"Türk uluslaşma süreci (1)" başlığıyla ilk bölümünü yayımladığımız röportajın bu ikinci bölümünde Mehmet Biter arkadaşım ile Türkiye'de Kürt sorununun çözüm imkânlarını konuşuyoruz.
100 yıllık sorun, devletin kurucu kodları, asimilasyon politikalarının iflası ve güncel güç dengeleri üzerinden nasıl aşılabilir, tartışıyoruz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Mehmet arkadaşım, çalışmamızın devamı olarak yeni süreci, devletin Kürt sorunu ile ilgili çözüm imkânlarını soracağım, konuşacağız...
Evet, bildiğimiz gibi Kürt Sorunu yüzyıldır çözüm bekliyor, defalarca denendi, her seferinde bir şekilde engellendi, olmadı. Kemalist-devletçi Türk uluslaşması bağlamının olumlu olumsuz türlü etkileri altında bu kez çözüm ne kadar mümkün, mümkün mü?
Şöyle başlayayım... Türkiye'de Kürt sorununun yüzyıldır çözümsüz kalmasının ve buna bağlı olarak demokratikleşme sürecinde ilerleyememesinin ana nedenlerinden biri, faşizan ırkçı temel üzerinde inşa edilen devletin kurucu kodlarının ısrarla muhafaza edilmiş olmasıdır.
Devlet hem ideolojik düzlemde hem de kurumsal ve yasal ve anayasal düzlemde zincirlerle bu ırkçı faşizan ideolojiye bağlanmış durumda. AKP döneminde rejimin sürekliliğini sağlamak üzere bürokraside oluşturulan ve bizim geçmişte "kurumsal faşizm" olarak tanımladığımız yapıların ana kadrolarının önemli ölçüde tasfiye oldukları anlaşılmaktadır.
Kurucu zihniyetin kurucu kadroları önemli ölçüde tasfiye olmakla birlikte, rejimin yasal ve anayasal yapısı büyük ölçüde varlığını sürdürmektedir.
AKP iktidarının devlet kurumlarını kadrosal yenilemelerle kendi vesayetine alma yolunda epey mesafe aldığı söylenebilir.
Ancak yeni bir yasal ve anayasal rejim üretemediği ölçüde başka bir iktidar bileşiminde oluşturduğu bu yapı kolayca dağılabilir.
Türkiye sahasına ilişkin Kürt hareketinin silahlı varlığı, onun meşruiyetini zayıflatan sonuçlar üretmeye başlamıştı. Bu nedenle, hareketin gecikmeli de olsa Türkiye'ye dönük silahsızlanması önemli gelişmeler üretmeye adaydır.
Ancak, Türkiye dışında Ortadoğu'nun güvensiz ortamında can ve mal güvenliği açısından halkların öz savunmaya sahip bulunması zorunlu bir durumdur.
Birçok çevrede, beklenmedik bir şekilde Bahçeli'nin Öcalan çağrısıyla başlayan sürecin ne olduğu, bunun arka planında hangi saiklerin bulunduğuna dair kafa karıştırıcı yorumlar, değerlendirmeler yapılmaktadır.
Türkiye devleti açısından sürecin başlamasına yol açan temel nedenleri doğru saptamak önemlidir.
Bahçeli'nin başlattığı bu sürecin bir devlet politikası olduğu söylenmektedir. Bu tezin doğru olma ihtimali vardır. Benim değerlendirmeme göre, ırk/soy zemininde inşa edilen ulus devlet anlayışı, gelinen aşamada devletin ekonomik ve siyasi gelişiminin, bölgede sürdürülmek istenen yayılmacı politikanın önünde ayak bağı haline dönüşmüştür.
Egemen güçler, bu pranganın farkındadır ve bundan kurtulma isteklerine de 1990'lı yıllardan beri tanık olmaktayız. Her defasında bu arayışlar bürokrasideki militarist/kurumsal yapılara çarparak geri döndü. Bu kurumsal yapıların ördüğü duvar şimdi delik deşik. Bakalım bu defa engelleme gücü olacak mı?
Bürokrasiden güçlü bir dirençle karşılaşmasa bile AKP'nin iktidar hesapları, sürecin ilerlemesi önünde ciddi bir sorun oluşturuyor. İktidar hesaplarının öncelik kazanması halinde süreci ilerletmek kolay olmayacak gibi görünüyor.
Asimilasyon iflas etti.
Evet, asimilasyon politikası iflas etti... Akılcı çözüm pozitif uyum üzerinden eşit yurttaşlık(mı)?
Türkiye'deki Kürt sosyolojisi yüzyıla yayılan baskı ve imha politikalarına rağmen asimile edilemedi. Aksine, boyun bükme sürecinde Kürt sosyolojisi ulusal bilinç kazanarak bizzat kendisi bir ulusal topluluk haline geldi.
Ulusal bilinç kazanan bir toplumu devlet zoruyla asimile etmek artık mümkün değildir.
Toplumlarda kendi doğallığında işleyen asimilasyonist süreçler vardır.
Tarihte güçlü kültürel geleneklere sahip bulunan toplumlar, kültürel yapısı zayıf toplumları, baskı politikaları olmaksızın da kendi içinde eritmeyi başarabilmiştir. Bu bakımdan, bir dil ve kültürü yüzyıllık bir baskı ve yasaklamadan sonra serbest bırakmak bir anlam ifade etse bile, egemen dille kendi mekânında yarışması bile bu iletişim çağında kolay olmayacak.
Bu nedenle, ulus devletin sistematik ulusal baskı politikasını gevşeterek, Kürtlüğün Türklükle entegrasyonu için zaman ve zeminin artık uygun bulunduğu akla gelebilir. Çünkü Kürtlere, büyük bedeller ödetilerek dayatılan zoraki asimilasyon politikası sonuçsuz kalarak iflas etti. Bu gerçeklik birçok çevre tarafından artık tespit edilmektedir.
Demirel'in "Kürt realitesini tanıyoruz" açıklamasından bu yana 35 yıl geçmiş olmasına rağmen, varlığını tanıdıkları Kürt realitesinin devlet sistemine nasıl entegre edileceği konusunda herhangi bir politika üretmeyi de başaramadılar.
Çünkü bir prangaya dönüşen cumhuriyetin "kurucu kodları" denilen bir ideolojik kurguyu koruyarak Kürt sorununa çözüm üretilemezdi. Her şeyden önce bu gerçeklikle yüzleşmek gerekliydi.
Ulus devletlerde egemenlik ulusa aittir. Ulusun tanımı içine hangi egemen sosyolojik varlık giriyorsa, egemenliği kullanma hakkının sahibi de odur. Osmanlı'da millet sistemi dini temele dayanıyordu. Müslümanlar tek millet olarak "millet-i hakime"yi oluşturuyordu. Cumhuriyet ise, "millet-i hakime"nin içeriğini değiştirerek etnik Türk kimliğine dönüştürdü.
Bu yeni denklem ile birlikte, Osmanlı sisteminde, Müslüman ortak payda içinde yer alan Kürtler ve İslamcılar, egemenliğin paydaşları olmaktan çıkarıldı. Yüzyılın sonlarında AKP iktidarıyla birlikte İslamcılar, egemenliği fiilen kullanan güç haline geldiler.
Kürtler ve diğer etnik ve dini kimliklerin sisteme nasıl bir çerçevede entegre edileceği; bunun anayasal ve yasal çerçevesinin ne olacağına ilişkin bir arayışın ve güç mücadelesinin sürdürülmekte olduğunu görmekteyiz.
Bu güç mücadelesi, ayrıntılarda farklı eğilimler olmakla birlikte, esas itibarıyla eski cumhuriyet yanlılarıyla, yeni bir cumhuriyet arayışı içinde olanlar arasında cereyan etmektedir.
Kendilerini Atatürk milliyetçisi olarak tanımlayan çevrelerin militarist/faşist unsurları, muhalefet medyası üzerinden "Cumhuriyetin kurucu kodlarına dokundurtmayız" naraları atmaya başladılar bile.
Devlet bürokrasisi içinde "kurucu kod" bekçiliği yaparak sürekliliği sağlanan ve "kurumsal faşizm" dediğimiz eski yapılar önemli ölçüde tasfiye olduğundan, şimdi toplumda ırkçı şoven dalgayı yükselterek süreci durdurmaya gayret ediyorlar.
Geçmişte olduğu gibi sonuç almaları kolay olmayacak. Kurucu kodları yenileme mi?
İktidar cenahı, herhangi bir plan, proje sunmadan "Terörsüz Türkiye" sloganının tekrarından öteye gitmeyen açıklamalarla yetinmektedir.
Bütün bu kapalılığa rağmen satır arası okumalarla, cumhuriyetin kurucu kodlarıyla ilgili bir güncellemenin hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Cumhuriyetin kurucu kodları yenilenecekse, bu yenilemenin hangi eksende yapılacağı konusu son derece önemli olacaktır.
Yenilenmeden yana tutum alan üç ana aktör gündemdedir. (Öcalan, Bahçeli,Erdoğan) Belli bir bocalamadan sonra, Kemalist kesimi temsilen CHP yönetiminin de süreçte yer aldığını belirtmeliyim. Bu güçler arasında "eşit vatandaşlık" tanımı üzerinde uzlaşma sağlamak kolay olmayacak.
AKP ve MHP'nin Türk İslam sentezinin bir ifadesi olarak Ziya Gökalp tarzı bir "kültürel Türk" kimliği önermesinde uzlaşması zor olmayacak. "Kurucu kod"un merkezindeki etnik Türk tanımdan arındırılmış, çeperde tanımlanan "kültürel Türklük" kimliğinin gündeme taşınacağını tahmin etmekteyim. Zaten uzun süreden beri, soy Türkçülük gözden düşüp savunulamadığı için söylem kültürel Türklüğe kaymış durumda.
Bu tanımı resmi politika haline getirmek ve Kürtleri bu eksene Kürt kimliğini koruyarak entegre etmek isteyeceklerdir. Ziya Gökalp'in önerdiği haliyle.
Bu durumda, ırk tanımlı etnik Türk'ten ilhamla üretilen anlatıların terk edilmesi; "soydaş" edebiyatı ve Orta Asya kökenli tarih anlatılarından vazgeçmek gerekecek. Bu anlatıların, artık ulusun bir milli tarihi olarak değil, sadece etnik Türkün tarihi olarak korunabilir hale gelmesi gerekecek.
Hem "kültürel Türklük" hem de "soydaş" edebiyatı bir arada devam edemez. Bu tür bir çözüm, Kürt halkının demokratik taleplerini karşılamaya yeter mi?
Bence yetmeyecek. Ülkeyi adaletli ve eşitlikçi demokratik bir cumhuriyete taşır mı? Taşımaz. Ancak adalet ve eşitlikçi demokratik cumhuriyet mücadelesinde tarihsel bir eşik atlanmış olacak.
Kürt hareketi bu geçici, yarım çözüme razı olur mu? Öcalan'ın konuşmalarında vurgulanan "pozitif entegrasyon" kavramını dikkate alırsak, bir uzlaşmanın olduğu anlaşılmaktadır.
Siyasi mücadele zeminini demokratik toplum mücadelesine açık hale getirmek koşuluyla bu ara çözümde uzlaşmanın sağlanmasını olası görmekteyim. Kürt hareketi eşit vatandaşlık ısrarını sürdürmeli. Vatandaşlığın hiçbir etnik, dini ve kültürel kümeye dayanmamasını, bu tür kimliklerle tanımlanmaması gerektiğini vurgulamaya devam etmeli.
Burada esas zorluğu CHP yaşayacak. Eski cumhuriyetin ırkçı/faşizan kodlarını savunsa, demokratik muhalefet cephesinden çekilmiş olacak. Yeni bir kurucu kod önermesi halinde tabanıyla karşı karşıya kalacak. Bu tartışmada CHP için hayırlı olan, Cumhuriyet'in ırkçı kurucu kodlarıyla yüzleşerek, eşit vatandaşlık tezini savunmak olacaktır.
Fakat CHP'nin de "eşit yurttaşlık" yerine "kültürel Türklük"te karar kılması muhtemeldir.
Sosyalist solda yarılma
Burada kendilerini sol ya da sosyalist olarak tanımlayan kimi çevrelerin hürriyete sahip çıkma adına, AKP'ye dönük birtakım eleştirilerin arkasına saklanarak, muhalefet medyasının köpürttüğü Cumhuriyetin ırkçı/faşizan kodlarına sahip çıkma kampanyasına katılması ibretlik bir durumdur.
Sosyalist solun içine sızmış Kemalist milliyetçilik bir kez daha kendini ele verdi. Bu sol/sosyalist çevreler ile Kemalistleri buluşturan ortak bir ideolojik zemin var. Bu zemin, Kemalist hareketi ilerici, devrimci bir hareket olarak tanımlayan ortak tarih anlatısıdır. Bu konuyu önceki yazılarımda ele almıştım.
Milliyetçi ideolojinin sosyalist ideoloji içine sızma tarihi, Türkiye soluyla sınırlı bir konu değil, 20'nci yüzyıl geleneksel Marksizm'ini de içine alan bir konudur. Sömürge ülkelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerine karşı alınacak tutumla doğrudan ilgilidir.
Milliyetçi hareketlere karşı alınacak tutum konusundaki tartışmalar, Marks'a kadar uzansa bile, bu konu daha çok Ekim Devrimi günlerinde alevlenmiştir.
Lenin'in ulusal mücadele ile sınıf mücadelesinin birleşip tek bir mücadele haline geldiğine dair tespitleri, Stalin'in daha ileri giderek ulusu devrimci ilan eden yaklaşımı, milliyetçiliğin sosyalizmin içine sızmasına kapıları ardına kadar açmıştır.
Bu teorizasyon 20'nci yüzyıl geleneksel Marksizm'ini şekillendirmiştir.
Lenin her ne kadar bu hareketleri desteklemek için mutlaka aranması gereken koşullar öne sürmüş ise de bu koşullar, tarihin seyri içinde dikkate alınmamış ve bir kenara itilmiştir.
Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci olduklarında ve bizim sömürülen yığınlarla, köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz… Eğer bu koşullar yoksa reformcu burjuvaziyle savaşılmalıdır.
(Lenin, Sömürgeler Sorunu)
Şimdi şu soruyu sorabiliriz. Cumhuriyetin kurucu kadroları, Lenin'in sıraladığı koşulları Türkiyeli komünistlere sağladı mı? Sömürülen yığınlar ve köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarına olanak sağladı mı? Yoksa var olan bütün demokratik potansiyeller imha edilerek tek adamın totaliter diktatörlüğü mü kuruldu?
Bir hareketin ilerici, devrimci olup olmadığının ölçüsü olarak laiklik/sekülerlik, kalkınmacılık, devletçilik gibi değerler öne çıkarılmaktadır.
Eğer bir hareketin ilerici ya da devrimciliği bu değerler üzerinden tanımlanırsa, başta Nazi hareketi olmak üzere birçok faşist hareketi de ilerici, devrimci ilan etmek zorunda kalırsınız.
Yolları otobanlarla donattı. Askeri teknoloji alanında Avrupa ile boy ölçüşen bir ilerleme kaydetti. Ekonomik, teknolojik alanda sağlanan bu ilerlemeleri ölçü alarak Nazi İktidarına ileri devrimci diyecek misiniz?
Kemalist hareket, İttihatçı hareketin bir devamıydı. Bu gelenek, Alman emperyalizmi ile ortak savaş cephesi kürara I. Dünya Savaşı'na katıldı ve savaştan yenilgiyle çıktı.
İttihatçılar Almanya ile birlikte savaşa girerken A planları savaştan galip çıkmak ve yeni topraklar elde etmekti. B planları da vardı; bu plan yenilgi halinde kurtuluş savaşı vermekti. 1917'de Şam'da toplandılar. Savaşın gidişatını değerlendirdiler. Yenilmekte olduklarını gördüler.
Hemen B planını devreye soktular. Silah, mühimmat ve örgütlenmeye başlama kararı aldılar. Yenilgi sonrası, Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerine dönüşerek Kurtuluş Savaşı'nı başlattılar. Kısacası, Kemalist kadrolar İttihatçı geleneğin içinden gelen kadrolardı; onlardan ayrıştırılarak ele alınamazlar.
Kemalist hareket gibi kurtuluşçu hareketlerin ilericiliğini ya da gericiliğini belirleyen şeyi, bu hareketlerin ülke içine dönük yürüttükleri politikalara bakarak değerlendirebiliriz.
Ülke içinde bulunan diğer etnik, dini, kültürel ve siyasi toplulukları iç düşman ilan eden ve bu gruplara karşı nefret söylemini devreye sokarak imha etmeye çalışan hiçbir iktidara ilerici, devrimci payesini veremezsiniz.
Kurtuluşçu hareketlerin anti-emperyalist tutumundan yola çıkarak onları tek boyutlu bir bakış açısıyla değerlendirmek eksiktir, yanlıştır.
Tarihe baktığımız zaman bu hareketlerin dış güçlere karşı en devrimci gözüktükleri dönemlerde, aynı zamanda içeriye dönük en baskıcı, en zalim politikaların uygulayıcıları oldukları görülür.
Bu tür hareketleri tanımlarken, belirleyici olan dışa karşı sürdürülen tavır değil, yönettikleri içeriye karşı aldıkları tavır olmalıdır.
İlerici milliyetçiliğe örnek aranacaksa, bunu Ortadoğu diktatörlüklerinde bulamazsınız. Fakat Amerika kıtasında, sadece Batılı emperyalizmine karşı değil, aynı zamanda içerideki baskı biçimlerine karşı da mücadele yürüten, Latin Amerikalı Yerli Halklar Hareketini örnek alabilirsiniz.
Bu hareketler hem anti-emperyalist hem de özgürlükçüdür. Bütün bu yazdıklarımla ne demek istiyorum? Demek istiyorum ki, ırkçı faşizan temel üzerine inşa edilmiş, son derece etnik, dini ve kültürel çeşitliliğe sahip renkli bir coğrafyayı askeri giysi gibi tek tipçiliğe mahkûm bırakan bir cumhuriyet projesini milliyetçilik adına savunabilirsiniz, ancak sosyalizm adına savunamazsınız. Kaldı ki demokratik gelişmeyi engelleyen bu proje tarihsel ömrünü tamamlamıştır.
Otuz yıldır tartışılan, yeni bir cumhuriyet talebi tekrar gündemleşmiştir. Cumhuriyetin kurucu kodları yeniden tanımlanacaksa, bu tanımlama bugünkü güçler dengesi içinde belirlenecektir. Sol ve sosyalistlerin hızla toparlanarak ve organize olarak özgürlükçü demokratik cumhuriyetin kurucu aktörlerinden olması son derece hayatidir.
Artık tarihsel bakımdan ölü bir proje haline gelmiş olan eski ırkçı modele muhafızlık yapmak bizim işimiz olmamalıdır. Yeni bir kurucu anayasa söyleminin bazı muhalefet çevrelerinde yarattığı rahatsızlık yalnızca Erdoğan'ın yeniden seçilmesiyle ilgili değildir.
Kürt sorununun çözümü üzerinden, cumhuriyetin kurucu kodlarının yeni bir anayasayla tasfiye edilme ihtimali, eski rejim yanlılarını büyük bir telaşa sürüklemiş görünmektedir Tarihsel ömrünü tamamlamış eski rejim savunusu bir ilerleme değil, gerilemeyi ifade eder.
Bu aşamada temel politik görev, eski rejimin ilerlemeye engel bütün kurumlarının tasfiye edilerek, yeni bir özgürlükçü, demokratik cumhuriyetin kuruluşu için çalışmak olmalıdır.
Teşekkürler Mehmet dostum, teşekkürler...
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish