Akademi boğulurken: Tarikat nüfuzu engizisyona dönüştü

Bülent Şahin Erdeğer, Independent Türkçe için yazdı

Türkiye’de tarikatların siyaset üzerindeki etkileri yıllardır konuşulan bir gündem. Tarikat denince akla sadece Sünni yapılar gelmemeli elbette. Devlet denetimine kapalı, kamuoyuna yönelik şeffaflıkları bulunmayan, bağlılarına mutlak itaati şart koşan hiyerarşik her yapılanma bir tarikat ve kült olarak tanımlanır.

Tarikat yapılanmaları geleneksel olabilecekleri gibi New age akımları kapsamında Yeni Dini Hareketler (YDH) şeklinde de tezahür edebilir.

Alevi-Bektaşi baskı gruplarından Mason localarına oradan  Sabataycılığa seküler kesimler arasında da tarikat yapılanmaları etkinliklerini sürdürmekte. Sünni tarikat ve kültler ise daha çok sağ siyaset üzerinde etkinler. Öte yandan zaman zaman zayıflasa da Tahran rejimi tarafından yönlendirilen İrancı-Şii lobi de etkinliğini koruyor.

Nüfuz ağırlığı değil de toplumsal oy tabanı açısından baktığımızda ise Aleviliğin Sosyal Demokrat ve Kürt siyasal hareketinde belirleyici bir faktör olduğunu Sünni tarikatların ise sağ siyasette etkin olduğunu belirtelim.

Süleymancılar ikiye bölünerek bir kısmı İyi Parti’yi diğer kesimi ise AK Partiyi desteklemekte. Fethullahçılar kanadının sistem dışı kalması sonrası Nurcular ise ağırlıklı olarak AK Partiyi destekledi. Fethullahçılar (şimdiki adıyla FETÖ) ve Yeni Asya grubu ise AK Parti karşıtı tutum sergilemekte.

2011’de IPSOS’un Habertürk için yaptığı araştırmaya gre tarikat ve cemaatlerin ülke nüfusundaki oranı %6. Bu %6’ının %60’ını ise Fethullahçılar oluşturuyor.

Yani iktidarın da yıllarca verdiği sınırsız destek sayesinde Fethullahçılar sundukları dünyevi imkanlar sayesinde tüm cemaatlerin toplamından daha geniş bir tabana yayılmışlardı.   

Araştırmaya göre Türkiye nüfusunda tarikat mensuplarının oranının yaklaşık % 2,5 - %3 olduğunu söyleyebiliriz. Geçtiğimiz 10 yıl içerisinde halkın genelinin tarikatlara olan güveninin azaldığını göz önğne alırsak bu oranın arttığını söylemek zor.

Fethullahçılar 15 Temmuz 2016 darbe girişimi öncesi, paralel devlet yapılanması oluşturup nüfuz alanlarını şantaj, yasa dışı kadrolaşma, sınav sorularını çalma, yasadışı telefon dinleme, algı operasyonu ile itibarsızlaştırma, bürokrasi ve yargı yoluyla baskı kurma, muhalifleri ihraç ettirme gibi yöntemleri kullanıyordu. Örneğin Ahmet Keleş ve Mehmet Azimli, FETÖ’nün hışmına uğrayan akademisyenlerin başında geliyorlar.
 

prof-dr-mehmet-azimliislmin-savas-ahlkina-dunya-henuz-ulasamadi9084abccc9eec8b3087a.JPG
Prof. Dr. Mehmet Azimli


Aynı yöntemleri Adnan Oktar Yapılanmasının da kullandığını gördük. Bahsini ettiğim iki yapının sistem dışına çıkmalarına rağmen başka gruplar benzeri yöntemleri kendi güçleri oranında uyguluyorlar.

Azimli’nin Profesörlük kadrosu Dicle Üniversitesi’de 3 yıl verilmedi. Rektöre 2,5 yıl ulaşamadı. Mobbing yapanlar, başvurduğu 7 üniversiteye girmesine de nüfuzlarını kullanıp engel oldu. Başörtülü ilk rektör diye dönemin yandaş medyasında taltif edilen ancak daha sonra FETÖ’den hapse atılan Ayşegül Jale Saraç Azimli’nin kitaplarını poşete sokarak kütüphanede erişime kapattırmıştı.

Fikirsel, ilmi konuları ilmi zeminde tartışmak yerine devlet gücünü arkasına alarak muhaliflerini susturma yöntemi hemen hemen tüm tarikatların başvurduğu bir yol.

Tarikatların kendi tabanlarını genişletmek için mezhepçilik söylemine sarılıyorlar. Sünniliğin gerçek temsilcisinin kendi cemaatleri olduğu propagandası yapan tarikatlar kendi Ehl-I Sünnet ve’l Cemaat yorumlarının hakiki Sünnilik olduğunu ileri sürüyorlar. Bu yorumun dışında kalan ya da bu yoruma karşı geliştirilen farklı yaklaşımlar ise Ehl-i Sünnet düşmanlığı, Peygamberi reddetmek, Ehl-i Sünnet İslam’ın kendisidir; Ehl-i Sünnet bizim anladığımız yorumdur bizim gibi düşünmeyen de İslam düşmanıdır. gibi kısır bir tekfirciliği içselleştirmiş durumdalar. Tarikatlar bu sebeple kendilerince “zındık” ve “sapık” gördükleri ilahiyat profesörlerini hedef tahtasına oturtup karalama kampanyaları düzenliyorlar.

Bu yapılar daha önceleri İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinin kurumsal olarak reddedip dışarıda kalsalar da son 5 yıldır strateji değiştirdiler. “Cihatları” dışarıda kalmaktan içlerine girip ele geçirme stratejisine geçtiler. DİB, İHL ve İlahiyatlarda kadrolaşan tarikat yapıları bu kurumlarda kendilerinden farklı düşünen öğrencilere ve hocalara da yaşam alanını daraltmaya başladılar.

Mustafa İslamoğlu, Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Prof. Dr. Mehmet Okuyan, Prof. Dr. Mehmet Azimli, Prof. Dr. İsrafil Balcı, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Prof. Dr. Mikail Bayram, Prof. Dr. Mustafa Öztürk gibi isimler bu linç atmosferinde ötekileştirilen en popüler hocalar. 
 

israfilBalcı.jpg
Prof. Dr. İsrafil Balcı


Linç atmosferini besleyen bir çok faktör var. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Tarikat yapılarının anti-demokratik/ dogmatik zihin yapıları:

Bu kapalı yapılar kendi yorumlarını mutlak hakikat olarak gördüklerinden, farklı her türlü düşünce ve yaklaşımı her yürlü yöntemle imha edilmesi gereken düşmanlar olarak görmekte.

Sosyal medya platformlarının dezenformasyonu

Sosyal medya platformlarının karmaşık, detaylıca izah edilmesi gereken dini, felsefi, ideolojik konuları vulgarize etmesi. Özellikle Twitter’da yazılan mesajlar yanlış anlamaya/anlatmaya teşne bir yapıya sahip. Dolayısıyla ancak detaylı akademik uzun metinlerle anlatılabilecek konuların tweetlere sıkıştırılması ve bu mesajların “taraftar” kitleler önünde polemiğe dönüşmesi linç edilen ve edenleri bir kısıdöngüye mahkum etmekte.

İlmi konuların alanlarından çıkarılması

Türkiye’de Fethullahçıların ve Adnan Hocacıların başlattığı baskı ile susturma, sindirme yöntemleri maalesef diğer yapılar tarafından özellikle 15 Temmuz sonrası uygulanmaya devam ediyor. Din ve inanç özgürlüğünü sadece kendisi için isteyen, kendi gibi inanmayanların, düşünmeyenlerin din ve vicdan hürriyetlerine, düşünce ve ifade özgürlüklerine bırakınız saygı duymayı polisiye baskılar, adli soruşturmaları baş vuruyorlar. Siyasi irade de oy deposu olarak gördüğü bu yaklaşık %3’lük kesime bürokrasi kadrolarını açıyor, onların kaprislerine yol veriyor. Kendisinin eseri olan uluslararası sözleşmelerden bile seçim yatırımı olarak çıkabiliyor.

Bu ay yaşanan bir olay örnek verilebilir. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) İlahiyat Fakültesi öğrencisi Kader Keskin, Hz. Muhammed’in miraca çıkmadığını ve namaz kılmadığını ifade eden tweetler attığı için önce CİMER’e şikayet edildi. OMÜ İlahiyat Dekanı öğrenci hakkında soruşturma açtı. Soruşturma kişinin dini inanç ve düşüncelerini ifade etmesi üzerine açılmış. Dekanlığın ifade vermesini istediği belgede 20 yaşındaki öğrenci tehdit ediliyor. MEB’de çalışan tüm Din Kültürü öğretmenlerini, İHL Meslek dersi öğretmenlerini tahkir ettiği, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu işlediği iddia ediliyor. Daha da ileri gidilerek İlahiyat Fakültesi öğretim görevlilerinin şeref ve haysiyetlerini zedelediği ileri sürülüyor. Tuhaf sorgulama metninde öğrencinin fikirlerini okuldaki hocalarından öğrenip öğrenmediği sorgulanarak tarikatların hedef tahtasına koyduğu kimi Profesörlerle de ilişki bağı kurulmaya çalışılıyor.

Miraç hakkında akademik bir çok makalesi ve kapsamlı bir de kitabı bulunan OMÜ Öğretim Görevlisi Prof. Dr. İsrafil Balcı’ya konuyla ilgili görüşlerini sorduğumda ise durumun daha da vahim olduğunu öğrendim.

Prof. Balcı özellikle Nakşibendi İsmailağa cemaatinin Samsun kolunun OMÜ üzerinde bir vesayet kurduğuna dikkat çekiyor.
 

israfil balcı.jpg
Prof. Dr. İsrafil Balcı


Önceden yetiştirdiği propagandacı müritlerin ilahiyat öğrencilerini markaja alması bir yana, sınıflarda ders veren hocaların okul yönetimine ve CİMER’e şikayet edilmesi de başka bir taktik. Bunun yanında kurulan paravan web sitelerinden akademisyenler hedef gösteriliyor.

Üniversiteler teoride bilim yapılan, her türlü fikrin tartışılabildiği ortamlar olması gerekirken pratikte bu dogmatik yapıların baskısı altında. Söz konusu yapılar okul yönetimlerini ele geçirme ya da sindirmenin de ötesine geçerek Profesörleri öğretim görevlilerini CİMER’e şikayet etmeye kadar işi büyüttüler.
 


Örneğimize dönersek; İsrafil Balcı Siyer yani Hz. Muhammed’in hayatı üzerine uzman bir İslam Tarihçisi olduğundan Hz. Osman dönemini de tartışan bir akademisyen. Balcı, Hz. Osman’ın kendi akrabaları olan Emevileri valiliklere atamasını eleştiren bir tweet atması sebebiyle önce CİMER’e şikayet edildi ve sonra da hakim önüne çıkarıldı. Neyse ki sağduyulu bir hakime denk geldi ki beraat(!) etti.
 


Balcı’nın düşünceleri, Hz. Osman’ın hilafet dönemi değerlendirilirken Sünni pek çok İslam tarihçisinin geçmişten bu yana hemfikir olduğu bir tespit. Sorun ise böylesi ilmi konuların adliye koridorlarına taşınması. Oluşturulan hukuksuzluk ortamında birbirine karıştırılan en önemli şey fikir, inanç farklılığı ile onların zor yoluyla bastırılmasının birbirine karıştırılması. Biz bir görüşe katılmayabilir, kıyasıya eleştirebiliriz. Örneğin Kader Keskin’in namaz ile ilgili yaklaşımına şahsen katılmasam da sırf bu düşüncesinden genç bir öğrencinin kovuşturulması, hapisle tehdit edilmesine de karşı çıkıyorum. Fikri, ilmi, akademik konuların yine aynı zeminde tartışılması gerekiyor.

Akademinin boğulması özgür düşünce ve eğitim hakkının da gaspı demek. Bu sebeple bir çok akademisyen ailesini iaşesini vs. düşünerek özgün ve üretici olmak yerine etliye sütlüye karışmamaya tercihe zorlanıyor. Geriye kalan azınlık bilim insanları ise ya bedel ödemeyi, stresi, mahkemelik olmaya, linç kampanyalarına, itibar suikastlarına katlanmayı göze alıyorlar ya da bir süre sonra tüm bu anlamsızlıklardan usananlar ise daha sakin ve bilimsel zeminlere göç etmeyi seçerek yurt dışına gidiyorlar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU