Ulusçulukta bireyin gelişimi ve eğitimi esas alınır.

“Vatandaşlık” o ulusu tanımaya dönüktür. Vatandaş olmak için ulus için gerekli ortak yeterliliklere bakılır.

Dil bilmek, kanun önünde eşitliği kabul etmek, ortak ideallere sahip olmak, kültürel zenginliği kabul etmek, gibi ortak değerler esas alınır.

Bireyin ve devlet sisteminin birlikte modernleşmesiyle beraber demokratik bir güçle idare birlikte yönetilir. 

Ulus devlet ve uluslararası sistem, öncelikle insanı, üretim-tüketimi ve bireyler, topluluklar, ülkeler arasındaki alışverişi düzenler, kontrol eder.

Bu maksatla her türlü sınırların, çeşitli kişi ile örgütlerin görevleri ile yetkilerinin, başka ifadeyle hukukunun belli olması gerekir.

Buna bir ulus (nation) içinde, daha ziyade civil faaliyetler için vatandaş (citisen) şeklinde bir tanım getirilir.

Burada nation ve civitas birbirinin aynı değildir. Millet vardır, ancak vatandaşlık verilir.

Basitçe, diğer milletten (veya halktan) da olsa bir vatandaşa, sen de bizden ol veya oldun, denir.

Üstelik ona bazı yükümlülükler eklenir. Devletler hakkı olanlara vatandaşlık (citisenship) verirler.

Bu bir kimlik veya uluslararası sistemde (sınır geçişlerinde kullanılmak için diyelim) pasaport ile kayıt altına alınır ve vesikalandırılır. Yerel hukuk kimliğe (identification), uluslararası hukuk ise pasaporta (passport) bakar. 

Burada tarif etmeye çalıştığım bütünlük içerisinde kullanılan sözcükler vatan, vatandaş, vatandaşlık, ulus, uluslararası sistem, kontrol, kimlik, sınır, hukuk, şeklinde açıklandığından genel bir sonuç çıkarmak mümkündür: İnsanı veya topluluğu sınırlamak, kontrol etmek, kolay, sorunsuz ve politikaya uygun biçimde yönetmek.

Bir de buna karşı olanlar çıkacaktır, haliyle. Karşı olanlar, çoğu kere hukuk dışı davranışlar sebep gösterilerek, zan altına alınırlar.

Modern dünyada bu kimlik konusu daha da ilerilere gitmiş haldedir. Bu manada her bireyin kimliğinin yanı sıra, akıllı telefon numarası, internet hesabı, banka hesabı, yaşam biçimi ve statüsüne dair kanıtları veren sosyal medya uygulamaları, araç plakası, konut ve işyeri bilgileri bulunmaktadır.

Her ne kadar bunlar birer kimlik gibi görünmese de sonuca bakıldığında bireyin kontrolüne ve yönetilmesine kolaylık sağlayan kimlikle irtibatlı araçlardır.

O halde vatandaş, her şartta ne yaptığı veya yapabileceği konusunda üzerinde ölçüm yapılabilen ve kontrolü sağlanan haldedir.


Milliyetçilik ve politika

Ulus ve millet kavramları kendi özünden hareketle açıklanabilir. Ancak milliyetçilik veya ulusçuluk dediğimizde kastedilen nokta değişmektedir, burada politikanın kabul edilmiş ve savunulan bir yönü vardır.

O halde milliyetçilik derken, o kabul edilen politikayı da gözeterek açıklama yapmak gerekir. Yani millet ile milliyetçilik ilk bakışta sizi aldatmamalıdır. Kastedilenlerini dikkate alırsanız aradaki fark bir hayli önemlidir.

Bunu göz ardı ederseniz de “vatan, millet...” derken kimi, neyi beraberinde savunuyorsunuz, “siz mi, diğeri mi” savunuyor, karışıklık çıkar, bu dikkate değer bir durumdur ve oldukça hassastır, özellikle Türk milleti ve milliyetçiliği gibi konular için. Atatürk bu konuyu özellikle dikkate almış bir liderdir.

Ulusçulukta neler var? Modern, rasyonel, laik, cumhuriyetçi düşüncede olmak, tam demokrasinin gereklerini yerine getirecek kültüre sahip olmak, devleti bir aygıt olarak görmek, bireyin eğitimini ve toplumun kültürünü üste çıkarma hedefini savunmak, bilimsel yaklaşımlara dair ilerlemeyi kabul etmek, gibi hususlar yer almaktadır. 

Bunu da saptıranlar yok değil! İdeolojik ve çıkarcı yaklaşımları öne çıkartarak ulusçuluğu kendi politikasıyla açıklayanlar var.

Peki milliyetçilikte neler var? Milliyetçiliğin savunulan, kabul edilen ve hayata geçirilen bir politika şeklinde ifadesi söz konusu olmalıdır.

Bu haliyle bile başka politik yaklaşımlara göre karşısına alınan bir durumun da kabul edilmesini gerektirir. Başka ifadeyle milliyetçilik, akılcı ve köklü bir “anlaşma” yolunu değil, “diğerine üstünlük kurma politikasını” içerir.


Devlet kurucu milliyetçilik

Örneğin, kendimizden vereyim. Şöyle: Selçuklu’dan sonra Osmanlı kuruluyorken “devlet kurucu” özelliği taşımaktaydı. Anadolu’daki beyliklerin Osmanlı’nın kanatları altına girmeleri süreçleri hep bu şekildeydi. 


İridentist milliyetçilik

Daha sonra “genişleme” dönemi geldi. Bu toprak kazanmak üzere olan bir süreci işaret etmekteydi. Ancak böylesi bir toprak kazanımında farklı din ve etnik kimlikten olup olmamaya bakılmazdı, amaç egemenlik sahasını geliştirmekti ve neticede adaletle hükmetmekti.

Hatta Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alması ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun gücünü de kendine katması durumu böyle açıklanabilirdi.

Yavuz ne yaptı? Halifeliği aldı ki bunun anlamı, kavramsal haliyle genişlemek, idare etmek ve güçlenmekti.

Fatih ne yaptı? Fetihle beraber İstanbul’daki Ortodoksları bilinçli bir biçimde korudu ve kolladı, hatta kendi politikası içerisine bu hususu yerleştirdi.

Osmanlı’nın Yeniçeri sistemi ve tebaanın durumu bile buna göre gelişti. Amaç “güçlü” olmaktı. Devletin güçlü olması esastı.

Buna “irredentist milliyetçilik” denir. Yani ülkenin genişlemesi ve güçlenmesi için yapılan milliyetçiliğin tanımı budur. 
 


Kapsayıcı milliyetçilik

Bugün dünyada kapsayıcı tanımına haize en ileri sistem Amerika Birleşik Devletleri’ndedir.

Kuruluşu, anayasası, içindeki halklar, modern-kapitalist sistemi, vs. özellikleri tam olarak kapsayıcı özellikleri taşımaktadır. 

Örneğin bir göçmen gelir, vatandaşlık almak ister, belli bir süreçten sonra vatandaşlığı hak eder, sonra da Amerikan Ulusuna tabi olur, onun yasalarına, değerlerine, kültürüne ve ülküsüne göre hareket eder.


Yurtsever milliyetçilik

Gelelim yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne. Kurtuluş Savaşı verildiğinde ortada bir Türk milleti var mıydı? Evet.

Peki, bu milletin iradesi ne yöndeydi? Bağımsızlık, esarete düşmemek, tarih sahnesinde var olmayı sürdürmek.

Başka? Gelişmiş milletler gibi güçlü olacak imkanlara hızlıca kavuşmak.

Bunun yolu neydi? İlk bakışta “yurtsever milliyetçilik” demek mümkün. 

Neticede bugün Anayasanın 66'ncı maddesine bakıldığında şöyle demektedir:

Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği startlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.


O halde halen bir “vatandaşlık milliyetçiliği”nden mi söz edilebilir?

Çelişkili durum varsa nedir?


Atatürk ne demişti? 

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.


Burada “millet” tanımını aramadığımıza göre (ki onlar bellidir; Anayasa’daki vatandaşlık tanımı millet tanımıdır, keza Atatürk’ün daha önce incelediğimiz tanımı da milletle ilgilidir,) bizim için hangi milliyetçilikten bahsedilebilir?

Bu durumda kendine “milliyetçi” diyenlere bakılması gerekiyor. 

İşte bu noktada üçe bölmek gerekiyor. Şöyle: 

  • Birincisi, “köklü ve klasik” Türk milliyetçiliğini, 
  • İkincisi, “kültürel politikalara” bağlı milliyetçiliği ve 
  • Üçüncüsü, “modern milliyetçiliği” (ulusçuluğu) savunanlar. 

Yine mevcut anayasanın değişmez maddelerinden ikincisi olan Cumhuriyetin niteliklerinde tarif edilir, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı”.

Şöyle: 

Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. 1


Burada yer alan kavramları işaret edeyim: Cumhuriyet, millî dayanışma, adalet, insan hakları, Atatürk, milliyetçilik, demokrasi, laik, sosyal, hukuk devleti.

Bunlar yeterli özelliklerdir. Öyleyse Türk milliyetçiliği, esas “ulusçuluk” bağlamına karşılık gelen özellikleri kapsar. 

Atatürk köklü Türk milleti üzerinden güçlü bir ulus yaratmakla ilgilenmiştir, eğer buna da milliyetçilik diyorsanız, “kurucu milliyetçilik”ten başka bir şey değildir. Üstelik Atatürk kurduğu yeni bir ülke ve parti ilkeleri içerisine “milliyetçilik” konusunu özellikle yerleştirmiştir. Demek ki Atatürk kurucu milliyetçilik için özel çaba sarf etmişti.

Atatürk şöyle der:

Biz Türk’üz; tam manasıyla Türk’üz. İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kafidir. Asya için ve Avrupa için bizim kanunumuz aynıdır. Dostlara sahip bulunmak; istiklali tamımızı muhafaza etmek, her şeyi Türk cephesinden mütalaa etmek. Bu realist görüştür; Osmanlı İmparatorluğu’nu mahveden ideolojiye tepkidir. 2


Şu ana kadar işaret ettiğim ve bundan sonra da işleyeceğim tüm ifadeler Atatürk’ün bu kısa açıklamasında mevcuttur.

Sıralayayım: Biz, Türk olmak, Müslümanlık, dünyadaki uluslarla barışçı biçimde hareket etmek, bağımsızlık, muhafazakârlığın ne olduğu, Türk milleti olarak bir özel tarif yapmak, realist olmak, Osmanlı’nın dağılmasında realist yaklaşımdan uzaklaşılması.

Ayrıca 1937 Anayasasına (1924 Anayasasına yapılan değişiklikle) milliyetçilik husus girmişti. Konu hakkında Şükrü Kaya şöyle bir açıklama yapar: 

Bizim milliyetçiliğimiz, medeni beşeriyet içinde onun esaslı bir unsuru olarak insanlığın yükselmesine ve yücelmesine (ilâ ve tealisi) ve bütün dünyayı mesud ve müreffeh yaşatmaya yönelik bir milliciliktir. 3


Burada öne çıkan noktalar; medeniyet, insanlık, ilerlemek gibi Türk milliyetçisiyken insanlıktan, dünya medeniyetinden ve evrensel esaslardan bahseden akılcı düşüncelerdir. O halde yukarıda Atatürk’ün söylediklerine bunları da eklemek gerekmektedir.

Bir daha gözden geçirelim: Millet zaten var olandır ve bununla ilgili yaklaşımlar farklıdır. Milliyetçilik ise politika gereği bir ifadedir.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren bilinen şekliyle ulusçu bir yaklaşımla, ancak bir Türk kimliğine dayanarak, bir “bütünleştirici” (kaynaştırıcı) milliyetçilik tanımını yapar. Bunun dışındaki tanımlar da politiktir, ilgili politik kampların açıklamalarıyla vücut bulur. 

Diyeceksiniz ki politika nasıl bir şey?

Böyle!.. Bir ülkede kuruluş felsefesinden uzaklaşmak veya ona karşı olmak da bir politikadır. 

Ama şu var, her ne olursa olsun bugün genele bakılırsa, Türkler için milliyetçi bir görüş hakimdir, önemsenir; bu kafatasçılık veya ümmetçilik değildir, kültürel mirastır, özde var olan köklü anlayıştır.

Asya’daki ve Avrupa’daki Türkler için de bu böyledir. Hatta Türkler devletçidir. Türk Milliyetçiliği böyledir. İnsanlıkla barışıktır, evrenseldir ve medeniyetin gelişmesi için rasyonel biçimde hareket edilmesini ifade eder. 


Politika

Faşist politikalar insanlıkça terk edilmiştir, bu noktalarda bulunanlar bu gerçeği bilmeliler. Radikal dini eksendekiler tehlikelidir, bunlardan ne tür fayda beklenebilir ki?

Bu bir mücadele biçimiyse, açıkça görülmelidir: Bu bir savaş ilanıdır, yani bir dostu ve düşmanı vardır.

Diğer düşüncelerin her biri politika içerisine yerleştirilebilir; ancak bu kez insanların ilerlemekle mi gerilemekle mi ilgili olan değerlendirmelerinin öne çıktığını görmeniz gerekir.

Günümüzde “aşırı milliyetçilik” veya diğer “aşırı hareketler ve fikirler” giderek tırmanıyor ise bunun sebebi yine insanlığın geldiği noktayla açıklanabilir.

Demek ki genel bakışla gidişat insanlığı yoruyor, üzüyor, mutlu ve güven içinde olmaktan uzaklaştırıyor. Buna dair politika yapmak gerekir, milliyetçilik söz konusu olsa da.

Değil mi ki uluslar kendi çıkarlarını gözeterek politika yapıyorlar, o halde bizim savunacaklarımız içerisinde herkes için “geçerli” ve “akılcı” bir çözüm önerisi olmalıdır. 

Orta Çağ’a gelindiğinde Avrupa’da ulus kavramından kastedilen daha çok devlet olmaktı. Fransız Devrimi (1789) ile birlikte ulus kavramı yavaş yavaş, değerlerin birleşmesine dayalı “biz” formatına girmeye başladı.

Ne demek bu?

Avrupa’dan başlayarak dünyada ülkelerin siyasi sınırları belli özelliklere göre belirlenmeye başladı ve bu sınırlar çerçevesinde kapitalizm başta değerleri yükselten anlayışlar kendi gelişimini sağlayabilecek ortamı buldu.

Başka ifadeyle, Avrupa ve daha geniş açıklamayla Batı dünyasının gelişmesinde ulus-devlet belli bir sistemle birlikte şekillendi.

Sistem neydi?

Cumhuriyet, laik devlet, modern toplum, vs. özelliklere dahildi. Burada siyasi sınırlar içinde belli özellikler denilen konular bulunuyor.

Elbette en başta etnik, din, dil, kültür, gibi ortak değerler var ama sistem ölçüsünde bakılırsa birlikte gayreti meydana getiren ortak payda ifade edilmeliydi. 

Avrupa’da ilk kapitalist ulus-devlet, bir İspanyol sömürgesi olmaktan kurtularak bağımsız olan Hollanda idi. 

Bugüne gelindiğinde açık biçimde görülebilir, ulus-devlet ve bunun devamındaki uluslararası sistemin hukuku öne çıkaran ve çıkarları gözeten ve arttıran tarzda olması boşuna değildi.

Ülkelerin sınırları belli olduğuna göre buradaki değerlerin arz-talep döngüsü içerisinde işlem görmeleri, mali birçok faaliyetin hesaplanması ve kontrolü, vergi, gümrük, vs. veya bankacılık, sigorta, vs. hususların uygulanması söz konusu oldu.

Neticede mülkiyet üzerinden kazanım elde etmek her dönemde vardı ama Fransız Devrimi sonrasında kapitalizmin kuralları geliştikçe ulusları ve uluslararası sistemin de kuralları gelişti.

Bugüne dair somut bir hatırlatma: Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump bir “ulusalcı” politikalar gereği dünyaya ama en çok rakibi Çin’e karşı tarifeler üzerinden saldırırken, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Xi Jinping “ulusalcı” politikalar ile aynı şekilde tarifeler üzerinden karşı saldırıda bulunuyor.

ABD de Çin de temeli ulus-devlet olan yapılara sahipler. Demek ki ilk ulus-devletlerden bugüne değişen bir şey yok. Ülkelerin politikaları, kapitalist kurgunun içinde muhasebeleştirilen ve hukuki çerçevesi oluşturulan (ticari hukuk, uluslararası hukuk vs.), döviz, faiz, yatırım, hisse senedi, borsa, banka, sigorta, risk, gümrük, vergi, gibi pek çok işlem konusu üzerinden sürdürülüyor.


Özgün ulus devlet

Özgün ulus-devlet fikrinde ne vardı? Atatürk şöyle düşündü ve inşa etti: 

  • Türk milliyetçiliğinin temelini, doğaldır ki, Altay’dan başlattı. Tarihte ilk var olduğu zamandan başlayarak esas aldı. Bu amaç için Türk Tarih Kurumu’nu kurmakla bilimsel araştırmaları öne çıkardı. 
     
  • Üniter (kaynaşık) bir ulus-devlet inşa etti ve bunun tanımındaki ulusu ise “bu ülkeyi birlikte kuranlar” şeklinde açıkladı. 
     
  • Cumhuriyet ile bütünüyle halk iradesi esas alındı. 
     
  • Laiklik ilkesi boşuna değildi. Osmanlı’nın zaman içinde değişerek bir şeriat devleti olmasının sakıncaları görülmüş idi. Din sömürüsünün etkilerinin görülmesi sadece içeride değildi, bu yolla sömürgeci ve emperyalist akıl, fazlasıyla kolaylık elde edebilmekteydi. Devletle ve gerektiğinde toplumun içindeki bazı odaklarla istediği gibi oynayabilmekteydi. 
     
  • Atatürk rakiplerinin Batı’da olduğunu işaret etti. Hatta kimlerle, hangi usullerle mücadele edileceğini, buna göre ne gibi bir yeterlilik ve kapasiteye sahip olunması gerektiğini tarif etti. 
     
  • Devletçilik ile milli özel sektörü ve devlet işbirliğini esas almıştı. Her açıdan kendine yeterli üretken bir ülke olsun istenmişti. Milli bankacılık ve maliye teşkilatını güçlendirmişti. Derhal Osmanlı borçlarından kurtulmak ve bunun esaretten (kapitülasyonlardan, Düyun-u Umumiye’den, sömürgecilikten, kapitalizmin ve emperyalistlerin baskısından) kurtulmak olduğu fikrinin kabulü gibi çok önemli adımları atmıştı. 
     
  • Barışçı bir dünya istenmiş, en azında barış içerisinde bir bölgesel sistem kurulmasını sağlamıştı. 

Bakın, burada sınırları belirli bir ulus-devlet var, bu devlet modern icaplarla donatılmış halde, ama özgün! Eğer Atatürk dengeli politikaları dikkatle inşa etmeseydi.

Burada “özgün” derken neler kastediliyor; eğitim sisteminden tutunuz, kooperatifçiliğe varana dek, belli uygulamalar var ki bunlar o dönem için gayet ilericiydi, bize aitti ve gelişmeye imkân sağlamaktaydı. Atatürk zaten devrimci olmayı da bu nedenle ifade etmişti. 

Bugün ne gerekiyor ise onu yap! Devrimcilik içinde reformculuk ve revizyonizm hep var. Hele hele konu ekonomi, giderek kökleşen ve yaşamın her alanını etkileyen küreselleşmeden söz ediliyor ise zamana uygun gerekli adımlar atılmayacak da ne yapılacak?

Hatta politika gözlüğüyle bakın, bu toplumları lime lime eden çok çeşitli etkileşimler içinde birlik beraberlik içinde kalınmaz ise bir proje konusu olmak mı tercih edilecek, bu açık bir şekilde görülmeyecek de ne yapılacak?

Geçmişin değerlerini zamana uydururken unutulmaması gereken husus, daha da güçlü olmaktan öte bir şey değildir. Hani diyoruz ya, emperyalistler diye; öyleyse yapılması gereken nedir?

Bu millet bir Kurtuluş Savaşı verdi ve bu ülke ebede kadar ayakta kalacak, hatta mazlum milletlere örnek olacaktır. Bu bir medeniyet iddiasıdır.

O kötü bu kötü yok, hepsi bizimdir. Var olanı geliştirmek ise ancak bizim işimizdir, başkasından medet ummak acizliktir. Değerlerimize sahip çıkalım.

İkide bir bu çok temel konuları gündeme getirmekten de artık kurtulalım.

Olur mu? Yani bu da bir tür normalleşme!

İçten gelerek “biz” diyelim…

 

 

1. 1980 Anayasa’sı, (II) Cumhuriyetin nitelikleri, MADDE-2.
2. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, s. 122.
3. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre V, Cilt 16, 5 Şubat 1937, s. 60.

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU