Yollara çıkma vakti

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Artur Aldyrkhanov / Unsplash

Günahımız buydu belki: Olmayacak düşler kurmuş, umutlarımızı ayaklandırmıştık. Rüzgârı çevirmek, ateşi harlamak, kurt ile kuzuyu barıştırmaktı dileğimiz.

Kelimelerini bulamamıştı belki dilimiz ama susmamış, haykırmıştık yine de yüreklerimizden geçenleri.

Mazlumların çığlıklarıydı ayaklandıran yüreklerimizdeki tutkuları. Bir kitabevinin camına yapıştırılmış derginin kapağındaki şiir, uzaklardan gelen zulme dair bir haber, bizi de çağırmaktaydı kavganın meydanlarına.

Eksikliğimiz hissediliyordu ve biz de eksileni, eksik olanı duyumsuyorduk. Yorulmayan adımlarla yürüyorduk ırmakları buluşturmak, suları durultmak için. Sesimize yankı arıyor, ayrıksı yolları uzlaştırmak istiyorduk. 

Nerede o sesler şimdi? Neden artık kimse yok sesimize bir ses veren?

Neden yüreklerimizden fışkıran umutlar dindirmiyor fırtınaları, kavga sükûn bulmuyor?

Dahası o delişmen yürekler artık neden suskun?

Neden Sina'daki özgürlüğü değil de Mısır'daki köleliği yeğlemekteler?

Neden dostlara değil de düşmanlara bakınmaktalar eylemek için?

İnatla önümüze dikilen kuleleri devirmeye azmetmiş kollarımız neden mecalsiz?

Neden göksel katlarda yankısını bulmuyor dualarımız?

Hak ile batılı, mazlumlarla zalimlerin saflarını ayrımsayacak o feraset nerede?

Neden bir Mehmet Âkif, Nazım Hikmet, Ülkü Tamer, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu… daha yok? Neden sesimiz soluğumuz kesildi?

O diri, umut dolu yüreklere ne oldu; zalimin suratında patlayacak öfkeler neden suskun? 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ne zaman konuşmaya başlayacak mustazafların Rabbi? Ne zaman dillenecek yüreğimizde büyümekte olan çocuklar?

Ne zaman ayağa kalkacak suskunluk orucuna girmiş olanlar? Ne zaman bir kayra salıverecek düşlerimizde çırpınan kanatları?

Ne zaman bir sayha altüst edecek zalimlerin saltanatlarını? Acımasızlıklar ya da aldırışsızlıklarla katledilen o genç yürekler nerede?

O çocuklar neden unutuldu sınırlarda, sınıraşımlarında can veren? Kim konuşacak bizim adımıza ve kim yüreğimizdeki sesleri bir ağıta çevirecek?

Ne zaman yıkayacağız şehrin meydanlarını facirlerin imgelerinden ve ne zaman çağıracağız ölü ozanları yeni bir dil, bir yol bulsunlar diye? 

Hem o meydanlara ne oldu, orada el ele tutuştuğumuz, ağıtlarla hüzünlenip türkülerle coştuğumuz; şimdilerde unutulan, uğruna kıyasıya tartıştığımız o kayıp halklara ne oldu?

Kim diretmekte onların yüzlerini ağartmak, maduniyetlerin cehenneminden çıkartmak için; kimin elleri uzanmakta? Ya o delişmen, dönülmez seferlere çıkan çocuklar nerede şimdi?

Susmayan, sustuğu zaman yeryüzünün dilsizleştiği, kuşların bile kaygıyla bekleştiği o çocuklara ne oldu?

Ne zaman büyüdüler, ne zaman karıştılar karanlıklara? Zulmü örten o karanlıkları aydınlatacak olanlar nerede? 


Ey yaralı çocuk, ey suskun ozan, ey çığlığımı duymayan yabancı, dön bak yüzüme, orada aradığın isyanı bulabilecek misin?

Kararmış ufuklarda aradığın Tanrı bir kere daha yüzünü çevirecek mi sana, çağıracak mı vahyinin iklimine; bir fırsat daha bulacak mısın zamanı bükmek için iyiden, güzelden yana?

Yoksa kırgın yüzünü büsbütün ötelere mi dönecek; boşa çıkan umudunu yenilemek için bir başka halka mı çevirecek bakışlarını, bir başka acuna mı? 

Dünyanın rengine kanan çocuklardan değildik oysa; umutlarını iktidarın ihtişamıyla, yeryüzünün ucuz metalarıyla değiştirenlerden de.

Hem kim yazdı bu iktidar denklemini, kim yazgılı kıldı bizi boyun eğmeye bu fetişist imgelere?

Neden her şey dostça bölüşülmesin, neden içimizden birileri kendisini yücelterek cehennem kılsın cennetleri?

Neden sadece o bir avuç mağara ehliyle fısıldaşmak zorunda kalalım hakikati? Hem de umutlarımızı yeşertmek için değil de korkularımızı ve kaygılarımızı gidermek için.

Talihin döndüğü ve düşlerimizin çatlamış avuçlarımızdan bir su gibi aktığı günlerde neden susmak düşsün payımıza bir kere daha?

Ve neden sürgünlüğe yazgılı olsun o cesur, o kendini bilmez çocuklar? Ne sırrımızı haykıracağımız bir kuyumuz var üstelik ne de gitme diyecek bir dost yüzü.

Yine de yılgın düşmedi gönlümüz, kesmedi yine de aldanmış kalplerden umudunu; sabrını biledi sessizce.

İşte o günlerde, yalnızlığın en ağırına maruz kalmış ve kendisini gönüllü sürgünlüğüne çıkaran Âkif'in, Abduh'un yenilikçi tefsiri ve Efgani'nin devrimci edası arasındaki çığlığını, zalimlere karşı öfkesini ama eşyaya olduğu kadar iktidara da minnetsizliğini dillendiren şiirini terennüm ettik kendi kavlimizce.

Gandi'nin Brahmanlık, Müslümanlık ve Tolstoy'un anarşizmi arasındaki o ferasetle dokunmuş şefkatini yâd ettik özgürlüğümüzü bir kor gibi avuçlarımızda tutarak.

Benjamin'in Tevrat'a dayanan mistisizmi, Marxizmin düsturları ve Frankfurt Okulunun eleştirelliği arasında dolaşan bakışlarıyla bir kez daha Kuran'a çevirdik yüzümüzü, yeni bir yola çıkış yordamı bulmak için.  

Topçu'nun isyan ahlakını esas alan Müslüman Anadolu sosyalizmini Kemal Tahir'in Yunus ile Osman Bey'i birleştiren bir uygarlaşma açılımıyla harmanlama düşüne sarıldık bir kere daha.

Kutub'un Hür Subaylarla İhvan arasındaki bir ara bölge (arâf) açma çabasıyla biz de yeniden duyumsadık o arada olmanın trajik yalnızlığını.

Garaudy'nin bir elinde İncil diğerinde Kapital ile Müslümanlaşmasını, Şeriati'nin mustazafların çığlığını devrimci bir üslubun esası kılan toplumculuğunu, Aliya'nın gökyüzünün sesini yeryüzünde dillendirme mücadelesini, Malcolm'un öfke dolu o siyah insaniyetini ve Meriç'in karanlıklar arasında seçtiği o aydınlığını yeniden şifa dersleri belledik yaralı kalbimize. 


Ah! Sözcüklerin büyüsüydü çeken bizi iklimine, aldatan kalbimizi. Giderek dalgınlaşan ve ötelere doğru kayan bakışımızın yerine koyabileceğimiz o sorgulamaların derinliği nerede şimdi?

Doğrultulmuş, hakikate sadakati kanıtlanmış sözcüklerle bir dünya kurulacağına kaildik oysa. Şayet kalbimizin o arı duygularını dillendirebilseydik ve zulmün alfabesini rahmetin diline çevirebileceğimiz o eminliği yakalayabilseydik bir kere daha.

Ama vakit dar, yoldaşlarımız sabırsızdı. Kalpleri kemiren arzular ve iktidarın şehveti büyülemişti imtihandan geçmemiş masumiyetleri. Gün gelip yakınacaklardı oysa aldananlar, aldatanlardan.

Ne var ki kötülüğü örgütleyenlerden yüz çevirseler bile iyiliği örgütlemeye bir mecalleri yoktu. 

Acıyı bal eyleyememiş, düşsel şehirlerimizden kovulmuştuk. Kökensel ayrılığımızla kırgın, yan yana durmaktan bile yorgunduk.

Bilsek de hayatın bir imtihan olduğunu, dilimize dolaşan kelimelerin yerine koyabileceğimiz ne vardı?

Ki aynı sözcüklerdi bizi ayıran; birimiz için adalet olan ötekine zulüm, birine itibar olan ötekine küfürdü. 

Kavileşmeliydi belki imtihanların örsünde dövülmüş yürekler; yorgun kalpler onarılmalıydı. Başka bir yurt, başka sevdalar aranmalıydı belki. Yoktu oysa başka bir kaynak, arılığında durulanabileceğimiz.

Irmağı geçerken sadece bir avuç su ile yetinen, okçular tepesini asla terk etmeyen o yoldaşlar yoktu.

Kalbimizi arıtacak yepyeni sözcükler de yoktu ve onları bir kere daha telaffuz edecek diri ozanlar.

Nasibimiz bu kadardı belki de Kaf dağının ardında. Sözlerimizi yele vermiş, acılarımızı küle çevirmiştik. 

Ama iman, dostluk ve düşünsel derinleşmelerin kıvancı orada, bitmek bilmeyen o seferilik halindeydi yine de. Tanrı diriydi ve çağırmaktaydı yoldaşlarını.

Dağılanı toparlayacak, kirleneni arıtacak sözler bulmalı ya da yeni halklar, halkoluşlar. Şimdi ve bir kere daha, yollara çıkmanın, o yitik yoldaşları aramanın vakti…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU