İlaç, pudra, 'Canım Kardeşim'…

Hakan Gülseven Independent Türkçe için yazdı

Başrollerinde Tarık Akan ve Halit Akçatepe'nin oynadığı 'Canım Kardeşim' filminden bir kare

1970'lerin, hatta 1960'ların Yeşilçam filmlerinin hâlâ seyredilebiliyor olması ne ilginç, değil mi? İnsan o naif filmlere her denk geldiğinde yeniden bir-iki saatliğine huzur buluyor.

Çoğunuzla birkaç film üzerinde hemfikir olabiliriz: Mesela Münir Özkullu, Adile Naşitli Bizim Aile, muhteşem bir film değil mi?

Yaşar Usta ve ailesi üzerinden emeğin değerini, insan onurunu, haysiyetini ne güzel anlatıyor...

Ya da 70'lerin Hababam Sınıfı serisi, Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz eserini tüm bir halka tercüme etmişti.

Büyük ustanın aynı isimli kitabından esinlenerek yeniden yaratılan öykülerde, her biri büyük oyuncular haline gelen bir ekiple insaniyet dersleri veriliyordu...

Sonradan çekilen birkaç 'Hababam Sınıfı' saçma sapan birer taklit olmanın ötesine geçemedi.

Artık o 'eski' toplum, 'eski' değer yargıları ve tabii 'eski' oyuncular yoktu. Mehmet Ali Erbil'den bir Mahmut Hoca çıkarmak nasıl mümkün olabilirdi ki?!.

Aslına bakarsanız, son 40 yıldır çekilen hiçbir filmde Bizim Aile'deki huzuru bulamazsınız. Birkaç istisna dışında Türkiye'de çekilen tüm filmler içi boş birer kabuk gibi.

Sinema "çirkinleşti". Çünkü toplum çirkinleşti.

Bu bize özgü bir durum da değil. Tüm dünyada büyük bir toplumsal çürüme yaşanıyor. Milyonlarca dolar akıtılarak çekilen ve daha fazla milyonlarca dolar gişe yapan filmler hiçbir şey anlatmıyor.

İyi sayılan filmler, çürümeyi bir biçimde yansıtan filmler. Bizdeki Dondurmam Gaymak, eskinin naif olanının beyhude tutunma çabası...

Ya da Mandıra Filozofu, işgal edilmiş bir ülkedeki ütopya adacığı...

"Ağlatan film" yok artık. Tüm toplum ağlanacak hale geldi çünkü.

Tarık Akan ve Halit Akçatepe'nin Canım Kardeşim'de küçük oyuncu Kahraman Kıral'a "hayatının son günlerinde" birazcık mutluluk yaşatmak için harcadıkları çabaya ağladık hayatımız boyu.

Şimdi etrafımız çaresiz çocuklarla dolu, görmemek için kafamızı çeviriyor ve yürüyor, gidiyoruz.

İnsan, istediği kadar iradi müdahalelerde bulunsun, yaşadığı toplumun bir parçasıdır; o yüzden kendimi de ayırmadan söylüyorum, hepimiz çürüyoruz...

Canım Kardeşim'in çekildiği 1973'te tıp bugünkü kadar gelişmiş değildi; teknoloji de, ilaçlar da yetersizdi. Ama en azından komşuların çorbası vardı.

Şimdi dev ilaç şirketleri müthiş ilaçlar geliştirdi. İnsanın içini gören aletler var. Mikroskobik ameliyatlar, inanılmaz organ nakilleri yapılabiliyor. Ama bunların hepsi parası olan için...

Özel hastanelerde, çok özel ameliyatlar asgari ücretlinin 10 yıllık emeğinin karşılığına yaptırılabiliyor!

Misal, devlet kardiyolojik vakalarda bir sürü yan etkisi olan ucuz ilacı karşılıyor, yan etkileri neredeyse hiç olmayan pahalı ilacı ise ancak çok özel ve sürekli yenilenmesi gereken bir raporla alabiliyorsunuz.

Bazı ilaçlar ise hiç karşılanmıyor.

SMA hastası çocukların her gün eridiğini görüyoruz. İnanılmaz rakamlara ulaşan kanser ilaçlarını alamadığı için insanlar gözümüzün önünde ölüyor.

Kanser tedavisinde kullanılan immünoterapinin üç haftalık karşılığı 20 bin lira. SMA hastalığının tedavisinde kullanılan Zolgensma adlı ilaç ise 2,1 milyon dolar!

Vicdanı çürümemiş kimi müzisyenler, popüler figürler kampanya başlatıyor, bir çocuğun hayatını kurtarmak için binlerce kişi seferber oluyor, sosyal medya üzerinden çırpınıyorlar...

Toplumun büyük çoğunluğu onları yalnız bırakıyor...

Ya devlet?

Öyle ya, devasa bir kamu kaynağını adaletli ve insani biçimde kullanması beklenen devlet ve siyasi iktidar insan hayatını kollamak zorunda değil mi?

İnsan hayatını ticari bir nesne haline getiren ilaç şirketlerine, özel sağlık kuruluşlarına elbette lafımız var ama kamunun kaynağını elinde tutan devlet ne yapıyor?

Misal, Diyanet'e halkın bütçesinden inanılmaz paralar akıtılıyor, dev gibi yeni camiler yapılıyor, durmadan yeni kadrolar açılıyor, ibadethanelerin tüm giderleri halkın bütçesinden karşılanıyor ama ilaç parayla!

Hiç durmadan yeni saray inşaatları yükseliyor. Uçan saraylar, yüzen saraylar cabası. Yeni makam arabaları, üçer beşer maaşlar havada uçuşuyor. Hatır ihaleleri, vergi borcu silmeler... Yeter ki gönüller kırılmasın!

Lakin her gün birimizin bir sevdiğini aramızdan ayıran pandemi için hâlâ küçük bir azınlık aşılanabildi!

Belli ki ihalelerdeki pazarlıklarda rüşvet paraları yeni yetme "büro çalışanları"na kadar yayılmış, burunlarında pudra şekeri, milyonluk otomobilleriyle fink atıyorlar ama beri yanda çocuklar tedavi olamadıkları için eriyerek ölüyor!

Küçücük bir azınlık safahat içinde yaşarken, toplumun büyük kısmında sefalet genelleşiyor...

Tarihe bir göz gezdirin. Aynı manzaraları çökmekte olan tüm toplumlarda görürsünüz.

Türkiye çatırdayarak batıyor.

Ve biz Yeşilçam filmlerinin siyah beyaz ayhanlarında ışık arayacak hale geldiysek, karanlık çökmüş demektir.

Vay halimize...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU