Çok gezen dostum Kemal Değirmencioğlu'na...
*
Kapadokya'da başımdan geçenleri bir kronolojiye ya da düz ve çizgisel bir anlatıya bağlı kalmadan yazmayı denedim. Bunun yerine gördüklerimi ve okuduklarımı, zaman ve mekânın birbirine karıştığı, bir düzensizlik içinde yeniden dokumayı denedim.
*
Uçakta Kırıkkale'ye giden bir kadına rastladım. Bozkır, onun için alışıldık bir manzara: "Yeşil ve ağaç yok, Kıbrıs'ı bu yüzden seviyorum" diyor. Benim ise bozkıra olan ilgim farklı.
Kırıkkale'ye olan bağım, Ercan Kesal'ın Keskin yılları ile Bir Zamanlar Anadolu'da filmindeki bozkır imgeleriyle şekillendi.
*
Ben bir ada insanıyım. Peki bozkır, bu uçsuz bucaksız topraklar, beni neden bu kadar etkiliyor? Bozkır, bir ada sakininin ruhuna neden silinmez bir damga vurur ki?
*
Ankara Türkiye'nin en büyük bozkır şehri. Bu büyük kentte insanlar kurallara riayet ediyor. Bilhassa taksiciler kural koyuculardan çekinen gibi bir tavır sergiliyor. Para üstünü hemen veriyorlar. Bizim Mağusa'daki kimi taksicilerin aksine Ankaralı taksiciler emniyet kemerini takmadan yola çıkmıyor. Ben taksiye biner binmez taksimetreyi sıfırlıyorlar.
*
Bahçelievler'deki Öğretmenler Evi'nde kaldım. Otel lobisi hoş. Lobinin ışığı mekâna ve dekora sıcak bir hava katıyor.
*
Uykusuz olmama rağmen sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Neden acaba? Sefil ve perişan bir haldeydim. Neyse ki Ankara'nın insanı dinçleştiren taze soğuğu ve sert kahve imdadıma yetişiyor.
Bu kez ne yapıp edip Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne gidiyorum. Marc Desti'nin Anadolu Uygarlıkları'ndaki ifadesiyle "her biri ayrı bir cazibe merkezi ve hayret uyandırıcı" Anadolu uygarlıklarını görmek için sadece 60 TL verip bir Müze Kartı alıyorum. Bu kart Türkiye'deki tüm devlet müzelerinde 1 yıl boyunca geçerli.
*
Kapadokya'ya doğru yola çıkıyorum. Ankara'dan Avanos'a otobüsle gitmek için 530 TL ödedim. Fiyat biraz yüksek. Ama otobüsler konforlu.
*
Ankara'dan Avanos'a otobüsle gitmek yaklaşık 5 saat sürüyor. Nevşehir'e Kayseri'den gitmek daha mantıklı. Manzara daha güzel.
Nevşehir yolunda, Gölcük civarlarında, bir güvercin otobüsün ön camına çarpıp can verdi. Benim batıl inançlarım güçlüdür; bu tür bir olay genellikle uğursuzluk getirir, diye düşünürüm. Neyse ki ilerleyen günlerde seyahatim sorunsuz bir şekilde devam ediyor.
*
Ankara'dan Nevşehir'e giderken her yer bozkır, alabildiğine uzanan bir bozkır. Ne tamamen bozkıra ait ne de bozkırın tamamen yabancısıyım. Bu boz, çorak topraklar insanın ruhunda derin izler bırakacak kadar yalın ve ıssız.
*
Bozkırın uçsuz bucaksız yalnızlığında insan ruhu Stoik bir sükûnete bürünüyor.
Bozkır Blues
Bir ara camdan tekrar bozkıra bakıyorum. Arka planda Müslüm Gürses'in Küskünüm şarkısı çalıyor: "Her şey boş, anlamsız şimdi gözümde" diyor Müslüm Gürses. Radyo dalgalarından taşan duygu yoğunluğu usulca otobüse sızıyor. Ya da bana öyle geliyor. Müslüm Gürses'in melankolisi Anadolu bozkırının geniş manzarasıyla birleşince insan, bana öyle geliyor ki, bir tür manevi boşluk duygusuna kapılıyor. Umarım bunu konuşup tartışabileceğim bir insan bulurum.
Müslüm Gürses'in bu şarkısı, sosyolojiye giriş derslerinde modern ya da varoluşsal yabancılaşma kavramlarını anlatmak için örnek olarak kullanılabilir mi sizce? Ne dersiniz? Umarım bu yazıyı okuyanlar arasında bana yardımcı olabilecek bir sosyolog vardır.
*
Küskünüm şarkısından sonra Bozlak başlıyor. Haklı olarak, Kapadokya ya da Anadolu insanı bu gözlemime katılmayabilir. Ancak ben Bozlak ile Blues arasında bazı eğreti benzerlikler buluyorum. Bu yüzden, Bozlak bana bozkırın Blues'u gibi gelir. Her iki müzik türü de içerisinde acıyı, yalnızlığı ve direnci anlatan bir hüzün barındırır.
*
İlerleyen günlerde Kapadokya'da bir kafede otururken, yan masadaki insanların konuşmaları istemsizce dikkatimi çekiyor. Gençlerden biri el yordamıyla flamingoyu tarif etmeye çalışıyor. Keşke "Hacı Taşan'ın Allı Turnam şarkısı işte", deseydi.
*
Kızılırmak, Tuz Gölü ve baraj sularının mavisi bozkırın kahverengi örtüsünü zarifçe süsleyip yumuşatıyor.
*
Sınırlı bir adanın aksine Anadolu bozkırının sessizliği ve genişliği, insanda zamanın durduğu hissi uyandırıyor. Gün yazıda ağır akıyor.
*
Ve usta Ercan Kesal'dan bir bozkır yorumu:
Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında 'yeni ve farklı bir şey' çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar.
*
Juan Goytisolo'nun, Yeryüzünde Bir Sürgün adlı eserinde hüzünlü olduğu kadar sarsıcı bir ifadesi var. Şöyle yazıyor Goytisolo:
Öyle olaylar vardır ki, çok uzun süre beklendiklerinden, gün gelip gerçekleştiklerinde insanda artık hiçbir gerçeklik izlenimi uyandırmazlar.
Ki vaktiyle kendisi de Kapadokya'yı ziyaret etmiştir.
Ancak Goytisolo'nun bu sözleri Kapadokya için geçerli mi emin değilim. Kapadokya misafirlerine farklı bir "gerçeklik" sunuyor. Sanki Kapadokya bu dünyanın bir parçası değil de yaşadığımız dünyadan ayrı bir yermiş zehabına kapılıyorum. Ama bu dünyanın parçası tabii ki.
Kapadokya da bozkır gibi insanın zamanla olan ilişkisinin yeniden tanımlandığı, imgelem ile gerçeğin birbirini karşılıklı şekillendirdiği bir dünya. Kapadokya'nın taş sokaklarında geçen bir gün uzun bir gündür. Aynı şey birbirinden farklı peri bacaları için de geçerli.
Birçok kişinin "tam da hayal ettiğim gibi" dediği yerlerin aksine, Kapadokya'yı benim gibi ilk kez ziyaret ediyorsanız, bu toprakların insanı gündelik yaşamdan adeta söküp alan ve zaman duygusunu bulanıklaştıran bir etkisi olduğunu fark edersiniz. Kapadokya'ya adım atmak Joseph Campbell'ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu'nda işlediği o bildik temayı anımsatır: Artık sıradan dünyayı geride bırakırsınız.
Avanos'ta konakladığım Kemerli House otelinin dünya tatlısı müdürü Ahmet Can Küçük bölgeyi seven bir turizmci. Geceyarısına kadar Ahmet Can Bey'le oturup Vikingleri ve Hititleri konuştuk. Onunla sohbet etmek gerçekten keyifliydi. Her zaman bilgilerini benimle paylaştı, bana tavsiyelerde bulundu ve faydalı ipuçları verdi. Açık fikirli ve misafirlerine yürekten değer veren Ahmet Can Bey'in insan odaklı yaklaşımı bende sanki eski bir dostumu ziyarete gitmişim gibi samimi bir his uyandırdı.
Kemerli House özgünlüğüyle bana huzurlu bir konaklama deneyimi sundu. Odalar yüksek tavanlı. Bu sadece estetik çekiciliği artırmakla kalmıyor. Aynı zamanda uyku kalitesini de yükselterek rahatlatıcı bir ortam yaratıyor. Böylesi dinlendirici bir deneyim sunan otelin fiyatları makul. Hatta sunulan hizmet ve olanaklara göre mükemmel. Bugüne dek konakladığım en iyi oteldi.
Ve Kapadokya kahvaltısı… Zengin ve renkli. Masa cömert bir zarafetle işlenmiş bir örtü gibi. Her tabak sanki bu renkli örtüyü dokuyan ayrı bir iplik.
Ve ben, güne bir muzla başlayıp kahveyle teselli bulan tembel bir adam olarak, bu şölenin karşısında eski alışkanlıklarımı bir kenara bıraktım.
Usta'nın Yeri. İsmi ile müsemma bir işletme; Usta işi, ne yaptığını bilen bir elin mutfağı. Ve bu vaat, daha kapıdan içeri adım attığınız anda kendini size hissettiriyor. Çalışanların güler yüzü, ortamın sıcaklığına ayrı bir tat katıyor.
Restoranın mutfağında, lezzetin mimarı Usta Murat Erdem var. İşletmenin sahibi Mehmet Akif Küçük, lezzet kadar kaliteye de önem vermiş belli ki. Ne yazık ki Mehmet Akif Küçük Bey ile son gün tanışabildim. Konakladığım otelin sahibi ve aynı zamanda restoranın işletme müdürü olan Onur Güven'in bana gösterdiği konukseverlik mütemadiyen yalnızlık ve yabancılaşmaya karşı boğuşan bir insan olarak içimi ısıttı.
Usta'nın Yeri özellikle Testi Kebabı ve diğer et yemekleriyle tanınıyor. Ancak benim için asıl sürpriz menünün sade ama etkileyici bir köşesinden çıkıyor: Mantar sote.
*
İlkler
Kapadokya'da geçirdiğim birkaç gün kişisel tarihimin bazı "ilk"lerini yaşadığım bir deneyim oldu. Daha önce Türkiye'de hiç kasaba görmemiştim. Her zaman büyük şehirlerin gürültüsüne ve kalabalığına alışmıştım. Ancak burada, hayatın farklı bir ritmine, akşam üzeri batan güneşin ardından kasaba hayatının huzur veren sakinliğine adım attım.
*
En unutulmaz deneyimim, bir ada insanı olarak hayatımda ilk kez karla tanışmam oldu. Normalde benim gittiğim yere kar yağmaz. Ama bu kez, her şeyin bembeyaz bir örtüyle örtüldüğü bir dünyaya karşıma çıkıyor.
Orta Anadolu insanı ve Hititler
Vikingler ve Hititler, savaşçı toplum yapıları, çoktanrılı inanç sistemleri ve tüccarlıkta gösterdikleri ustalık açısından benzerlikler taşırlar. Her iki uygarlık da Hint-Avrupa ailesine mensup.
*
Kapadokya halkı da biraz sert ve güçlü insanlardan mürekkep. Olumsuzluklara ve doğanın zorlu koşullarına karşı büyük bir dayanıklılık sergiliyorlar. Onlar aslında bir hayatta kalma ustası. Bu insanlar zaman zaman biraz sert ama kesinlikle acımasız değiller.
Bu durum biraz da bana Kızılırmak Nehri'nin çizdiği yayın içerisine yerleşen Hitit insanının sadeliğini ve direncini anımsattı. Tıpkı Kapadokya halkı gibi, Hititler de bu toprakların savaşçı insanlarıydı. Cesur, kararlı ve doğayla mücadele eden bir halk. Her iki toplum da zorluklar karşısında yılmayıp hayatta kalmayı başarmışlar.
*
Hititler anladığım kadarıyla gösterişçi ya da yapmacık bir nezaketten uzak insanlardı. Bu durum bazen dönemin diğer krallıklarıyla kurmuş oldukları ilişkiler için de geçerli. Hitit insanı yeri geldiğinde -hatta diplomaside bile!- katı, keskin ve doğrudan bir tutum benimsemekten çekinmemiştir. Aşağıdaki alıntı bu tutumu anlamamız açısından bence dikkat çekici bir örnek.
M.Ö 1177: Medeniyetin Çöktüğü Yıl kitabının yazarı Eric Cline'a göre;
[Geç Tunç Çağı'nda birbirlerine İ. B] mektuplar yazan krallar, genellikle gerçekten akraba olmadıkları halde çoğu zaman birbirlerinden akraba olarak söz edip birbirlerine "kardeş" veya "baba/ oğul" şeklinde hitap ederek "ticaret ortaklıkları" oluşturdu. Antropologlara göre, bu gibi hayali aile ilişkileri yaratma çabaları en çok sanayi öncesi toplumlarda görülür, bunun amacı da özellikle akrabalık ilişkilerinin ya da devlet yönetimindeki pazarların olmadığı bir toplumda ticaret meselesini çözmektir. Örneğin bir Amurru kralı, kendi gibi Kuzey Suriye'deki komşu ülke Ugarit'in kralına şöyle yazdı: "Kardeşim, bak; ben ve sen kardeşiz. Aynı adamın oğullarıyız, kardeşiz. Niçin aramız iyi olmasın? Bana hangi arzunu yazarsan yerine getireceğim; sen de benim arzularımı yerine getireceksin. Biz bir bütünüz.
(...)
Özellikle de Anadolu'daki Hititler bu davranışa asabi tepkiler göstermiş gibi görünüyor, zira bir Hitit kralı başka bir krala şöyle yazıyordu: 'Neden sana kardeşimmişsin gibi yazacakmışım? Aynı ananın oğulları mıyız?'
*
Büyük usta Ercan Kesal'ın Peri Gazozu'ndaki etkileyici içgörüsü:
Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: 'Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.' Bu kadar.
*
Öte yandan farklı bir bağlamda Rudolf Bahro Hititler'e dönük şu fikirleri dile getiriyor:
Avrupa Uygarlığı'nın doğasında saldırgan bir Hint-Cermen eğiliminin yattığını öne sürdüm; Küçük Asya'da Hititler, Truva'da Helenler ve Roma'ya karşı mücadelelerinde Cermen kabilelerinde bu eğilim var.
Ercan Kesal'ın izinde Avanos
Avanos'ta, Kızılırmak kıyısında bulunan Ulaş Kafe, yalnızlığa, kayıtsızlığa, modern zamanın soğukluğuna karşı bir tepki sanki. Buraya gelen insanlar, kafa dengi ve misafirperver. Ulaş Kafe Bohem ruhuyla kendine özgü bir atmosfere sahip. Kafenin atmosferi insanın ruhunu dinlendirip bedenini yeniliyor. Özellikle, odun ateşinde pişirilen Türk kahvesi ilk günün yıldızıydı. Hayatımda bu kadar hoş bir Türk kahvesi içtiğimi hatırlamıyorum. Ercan Kesal da buranın müdavimiymiş.
Kızılırmak ise gerçekten Ercan Kesal'ın Peri Gazozu'nda yazdığı gibi: Irmak "kasabanın ortasından insanı kendine çağıran bir coşkuyla akıyor."
İşte size Kızılırmak'a dair Ercan Kesal'ın Peri Gazozu'ndan bir alıntı daha:
Kızılırmak'ın [sic.] dibinde dışarıdan hiç fark edilmeyen derin boşluklar vardır. Avanoslular 'cumbak'der ona ve çok tehlikelidir.
Orta Anadolu'da Kızılırmak, yer yer farklı renklere bürünerek beni şaşırtıyor. Ancak benim en beğendiğim hali, o derin mavi rengidir. Mavi, bozkırın sarı ve kahverengi tonlarıyla keskin bir kontrast yaratıyor. Sanki iki farklı dünyanın buluşup birbirini tamamladığı bir görsel şiir gibi.
Yazar, yönetmen, oyuncu ve doktor Ercan Kesal bir Avanoslu. Onun Peri Gazozu ve Cin Aynası adlı kitapları en sonunda Avanos'u ziyaret etmeme sebep oldu. Tıpkı bir zamanlar Mark Mazower'ın Selanik: Hayaletler Şehri kitabının beni Selanik'e, Jürgen Habermas'ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü adlı kitabının Viyana'daki kafelere, Dominique Lapierre ve Larry Collins'in Kudüs Ey Kudüs kitabının ise beni doğu Kudüs'e sürüklemesine neden olduğu gibi.
Kitaplar, birer kapılarını aralayıp beni bu yerlere doğru yönlendirdi. Dolayısıyla metin ve dünya ayrımının sahte olduğunu bir kez daha anlıyorum.
Not: Kudüs Ey Kudüs, yer yer oryantalist klişeler ve ön yargılar barındıran bir kitap. Dolayısıyla, bu eseri okurken dikkatli olmanızı öneririm. Çünkü yazarlar Kudüs gibi parşömenleşmiş bir şehre dair değişken ve karmaşık gerçekleri göz ardı edebiliyor ya da farkına bile varamıyor.
Kimi şehir ve mekanların sarkaç gibi bir çağrısı vardır. Zaman zaman insanı kendine çağırır ve çeker. Avanos da onlardan biridir.
Bütün bunlar olup biterken Ercan Kesal'ın kıymetli tavsiyesi üzerine, C. W. Ceram'ın Tanrıların Vatanı Anadolu adlı kitabını okudum. Kitap, Anadolu tarihine dair o kadar güçlü bir izlenim bırakıyor ki sanırım Hititler'in başkenti Hattuşa'yı (ya da Hattuşaş'ı) çıplak gözle görmek için Boğazkale'ye gitmeden rahat etmeyeceğim.
Turistik Göreme ve Uçhisar kasabaları, peri bacalarının arasında kaybolmuşlar gibi. Doğanın bu eşsiz birleşimi karşısında ağzım açık kalıyor.
Karla örtülü Uçhisar. Hava soğuk ama güneşli. Ercan Kesal'ın Nasipse Adayız novellasındaki deyişiyle "tepede insanın içine huzur veren utangaç bir bozkır güneşi".
Uçhisar Kalesi'ne Müze Kartı'm ile girmeyi deniyorum ama nafile. Kaleye giriş ücreti 200 TL. Ancak kalenin zirvesi sabredene nefes kesici bir kasaba manzarası sunuyor. Önümdeki kasaba, adeta bir Nuri Bilge Ceylan karesi gibi. Yanımdaki Polonyalı ve Pearl Jam tişörtlü Amerikalı turistler manzara karşısında büyüleniyor. Turistlerden biri bana neden Avanos tarafına bakınca kar göremediğini ama Uçhisar'da kar olduğunu soruyor. Sizce?
Sinanos eski bir Rum köyü. Günümüzdeki adı Mustafapaşa. Ürgüp ilçesine bağlı bu köyde şu 3 özellik hemen dikkatimi çekiyor; taş işçiliğinin zarafetiyle bezeli eski Rum evleri, kıvrıla kıvrıla ilerleyen dar sokakları ve köyün tarihi dokusu.
Bir zamanlar izleyicileri ekrana bağlamış popüler dizi Aşk ve Mavi buradaki Sinasos Palace Cave Hotel'de çekilmiş. Merakıma yenik düşüp içeri adım atıyorum ama içeriye girmemle çıkmam bir oluyor. Çünkü iki görevli bana net bir uyarıda bulunuyor: Mekân artık başka bir diziye ev sahipliği yapıyor. Ne diyebilirim ki? Şoke olmuş vaziyette geri dönüyorum; biraz hayal kırıklığı, biraz gülümseme.
Yolculuğum boyunca beni 40 yıllık dostu gibi ağırlayan, sadece haritalara değil gönlüne de Kapadokya'yı kazımış bir rehberim vardı: Mehmet Özcan.
Mehmet Hoca sadece profesyonel bir rehber değil. Kapadokya'yı büyük bir aşkla anlatıyor. Onun sayesinde hem bu coğrafyayı gezdim hem de yeniden "keşfettim". Kâh mekânların derinliklerine indik ve kâh daha önce adını bile duymadığım "gözden kaçmış" yerlere avdet ettik. Paket turların popüler güzergâhlarının dışında bir yolculuğa çıktık. Böylece öteki Kapadokya'yı gördük.
Mehmet Özcan, yalnızca bir rehber değil, aynı zamanda iyi bir öğretmen. Yanlış bildiğim bazı "doğruları" düzeltmeme yardım etti. Bu, yalnızca bir bilgi aktarımı değil. Aynı zamanda bir entelektüel detoks gibiydi.
Peri Bacaları
Uçhisar ve Göreme kasabaları, çömlekleriyle ünlü Avanos'un aksine, peri bacalarıyla iç içe. Avanos yakınlarındaki, özellikle Zelve bölgesinde yer alan peri bacaları oluşumu gerçekten benzersiz. Günün her saatinde ışığın değişimiyle farklı bir ruh, farklı bir manzara sunuyorlar. Burada kötü bir fotoğraf çekmek neredeyse imkânsız. Diğer bölgeler ve vadilerdeki peri bacaları genellikle homojen bir formda karşımıza çıkıyor. Oysa Zelve ve eskiden "Rahipler Vadisi" olarak da bilinen Paşabağları'ndaki doğal doku her türden peri bacasını barındırıyor.
Peri Bacaları'na verilen isimlerde şöyle bir çelişki var: Bu peri bacaları fallik semboller çağrıştırıyor. Kim bilir, densizin biri vaktiyle bu bacalara bakıp argo ya da örtük bel altı eril espriler yapmışsa, buna hiç şaşırmam —insan hayal gücü sınırsız. Ancak tüm bu fallik çağrışımlara rağmen, bazı peri bacalarına yüklenen anlam dişil. Zaten bacalara verilen "Peri" kelimesinin kendisi bu oluşumları dişil bir imgeyle ilişkilendiriyor. Üstelik, "Üç Güzeller" adlı peri bacaları da bu duruma ayrı bir örnek teşkil ediyor.
Ve diğer çelişkiler
Kapadokya bölgesinde, beni şaşırtan ve düşündüren bazı yapıcı çelişkilere şahit oldum. Çelişki illa kötü olacak diye ayak diremeye gerek yok. Bazı çelişkiler üretken ve yapıcı olabilir. Çünkü insanı düşünmeye itiyor.
Örneğin, Avanos'ta aydın, eleştirel ve hoşgörülü bir halk var. Okumayı ve sanatı seven bu insanların sayısı oldukça fazla. Şairler Sokağı şairlerin heykelleri, büstleri ve eserlerinden alıntılarla donatılmış. Ancak ilginç bir şekilde Avanos'ta bu şairlerin kitaplarını temin edebileceğiniz bir kitabevi göremedim. Eğer varsa, biri lütfen yerini söylesin ve beni düzeltsin. Bazı Avanos sakinlerine bu durumu açtığımda bana "Okumuyorlar, ticari anlamda riskli" diyorlar.
Bana söylenenlere göre, Avanos'un nüfusu yaklaşık 15 bin civarında. Yaz aylarında ise bu rakam 20 bini buluyor. Bu kadar insan arasından bir kişi de mi kitap almaz? Bu soruyu aklımdan geçirirken, Avanos'u kasabanın yerlileri kadar bilemediğim kafama dank ediyor. Bir bildikleri var muhakkak. Benim gibi uzaktan bakıp ahkâm kesmek kolay.
Prekarya olmanın tekinsizliği
Avanos Belediyesi kaldırımlara özlü sözler ya da alıntılar koymuş. Hoş. Bu sözlerden bir tanesi beni düşündürdü ve bana mustarip olduğum şu prekarya halini anımsattı. Alıntı şöyle:
Planı olmayan insan, dümensiz bir gemi gibidir.
Oysa ben kendimi bildim bileli bir "deliler gemisi" gibi yol alıyorum. Hep güzergâhsız yol almak zorunda kaldım. Bunun sebebi az önce de değindiğim gibi, bir prekarya mensubu olmam. Öyle ki kendi gemimin kaptanı bile değilim.
Prekarya kavramı, güvensizlik veya istikrarsızlıkla karakterize edilen, güvenliğin tehdit altında olduğu, sonuçların şansa, bilinmeyen koşullara veya belirsiz gelişmelere bağlı olduğu bir durumu ifade eden precarios kelimesinden türetilmiştir. Bu terimin etimolojisi de, Latince precārius kelimesine dayanır ve "rica ederek elde edilen" veya "bir lütuf olarak verilen" anlamına gelir. Bu da başkalarının iradesine veya merhametine bağımlılığı ima eder. Ayrıca, bir şeyin kalıcılıktan, kuvvetten veya kesinlikten yoksun olduğunu anlatır.
Zygmunt Bauman, modern hayatın yapısal dönüşümü ve insanların bu protean süreç ile nasıl yüzleştiğini prekarya kavramı ile birlikte açıklamıştı. Prekarya, özellikle iş güvencesizliği, belirsizlik ve değişim içinde varlıklarını sürdüren bir toplumsal sınıfı ifade eder. Bu sınıf, güvenceye dayalı meslekler ve sabit-katı yaşam biçimlerinin ortadan kalktığı ilişkilerde tezahür eder.
Polonyalı düşünür Bauman, günümüzün belirsiz ve sürekli değişen dünyasını "akışkan modernite" olarak adlandırır. Modern toplumun artık sabit yapılardan ziyade belirsizlik ve değişimle karakterize olduğunu öne sürer. Ve bu farklı, kaygan gerçekliğe de benim prekarya halim eşlik eder.
Prekarya kalifiye ve donanımlı olsa bile geçici işlerle yetinip güvencesiz bir hayat sürdüren bir sınıfı temsil eder. Tam da bu yüzden Bauman prekaryanın hem ekonomik hem de sosyal belirsizlikler içerisinde el yordamı ile ilerlerken sadece birkaç adım ötesini görebildiğine dikkat çeker. Zira bir prekarya olarak, yaptığın işin doğası gereği, başına ne geleceğine dair en küçük bir fikrin bile yoktur.
Güvencesiz işlerin ve geçici sözleşmelerin arttığı, iş güvencesi ve sosyal güvenlik sistemlerinin eridiği bir ortamda prekarya gelecekteki güçlüklerden dehşete düşer ve bazen kendi belirlediği nitelikleri bile karşılayamaz. Bu kırılgan ve endişe verici durumda yapacağın plan da bir sabun köpüğünden başka bir şey değildir zaten.
Bahsi geçen kitaplar;
Bahro, R. (2000). Kızıldan Yeşile (A. Tükel, Çev.). Metis Yayınları.
Campbell, J. (2023). Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (S. Gürses, Çev.). İthaki Yayınları.
Ceram, C. W. (2024). Tanrıların Vatanı Anadolu (E. N. Erendor, Çev.). Remzi Kitabevi.
Cline, E. H. (2019). M.Ö 1177: Medeniyetin Çöktüğü Yıl (A. Kuglin, Çev.). Bilge Kültür Sanat.
Collins, L., & Lapierre, D. (2018). Kudüs… Ey Kudüs (A. Emeç, Çev.). Kronik Kitap.
Desti, M. (2024). Anadolu Uygarlıkları (M. Cedden, Çev.). Dost Kültür Kitaplığı.
Goytisolo, J. (2021). Yeryüzünde Bir Sürgün (N. G. Işık, Çev.). Metis Yayınları.
Habermas, J. (2015). Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (M. Sancar & T. Bora, Çev.). İletişim Yayınları.
Kesal, E. (2015). Nasipse Adayız. İletişim Yayınları.
Kesal, E. (2024). Peri Gazozu. İletişim Yayınları.
Kesal, E. (2024). Cin Aynası. İletişim Yayınları.
Mazower, M. (2020). Selanik: Hayaletler Şehri – Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler 1430–1950 (G. Çağalı Güven, Çev.). Alfa Yayınları.
İbrahim Beyazoğlu DAÜ İletişim Fakültesi'nde öğretim görevlisi (PhD.) ve gazetecidir. Leeds Üniversitesi Tarih Bölümü'nde, aldığı bursla, konuk araştırmacı olarak bulunmuştur. İ[email protected]
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish