Lenin'in 1914'te ifade ettiği, "Hegel'in Mantık kitabının tamamını derinlemesine inceleyip anlamaksızın Marx'ın Kapital'ini, özellikle de onun ilk bölümünü, bütünüyle anlayabilmek imkânsızdır. Dolayısıyla, yarım yüzyıl sonra tek bir Marksist bile Marx'ı anlamamıştır!" sözü*, bugün Venezuela'nın sancılı hikâyesinde bir uyarı gibi yankılanıyor.
Lenin'in o keskin uyarısı, Hegel'in diyalektik mantığının karmaşıklığını kavramadan Marx'ın Kapital'ini, hele ki o ilk bölümü, tam anlamıyla sindirmenin imkânsızlığını haykırırken, bugün Venezuela'nın sancılı hikâyesinde yankılanıyor:
Maduro'nun yönetimine "Marksist" ya da "sosyalist" damgası vurmak kolay, ama bu etiketi hak etmek için işçi sınıfının özgürleşme mücadelesini, sınıf çatışmasının diyalektik akışını ve emperyalizmin o kanlı pençesini gerçekten kavramak gerekiyor.
Yarım yüzyıl sonra hâlâ Marksistlerin Marx'ı anlamadığına dair Lenin'in hicvi, Maduro'nun Bolivarcı devriminin de benzer bir tuzağa düştüğünü fısıldıyor.
Zira Venezuela, 21'inci yüzyıl sosyalizminin vaat ettiği özgürlükçü demokrasiden uzaklaşarak, otoriter bir bürokrasiye saplanmış, küresel kapitalizmin kıyısında debelenirken, ABD'nin emperyalist gölgesi altında eziliyor.
Bugün, Ekim 2025 sonuna gelindiğinde, Karayipler'de Amerikan savaş gemilerinin gölgesinde sallanan bu ülke, gerçekten Marksist bir özgürlükçü demokrasi mi, yoksa Marx'ın eleştirdiği devlet kapitalizminin bir varyasyonu mu?
Maduro'nun aksaklıkları, çağdaş dünyaya bütünleşememesi ve Trump'ın tutarsız emperyalist hamleleri üzerinden, bu soruyu diyalektik bir mercekle irdeleyelim ama unutmayalım.
Neticede felsefi bağlamda, bir bilimsel disiplin olarak, Marksizm objektif bir eleştiri aracıdır, körü körüne bir savunma değil.
Venezuela'nın Bolivarcı devrimi, Hugo Chavez'in mirasıyla başladı: Petrol rantını sosyal programlara aktararak yoksulluğu azaltan, Latin Amerika'da anti-emperyalist bir umut ışığı yakan bir hareket.
Marx'ın Kapital'inde vurguladığı artı-değer sömürüsüne karşı, Chavez'in "21. Yüzyıl Sosyalizmi" vaadi, halk konseyleri üzerinden tabandan bir demokrasi vadediyordu.
Ama Nicolás Maduro'nun 2013'ten beri süren iktidarı, bu diyalektiği tersine çevirdi.
Venezuela devrimi, sınıf mücadelesinin motoru olmaktan çıkıp, bürokratik bir makineye dönüştü.
Bugün Venezuela, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahipken, hiperenflasyonun pençesinde kıvranıyor.
2025 verilerine göre, yoksulluk oranı yüzde 70'i aşmış, 8 milyona yakın Venezuelalı ülkeyi terk etmiş, temel gıda ve ilaç kıtlığı halkı açlık sınırına itmiş.
Bu, Marx'ın öngördüğü sosyalist geçişin değil, devlet kapitalizminin klasik bir örneği: PDVSA gibi petrolü çıkaran, işleyen ulusal şirketler hâlâ piyasa dinamiklerine tabi, ama devlet kontrolü altında yolsuzluk ve verimsizlik diz boyu.
Maduro'nun sürekli olarak ağzından düşürmediği "komünler" vurgusu, görünürde oldukça iddialı başlıyor ama pratikte, bu yapılar özerk bir işçi sınıfı demokrasisi olmaktan uzak; merkeziyetçi bir sadakat mekanizmasına dönüşmüş.
Öte yandan Maduro rejimi, muhalifleri "ekonomik savaş" suçlamasıyla sustururken, işçi grevlerini bastırıyor.
Seçimleri manipüle ettiği iddialarına ise halen bir açıklık getirilemedi.
2024 başkanlık seçimindeki usulsüzlükler, uluslararası gözlemcilerin raporladığı gibi, rejim yüzde 70'lik muhalif oyu yok sayarak, devrimi bir oligarşiye evriltti.
Bu, Hegel'in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi: Başlangıçtaki özgürleşme vaadi, tersine bir köleliğe dönüşmüş; Maduro'nun yönetimi, Marksizm'in özgürlükçü ruhunu değil, bürokratik deformasyonu yansıtıyor.
Peki, bu aksaklıklar neden?
Maduro'nun en büyük hatası, çağdaş dünyanın globalize olmuş yeni kapitalizmiyle bütünleşememesi.
Ama burada ironik bir diyalektik var: Emperyalizmden kaçarken, onu davet eden bir izolasyon.
Venezuela, BRICS'e yanaşarak Çin ve Rusya'ya yaslanıyor; petrolünü Pekin'e satıyor, Moskova'dan silah alıyor (Tabii bu, Lenin'in emperyalizm analizinde "zayıf halka" olarak gördüğü bir strateji) ama pratikte yeni bir bağımlılığı derinleştiriyor.
Diğer yandan 2025'te, Chevron gibi Amerikan şirketlerine petrol sahası açan anlaşmalar, "sosyalist" bir hükümetin neoliberal bir dönüşümüne işaret ediyor.
Maduro, diyalektik materyalizmi unutmuş gibi: Sınıf çatışmasını küresel bağlamda okumak yerine, ulusalcı bir romantizme saplanmış.
Sonuç?
Ekonomi küçülüyor ve 2014'ten beri GSYİH yüzde 75 daralmış.
Üstelik göç dalgası Latin Amerika'yı sarsıyor, ve rejim, Marx'ın eleştirdiği "devlet"in gölgesinde, işçi sınıfını özgürleştirmek yerine ezerken, "sosyalist" etiketini bir kalkana dönüştürmüş.
Bu, Lenin'in uyarısını doğruluyor: Hegelyen mantık olmadan, Marx'ın Kapital'inin ilk bölümünde ifade ettiği gibi, ‘meta fetişizmini aşamayan' bir devrim, kendi mezarını kazar.
İşte tam bu noktada, ABD'nin rolü devreye giriyor ve Marksizm'in emperyalizm eleştirisiyle yüzleşiyoruz.
Hiç kuşkusuz, ABD'nin Venezuela'ya yönelik politikası, klasik bir emperyalist emel taşıyor: Monroe Doktrini'nin hayaletini dirilten, Latin Amerika'yı "arka bahçe" gören bir hegemonya arzusu.
Trump'ın 2025'teki hamleleri, bunu çıplakça sergiliyor: Karayipler'de savaş gemileri, F-35'ler ve B-52'ler konuşlandırılıyor, "uyuşturucu savaşı" kisvesi altında sivil teknelere füze atılıyor.
Hatta Al Jazeera'nın raporladığı üzere 17 Venezuelalı öldürülmüş, Maduro "açık savaş" ilan etmiş.
Politico ve NYT analizlerine göre bu, Marco Rubio'nun önderliğindeki bir rejim değişikliği stratejisi: Maduro'yu "narco-terörist" diye yaftalayıp 50 milyon dolarlık ödül koyuyorlar ve CIA'ya gizli operasyonlar yetkisi veriyorlar.
Lakin asıl hedef petrol ve Venezuela'nın rezervleri, Amerikan şirketleri için büyük bir pastadan ibaret.
Marx'ın Birinci Enternasyonal'de emperyalizmi "kapitalizmin en yüksek aşaması" olarak tanımladığı gibi, bu yaşanan süreç basbayağı sömürüyü coğrafi sınırlara yayma amacını taşıyor.
Yaptırımlar, 2017'den beri ekonomiyi boğuyor, ama Guardian'ın belirttiği üzere, bu "insani felaket" yaratırken, rejimi devirmekte başarısız kalıyor ve sadece halkı cezalandırıyor.
Emperyalizm burada somut: ABD, demokrasi diye diye, 2002 Chavez darbesi gibi müdahaleleri destekliyor, 2018 seçimlerinde Maduro'ya karşı alenen sosyal demokrat muhalif lider Guaido'yu desteklediğini ilan ediyor; tabii bu, Lenin'in "süper-emperyalizm" eleştirisindeki gibi, özgürlük kisvesi altında yaşanılan bir tahakküm.
Ama Trump'ın yaklaşımı, bu emperyalist emelin tutarsızlığını da açığa vuruyor ve Marksizm'in objektif tenkidi burada devreye giriyor: Kapitalizmin kendi iç çelişkileri, Trump gibi figürlerde somutlaşıyor.
Birinci döneminde "sonsuz savaşlara son" diye bağıran Trump, şimdi Karayipler'de "hayalet gemileri" batırıyor, ama CNN'in raporladığı üzere, bu "uyuşturucu" bahanesi zayıf: Zira DEA (ABD Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi) verileri, kokainin yüzde 84'ünün Kolombiya'dan geldiğini söylüyor, Venezuela'nın rolü marjinal.
Tutarsızlık zirvede: Maduro'ya petrol anlaşmaları teklif ettiriyor. Hatta NYT'ye göre, Venezuela ABD'ye maden zenginliklerini sunmuş, yaptırımları kaldırmak için.
(Ama aynı anda "fuck around and find out" diye tehdit savuruyor!)
Bu, Hegel'in diyalektiğinde tez-antitez! Trump'ın "enerji hakimiyeti" vaadi, Çin'in Venezuela petrolünü ele geçirmesine karşı bir panik, bir hezeyan olsa gerek! Marco Rubio'nun "rejim değişikliği" hırsı, ama öte yandan Trump'ın destekçileri bile Venezuela'ya askeri müdahale ihtimaline karşı tedirgin.
Zaten son NYT anketi, Trump seçmenlerinin yüzde 44'ünün askeri müdahaleye karşı olduğunu doğruluyor.
Konuya Marksizm bağlamında tenkit: Artık emperyalizmin barbarlaşması (Tıpkı Marx'ın Kapital'inde kapitalin birikim yasasının savaşları doğurduğu gibi) Trump'ın politikası, sınıf egemenliğini koruma adına işçi sınıfını (hem Amerikan hem Venezuelalı) hiçe sayıyor.
Objektif olarak, ABD'nin emeli gerçek, ama Trump'ın kişisel kaprisi (Maduro'yu "diktatör" diye yaftalayıp, kendi otoriter eğilimlerini örten), emperyalizmi daha da "grotesk" kılıyor: Demokrasi diye diye, Venezuela'yı kaosa sürüklerken, evdeki göçmenleri "hapishane boşaltan" diye damgalıyor.
Sonuçta, Venezuela'nın krizi, Maduro'nun Marksist vaadin sapmasıyla ve ABD'nin emperyalist saldırganlığıyla iç içe: Gerçek bir liberal sosyalist demokrasi, halkın içinden doğan taban demokrasisiyle, global bir dayanışmayla mümkün olurdu.
Lakin Maduro'nun bürokrasisi ve Trump'ın tutarsız hegemonyası, bunu boğuyor.
Elbette derinlemesine anlamadan, yüzeysel eleştiriler de son derece boş.
Venezuela, işçi sınıfının ve demokrasinin zaferi için bir ders sunuyor:
Diyalektiği terk etmeyin, emperyalizme boyun eğmeyin, ama halkın liberal demokrasisini de bürokrasiye kurban etmeyin.
* Lenin, Felsefe Defterleri, Minör Yayınları, İstanbul, 2013, syf. 146.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish