İran devrimi 11 Şubat 1979 tarihinde gerçekleştiğinde devrimin lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni, ilk icraat olarak devrimin tüm bölgeye yayılması ülküsünü ortaya attı. Bu hedef doğrultusunda çok kısa süre içinde birçok oluşuma gidildi.
Saddam Hüseyin’i öfkelendiren ve İran’a saldırmasına yol açan faktör de çiçeği burnundaki Şii devrimin Irak, Lübnan, Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun genelinde bugün isimlerini sıkça duyduğumuz örgütlerin temelini attı.
Filistin’de İslami Cihad, Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta “Irak Devrimi Yüksek İslami Konseyi” gibi oluşumları hızlıca hayata geçirdi.
Bugün, Filistin’de Hamas’ı da önemli ölçüde kontrol ediyor ve besliyor. Irak’ta ise IŞİD’e karşı kurulan Haşdi Şabi, bugün ülkenin belirleyici bir gücü. Afganistan’da ise Taliban artık İran’ın sağladığı silahlar ile hergün onlarca sivilin ölümüne yol açan saldırılar düzenliyor.
İran’ın Suriye’deki etkinliği ve gücü ise dünyanın malumu. Yemen’de desteklediği Husiler ise, Tahran yönetiminin Suudilere karşı vekalet savaşını yürütüyor.
İran’ın fiili olarak kurdurduğu ve desteklediği bu silahlı örgütlerin yanı sıra Nijerya, Pakistan, Hindistan, Bahreyn, Suudi Arabistan ve diğer birçok ülkede de kendisine bağlı olarak hareket eden sivil oluşumlar oldukça etkili.
İlk defa Ürdün kralı Abdullah tarafından kavramsallaştırılan Şii Hilali, bugün neredeyse tamamlanmak üzeredir ve İran söz konusu ülkelerin birçoğuna gerek Devrim Muhafızları Ordusu gerekse de paramiliter askeri güçler vasıtasıyla hükmetmektedir.
Durdurulamayan bir güç olarak İran
İran devrim lideri Humeyni’nin devrim ihracı söylemini ciddi bir tehdit algısı olarak algılayan bazı Körfez ülkeleri, Saddam’ın başlattığı savaşa diplomatik, lojistik ve finans desteği sundu ancak 8 yıl süren yıkıcı savaş İran’ın devrimini muhkemleştirmesiyle sonuçlandı.
İran, Irak savaşının ardından bölgedeki askeri ve propaganda faaliyetlerine tam hız verdi ve hedeflerini gerçekleştirme doğrultusunda emin adımlarla ilerledi.
İran, ezeli ve ebedi düşman olarak tanımladığı ABD’nin Afganistan işgalini Taliban’ı tehdit unsuru olarak gördüğü için destek verdi.
Washington-Tahran hattında kıran-kıran süren pazarlıkların ardından İran, Afganistan işgaline destek verdi ve Taliban’ın yıkılmasının ardından bu ülkedeki etkinliğini arttırdı. Taliban ise bugün Tahran’ın günümünde hareket eden bir örgüt haline geldi.
İran, Lübnan iç savaşını da çok iyi değerlendirerek burada kurdurduğu Hizbullah örgütü üzerinden nüfuzunu iyice arttırdı ve artık Hizbullah ülke yönetiminin etkin bir gücü.
Irak’ta ise IŞİD ile oluşan güvenlik boşluğunu Şii dini otorise Ali Sistani’nin çağrısı üzerine kurulan Haşdi Şabi’yi Hadi Amiri ve Ebu Mühendis gibi Devrim Muhafızları Ordusu’nda eğitim görmüş isimler üzerinden kontrol yönetti.
Kasım Süleymani, bu organizasyonun kritik aşamalarında bizzat yer aldı.
Tüm yaptıkları yanına kâr kalan ülke
İran, bölgesel ve küresel bir güç olmak için başlattığı nükleer faaliyetlerini 5+1 ülkeleri ile yaptığı nükleer anlaşmanın ardından durdurmayı kabul etti ancak kağıt üzerinde kalan bu anlaşmaya Tahran yönetimi hiçbir zaman uymadı.
Anlaşmaya göre bölgesel faaliyetlerini de azaltmayı taahhüt eden Tahran yönetimi, bu süre zarfında yayılmacılığını gittikçe artırmış ve bölgede “emperyal” bir güç olarak dikkatleri üzerine çekmiştir.
Özellikle son yıllarda Suriye, Irak ve Yemen’de hakimiyeti altına aldığı geniş alan nükleer anlaşmanın baş aktörü ABD’yi ciddi olarak tedirgin etti.
Başa geldikten sonra selefinin imzaladığı anlaşmayı yerden yere vuran ABD Başkanı Donald Trump, zaman kaybetmeden bu anlaşmadan çıktı ve Tahran’a yönelik yaptırımları geri getirdi.
Tahran yönetimi, bin yıllık diplomasi tecrübesiyle Washington yönetiminin bu adımlarını “uluslararası sözleşmelerin ihlali” olarak dünyaya sunmayı başardı ve Trump’ın bu konuda yalnız kalmasını sağladı.
İran’ın bölgesel yayılmacılığına, nükleer faalliyetleri geliştirdiğinde, balistik füze geliştirdiğine AB’li müttefiklerini inandıramayan Trump, yaklaşık 1.5 yıldır sürdürdüğü ekonomik yaptırımlarda umduğunu elde edemedi.
AB ülkeleri, İran ile olan ekonomik çıkarları nedeniyle Tahran yönetimiyle köprüleri korumayı tercih ederken stratejik müttefikleri Rusya ve Çin ise, Ortadoğu’da imparatorluğa doğru giden bir düzen kuran Hamaney’e koşulsuz desteği sürdürerek ezeli rakipleri Washington’a da her fırsatta çelme takmayı ihmal etmiyor.
İran, bölge ülkelerinin yeterince inisiyatif alamaması, agresif politika yürütememesi ve bölgedeki Sünni güçleri doğru yönlendirememesi nedeniyle birçok ülkede askeri güç bulundurmasına rağmen “işgalci” olarak değerlendirilmiyor ve hükmettiği yerlerde “ülkelerin içişlerine müdahale” suçlamalarına muhatap olmuyor.
AB ülkelerinin çıkarcı, ABD ile İngiltere’nin ikircikli, İsrail’in samimiyetsiz ve Suudi Arabistan ile müttefiklerinin tedbirsiz siyasetleri nedeniyle etki alanını genişleten Tahran yönetimi, ülkelerin içişlerine her türlü müdahaleyi yapmasına rağmen hiçbir sorunla karşılaşmıyor.
Basra Körfezi’nde geçen ay artan gerginliğin üzerine ABD’ye ait İHA’yı düşüren ve bu hafta sonu Suudi Arabistan’ın milli petrol şirketi Saudi Aramco’nun vurulmasını sağlayan Tahran yönetimi, bölgede sahip olduğu geniş etki alanı nedeniyle herhangi bir cevap ile karşı karşıya kalmıyor.
Tahran, Hürmüz Boğazı’nı kapatma, Suudi ve BAE’ye saldırı tehdidinde bulunarak ABD ve müttefiklerinin olası bir askeri misillemesini daha büyük saldırı tehditleriyle üzerinden savıyor.
İran rakiplerinin politik ve askeri başarısızlığı
Ortadoğu’da bölgesel güçler olarak öne çıkan ve İran’a rakip olarak görülen ülkelerden Türkiye ve Suudi Arabistan, Tahran’a karşı çoktan kaybettiler. Türkiye, Suriye’de izlediği politikalardan geri adım atarak İran ile uzlaşma yoluna gitti. İran devlet yetkilileri bu konuda ne kadar haklı çıktıklarını büyük bir gururları ifade etmekten kaçınmıyor.
İran Meclis Başkanı Ali, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Suriye savaşının başlarında Tahran’a yaptığı ziyaretlerle ilgili şu görüşleri dile getiriyor:
Bazı devletler Suriye’deki olayların başlangıcında İran’a geldi. Bu devletler Suriye’yi desteklediğimiz için bizi eleştiriyordu.
İki hafta içinde Emevi Camisi’nde namaz kılacaklarını söylüyorlardı. Ona dedim ki ‘emin ol böyle bir olay (Emevi Camisinde namaz kılma) olmayacak.
O gelişmelerin üzerinden birkaç yıl geçti ve o kadar kan döküldü. Suriye meselesinin askeri yöntemlerle değil siyasi uzlaşıyla çözüleceğini söyledi.
Suudiler ve bazı bölge ülkeleri yanlış yaptı. Bu ülkeler Suriye rejimini askeri yollarla devirebileceklerini düşünüyordu, fakat zannediyorum ki şimdi yanlış yaptıklarını anladılar.
Laricani’nin bu sözleri Türkiye’nin geldiği noktayı ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
Diğer yandan Türkiye, Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da Kürtlerin daha fazla haklara sahip olmasını engellemek için Tahran yönetimiyle anlaştı ve bağımsızlık referandumunun ardından Kerkük Peşmergeden alındı.
Bölgede büyük bir güç olan Suudi Arabistan ise Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’de İran’a karşı bir set oluşturmaya çalışsa da bunu sadece bir ölçüde Yemen’de başarabildi. Yemen’de de Suudiler dünyaya karşı iyi bir imaj oluşturamadı.
Bu nedenle Almanya gibi ülkeler silah satışını durdurdu. Suudi Arabistan, İran desteğindeki Husileri durdurabilmek için birkaç ülkeden oluşan geniş bir koalisyon kurdu ancak yine de neticeye ulaşamıyor.
Suudi Arabistan, Suriye’de bazı silahlı örgütleri destekledi ancak bunlar İran desteğindeki gruplara karşı ciddi bir varlık gösteremedi. Irak’ta ise IŞİD’in insanlık dışı terör uygulamaları nedeniyle Sünniler sahipsiz bırakıldı ve meydan tamamen Şiilere-İran’a kaldı.
Irak’ta nüfusları 10 milyona yakın olan Sünnilerin önemli bir bölümü bugün için çevre ülkelerde ve Kürdistan Bölgesinde sığınmacı hayatı yaşıyor. Ülkelerinde kalanlar ise zor şartlar altında yaşam mücadelesi veriyor.
Sonuç olarak
İran; sabit rejimi, agresif dış politikası, Şiilik ülküsü-motivasyonu ve imparatorluktan devr aldığı diplomasi becerisi sayesinde Sünnilerin engellemek için birçok girişimde bulunduğu Şii Hilalini gerçekleştiriyor.
AB ülkelerinin pragmatist politikaları nedeniyle Tahran yönetimi daha rahat hareket ediyor.
Trump’ın ekonomiyi önceleyen ve gelecek yıl yapılacak seçim odaklı politikaları nedeniyle de İran bölgedeki pervasızlığını arttırıyor.
İran’ın hâlihazırdaki politikaları bu rahatlıkta ve imkanlarla devam etmesi durumunda Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn, Katar ve Kuveyt de kısa sürede daha fazla etki alanına girecektir.
Veliaht Prens Muhammet Bin Selman’ın “Savaşı İran’ın içine taşıyacağız” sözünü İran yönetimi savaşı Suudi’nin can damarlarına taşıyayarak gerçekleştiriyor.
Dünyaya haraca bağlama siyaseti yürüten ve bu konuda hiçbir engele takılmayan İran yönetimi, bu hızla ilerlemeye devam ederse Sünni dünya tüm mevzilerini kaybedecek ve Sünni hinterlandı tamamen Şii hakimiyetine geçecek.
Bu nedenle İran’a karşı bölgesel ve küresel ölçekte itiraz seslerinin yükseltilmesi ve diplomatik yollarla Tahran yönetiminin saldırgan politikalarını terk ederek halkların inanç ve yaşayışlarına müdahale etmekten vazgeçmesi sağlanmalıdır.
Burada söz konusu olan bir millete ya da bir ülkeye düşmanlık değil, bölgede huzur, istikrar ve barış ortamının korunmasıdır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish