Türk uluslaşma süreci (1)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Leviathan'ın Yok Edilmesi, Gustave Doré (1865) / Görsel: Wikipedia

Bugün, kadim dostum Mehmet Biter ile "uluslaşma süreci" üzerine konuşacağız.

Aslında çalışmanızı asgari üç bölüm üzerinden düşünmüştüm ama gerek senin gerekse gazetedeki editör arkadaşın da iki bölüme çekmemi istemeniz üzerine iki bölüm üzerinden tamamlamayı tasarladım.  

Özetle...  "Türk Uluslaşma Süreci" isimli çalışman üzerine konuşacağız, ulus ve devlet kavramlarından başlayarak, milliyetçilik ve ırkçılık, erken uluslaşma örnekleri olarak İngiliz, Fransız,  Amerikan modelleri, geç uluslaşma örnekleri olarak Alman ve Japon modelleri, iç ve dış sömürgesi olan ülkeler yanı sıra, faşist uluslaşma süreçleri ile ilgili konuşacağız, Türk modeli de olmalı, var mı, varsa nedir, nasıl işliyor, hangi uluslaşma modellerinden etkileniyor, ne denli özgün, konuşacağız, bu noktada Ziya Gökalp ve Kürtler, Kültürel Türkler, ırk ve soy temelli uluslaşma süreçleri, Mustafa Kemal'in "Türkiye Türklerindir" görüşü ile uluslaşma süreci ilişkisi, bu arada "Üç tarz-ı Siyaset"i (Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak) konuşacağız,

Abdullah Cevdet ve Rıza Nur'un soy etnik düşüncelerini de konuşacağız,  

Anadolu'nun tarihi geçmişine bakıldığında cumhuriyet döneminde etnik ve çoğulcu yapısının asimile edildiği anlaşılıyor konuşacağız,

Ama kırım, göçertme vs. dahil her şeye rağmen Kürt coğrafyasında İstenen ölçüde üstesinden gelinemiyor, birde gelinen nokta var, konuşacağız,

Kurucu orta sınıfla uluslaşma süreçleri arasındaki ilişkiyi, militarist devlet- ulus inşa süreçlerini, sömürgesi olan ve olmayan toplumların uluslaşma biçimlerini, bu bağlamda iç ve dış sömürgelerle baskıcı totaliter, faşizm ve benzeri devletlerin uluslaşma süreçlerini ayırıcı özellikleriyle konuşacağız, soracağım...
 

Mehmet Biter, Independent Türkçe için Celalettin Can'ın sorularını yanıtladı
Mehmet Biter, Independent Türkçe için Celalettin Can'ın sorularını yanıtladı

 

Arkadaşım... Yöntem olarak, ilk bölümde yukarıda ifade ettiğim çerçeve içinde konuşacağız, ulus ve devlet kavramlarından başlayarak ilerleyelim istersen...    

Uygun...  ulus ve ulus devlet kavramları kadim kavramlar değildir. Kapitalizmin sanayileşme döneminde ortaya çıkan endüstriyel toplumun tarihsel, sosyolojik bir kategorisine tekabül eder bu kavramlar.

Toplumu homojenize ederek, iktidar yapısında merkezileşmeyi, kültürde standartlaşmayı, şiddet araçlarında kontrol tekelini kurarken, önceden var olan kimlikleri, kültürleri tek kimliğe dönüştürür, dışında kalanların payına ise tasfiye olma düşer...

Ulus devletin birleştirici ideolojik harcı, milliyetçiliktir. Irkçılık ise ulus projesini tamamlayan bir ektir. Her şeyden önce, toplumdaki çokluğu bir kimlik etrafında homojenize etmeyi hedefleyen bir toplum mühendisliği girişimidir.  

Ulus devlet bedeninde egemenlik ruhunu temsil eden hayali bir cemaatin inşasıdır.

Feodalizmin bağrında sermaye biriktirerek güçlü bir sınıf oluşturan burjuvazi, tanrı adına kutsallık kazandırılan egemenlik hakkını feodal egemen güçlerin elinden alıp kendi sınıf egemenliğini kurmak istemiştir.

Ulus ve ulus devlet bu ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Ulus, egemenlik hakkının sahibi olarak tanımlanan tanrısal irade yerine ikame edilen bir tarihsel kategoridir. Tanrının kutsallığı yerine, ulusun yüceliğini tanımlayan semboller devreye girer.

Dini ritüeller yerini milli törenlere, dalgalanan bayraklara ve marşlara bırakır. Çeşitli mitler, efsaneler, hikayeler gibi anlatılar dolaşıma sokularak, büyük idealler eşliğinde ulus bilincinin toplumda yerleşmesi sağlanır.

Uluslaşma süreçleri, kapitalist gelişme düzeyine bağlı olarak,ülkeden ülkeye farklı özellikler içermekle birlikte, özellikle kurucu özne itibarıyla bu süreçler iki ana model halinde analiz edilebilir.

Bu modellerden biri, erken uluslaşma süreçlerinde görülen İngiliz, Fransız, Amerikan modelidir.

Bir diğeri ise geç uluslaşma süreçlerinde ortaya çıkan Alman ve Japon modelidir.

Fransız-İngiliz modelinde, bu ülkeler güçlü bir orta sınıfa sahip olduklarından,

Ulus devlet orta sınıfların öncülüğünde aşağıdan yukarıya inşa edilir.

Burada uluslaşma toplumdan devlete doğru ilerleyen bir süreçtir. Kurucu güç orta sınıftır.

Uluslaşma sürecini gecikmeli olarak yaşayan Alman, Japon (bu kapsama Slav milliyetçiğini de alabiliriz) modelinde ise kurucu rol üstlenebilecek güçlü orta sınıf bulunmadığından, bu ülkelerde uluslaşma süreci yukarıdan aşağıya orduya dayalı militarist bir yapılanma olarak gerçekleşir.

Askeri kışla kültürü yukarıdan aşağıya tüm topluma giydirilir. Buna ulus devlet yaratmanın militarist/faşist yöntemi denilebilir. Bu modelde inşa süreci devlet inşasından ulus inşasına doğru ilerler.

Yukarıdan aşağıya militarist uluslaşma süreci yaşayan ülkeler, Fransız ve İngilizler gibi sömürgeleri olmadığından, temel aldıkları ulusal kimlik kapsamı dışında kalan kendi yerli nüfuslarını yağmalar, imha eder ve bütün varlıklarına el koymaya yönelir.

Başka bir deyişle devlet sınırları içimdeki ötekileri adeta sömürgeleştirir, kendi sömürgesini içeride yaratır. Sermaye birikimini de içeriden sağlamaya çalışır.


"Türk uluslaşması" bağlamında, "Türk Modeli", etkilendiği uluslaşma modelleri ve yanı sıra ayırıcı özelliklerini sorsam...  

Türk uluslaşma sürecini incelediğimizde, her iki modelin karıştığı melez bir bileşim ortaya çıkmıştır.

Devlet inşasındaki katı merkeziyetçi yapıyı Fransız modelinden aldığını görmekteyiz.

Yine toplumdaki çoğulcu yapının bir bölümünün asimile edilerek homojenliğin amaçlaması bakımından

Fransız tecrübesini görmekteyiz.

Ancak, Fransız modelinde ulusal kimlik etnik tanımlı olmaktan ziyade, vatandaşlık çerçevesinde siyasal tanımlı olurken Türkiye'de ulus inşa modeli devlet bağı üzerinden siyasal değil, tamamen Alman tecrübesinde gördüğümüz etnik kimlik tanımına dayanmaktadır.

Militarizmin öncülük ettiği bu süreçte, ulusal yapı ırk/soy ölçeninden ilham alan Türk etnik kimliği temeli üzerinde inşa edildi.

Almanya'nın sosyolojik/toplumsal yapısı büyük ölçüde homojen bir etnik yapıdan oluşmaktadır.

Alman toplumunda kayda değer sosyolojik çeşitlilik bulunmamaktadır. Türkiye ise tamamen etnik ve dini çeşitliliklerden oluşan karmaşık bir sosyolojik yapıya sahiptir.

Alman etnik kimliği ülke sosyolojisiyle uyumlu olabilirken; Türk etnik kimliği, ülke sosyolojisinin yarısını bile temsil kabiliyetinden yoksundu, sosyolojik temeli zayıf bir kurucu projede karar kılındı.

Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, uluslaşma sürecinin bütün baskı ve yasaklamalara rağmen tamamlanamamış olmasının bir nedeni de ulusal inşa projesinin Anadolu realitesi ile örtüşmeyen, toplumsal çeşitliliği tehdit olarak algılayan bir ruh haliyle yola çıkılmış olmasıdır.

Oysaki Türkiye'de uluslaşma sürecinin kurucu kadrolarının önünde tercih edebilecekleri farklı seçenekler vardı. İttihatçı kadrolar arasında etkili bir figür olan Ziya Gökalp'in benimsediği "kültürel Türkçülük" bir seçenekti.

1922 de bizzat Mustafa Kemal'in dile getirdiği "Türkiye Türkiyelilerindir" tanımı en uygun seçeneklerden biriydi.

Türkiyeliliğin yanı sıra Anadoluluk gibi Teritoryal tanımlar veya siyasi bağlam üzerinden vatandaş tanımlanıp ulus inşa edilebilirdi.

Alman tarzı ırk tanımı üzerinden ulus inşası tarihsel bir zorunluluk değildi.

Ama ne yaptılar? Anadolu'nun son derece çoğulcu yapısal gerçekliğini göz ardı ederek, ırka/soya dayalı etnik temelli bir ulus projesi devreye sokuldu.

Türkiye'nin sosyolojik gerçekliğini inkâr eden en aykırı tercih yapıldı.

Anadolu'nun çoğulcu yapısı göz önüne alınarak, ırk temelli kimlik darlığına gidilmeseydi; daha kapsayıcı bir kimlikle işe başlansaydı sonuç farklı olabilirdi.

Ancak bu kadrolar, devletin zor aygıtlarını kullanarak, Anadolu'nun etnik ve dini çoğulcu yapısını tek kimliğe dönüştürerek asimile edebileceklerini, asimile olamayanları ise Ermeni tehciri örneğinde olduğu gibi, ülkeden sökülüp atılabileceğini düşündüler.

Vahşi ve kanlı bir iç operasyonu muhtemel kılan bir ulus projesini yürütmeyi çıkarlarına uygun buldular.

Ulusal inşaya ilişkin farklı fikirlerin tanzimattan itibaren Osmanlı aydınları arasında tartışıldığı bilinmektedir.

Bu ulusçu arayış, Osmanlıcılık, İslamcılık duraklarından geçtikten sonra, Türkçülük durağında son bulmuştur.

Son duraktaki önerilerden biri, Ziya Gökalp'ten ilham alan "kültürel Türkçülük"tür. Bu proje üç tarz-ı siyasete dayanmaktadır. "Türkleşmek"," İslamlaşmak" ve "muasırlaşmak" şeklindedir.

Muasırlaşmaktaki amaç batılılaşmak değil, modern çağın bir formu olan ulus devlete dönüşme hedefidir.

Bu fikriyat güçlü bir Türkçü damar taşımakla birlikte etnik temelden ziyade "kültürel türkçülük" ten yola çıkmaktadır.

Ziya Gökalp'in Türk-Kürt ilişkilerine dair veciz bir sözü de anahtar niteliğindedir.

Türkü sevmeyen Kürt, Kürt değildir; Kürt'ü sevmeyen Türk, Türk değildir.

Burada amaç, Kürtlüğü asimile etmek değil, daha çok Kürt kimliğini koruyarak Türklüğe pozitif entegrasyon anlayışı söz konusudur.

Diğer bir projeyi de İçtihat gazetesi yazarı Abdullah Cevdet ve Dr. Rıza Nur gibi dönemin kimi İttihatçı aydınları tarafından dile getirilen ırka dayalı etnik Türklük projesidir.

Bu iki proje çatışır, sonunda Mustafa Kemal'in de desteklediği soy temelli etnik Türk projesinde karar kılınır.

Dr. Rıza Nur bu projeyi savunurken, engel olarak Kürtleri gösterenlere "Aslında Türk olduklarını onlara anlatmalıyız" demiştir.

Mustafa Kemal'in de ömrünün son döneminde, "hayatında yaptığı en önemli işlerden bir olarak Türk ırkının yüceliğini ortaya çıkarmak olduğunu" söylemiştir...


Soy, etnik kimlik mi, teritoryal kimlik mi?

Dünyanın birçok ülkesinde ulusal kimlikler, ülkedeki herkesi kapsaması hesabıyla teritoryal/toprak ya da coğrafya tanımlı kavramlar üzerinde inşa edilmiştir.

Ülkemizin güney komşuları buna örnektir; Suriye, Irak, İran, Lübnan, Kıbrıs vs. gibi. bu isimlerin hiçbiri etnik, dini ve kültürel kimliklerden ilham almaz.

Kemalist kadrolar eğer ırkçı ideolojilerin peşine takılmayıp Anadolu'nun etnik, din ve kültürel çeşitliliğini bir zenginlik olarak algılayıp kapsayıcı kimlik olarak "Türkiyelilik" ya da "Anadoluluk" gibi teritoryal kavramlar üzerinde ulus inşa sürecini başlatsaydı, iç savaş politikalarıyla bir yüz yıl ülke içe doğru Çökertilmezdi.

Hatalı bir adım, bir yüz yılının heba olmasına yol açtı.

Sosyal Darvinist ırkçı ideolojilerin yaygın olduğu bir dönemde, sosyolojik çeşitliliği bir zenginlik olarak algılayacak geniş vizyona sahip yönetici elitleri bulmak da pek kolay değildi.

Kaldı ki teritoryal tanımlı çok uluslu ülkelerde bile, ulusal baskı politikalarının acımasız bir şekilde sürdürüldüğü; kapsayıcı kimlik tanımlarının toplumsal çoğulcu yapıyı korumaya yetmediği görülmüştür.

Çünkü ideolojik harcı ırkçı-milliyetçilik olan bir devlet ancak otoriter ve totaliter olabilir.

Bu yapıdaki devletlerden adalet, özgürlük, demokrasi beklemek nafile bir çabadır.

Bu tür devletler eğer dışarıda sömürgeleri yoksa içeride dışladıkları, ötekileştirdikleri toplulukları iç sömürge haline getirirler.

Ötekileştirdikleri bu kesimlerin bütün varlıklarını, zenginliklerini kendileri için yağmalanacak ganimet olarak görürler.

Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Anadolu'da yaşayan gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi, Kürt bölgelerinin iç sömürgeye çevrilmesi, el konulan zenginliklerle içeride yeni bir cumhuriyet burjuvazisinin yaratılması, iç sömürge politikasının en belirgin örnekleridir.

Bu sömürgeci politika bugün, bazı muhalif kesimlerin zenginliklerine "çökme" eylemleri halinde devam etmektedir.


Kemalist kadroyu fikirlerini çerçevesinde nasıl değerlendirdiğini sorsam...

Cumhuriyetin kurucu kadrosunun önemli oranda ırkçı fikirlerin etkisi altında oldukları yaptıkları açıklamalardan anlaşılmaktadır.

Dr. Rıza Nur Lozan delegesidir. Lozan görüşmelerinde öfkelenerek toplantıyı terk ettiğinde masada bıraktığı not ibretliktir.

Vatanımızda başka ırktan, başka dinden ve başka dilden hiçbir insan bırakmamak hayati bir zorunluluktur. Türk ve Müslüman olmayanlar sadece bir yabancı unsur değil, aynı zamanda mikroptur.

Lozan masasında Türk heyetinin kullandığı retorik neydi?

Biz Türkler ve Kürtler birlikte bir devlet inşa ediyoruz.

Maksat oluşuncaya kadar sahte söylemlerle etrafı uyutmaya devam politikası bu notta kendini ele veriyor.

Yine Mahmut Esat Bozkurt, tek parti iktidar döneminin önemli bakanlarından ve ideologlarından biridir.

Yaptığı açıklamalarda ırkçı ton açık ve nettir. Çünkü bu dönemde ırklar arasında hiyerarşi kurmak ve kendi ırkını hiyerarşinin tepesine yerleştirmek moda idi.

Şöyle ki;

Türkün en kötüsü Türk olmayanın en iyisinden iyidir.
 

Türk devlet işlerini Türklerden başkasına vermeyelim. Türk devlet işlerinin başına öz Türklerden başkaları gelmemelidir.
 

Benim fikri kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki, bu memleketinefendisi Türk'tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. (M. Esat Bozkurt)


Bu açıklamalar bize neyi gösteriyor?

Şunu gösteriyor; cumhuriyetin kurucu kodlarının anlam dünyasının büyük ölçüde ırkçı/milliyetçi fikirler tarafından belirlendiğini göstermektedir.  

Bu fikirlerle Anadolu'da toplum mühendisliğine soyunmak, çok boyutlu, çoğulcu bir yapıya deli gömleğini giydirmeye benzer.

Soy bakımından Türk kökenden gelmeyen, özellikle Balkan ve Kafkas bölgelerinden gelip Anadolu yurt edinen Müslüman toplulukların ciddi bir direnç göstermeden ulus projesine kolayca eklemleneceği beklenen bir durumdu.

Bu kesimler ırk bakımından Türk olmadıkları için, soya dayalı Türk kimliğinin çeperine "kültürel Türk" olarak yerleşmesi istenmiştir.

Böylece iki katmanlı Türk tanımı karşımıza çıkmaktadır. Soya bağlı Öztürk ile farklı etnik geçmişe sahip olmakla birlikte Türkleşmiş "kültürel Türk"ün oluşturduğu ikinci bir küme...


Devlet yönetimde yer alan kadro, ırkçılık olarak nitelediğin fikirlerini yasal mevzuata da bir şekilde yansıttılar, diyebilir misin?  

Irkçı fikirlerin yasal mevzuatta da yer aldığı görülmekte. 

1926'da çıkarılan Memurin Kanununda devlet memurluğuna alınacaklarda "Türk olmak" koşulunun aranacağı belirtilmektedir.

2 Temmuz 1938 de verilen bir gazete ilanında Askeri veteriner okuluna alınacaklarda "Türk ırkından olma" şartı aranacağı belirtilmektedir.

Dersim kırımı döneminde çıkarılan kararnamelerde bu bölgede sadece Türk memurların görev yapacağı ifade edilmektedir.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Varlık vergisi, 6-7 Eylül pogromu, 1964 Rumların varlıklarına el konularak sürgün edilmeleri, 1990 OHAL uygulamaları ırkçı ayrımcı uygulamaların her dönem sürekliliğini gösterir.

Bu ırkçı ayrımcı politikalar, yönetici elitin söylemlerinde de bolca görülmektedir.

27 Ocak 1925 de Türk Ocakları merkezinde konuşan İ. İnönü şunları söylemektedir:

Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülere muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.


Cumhuriyetin kurucu kodlarını tanımlayan fikri yapı, tartışılmaz şekilde açıkça kurucu babalar tarafından ifade edilmektedir.

Soya dayalı bir etnik kimlik etrafında homojen bir ulus yaratmak, bu kalıba girmeyen bütün unsurları da imha etmek amaçlanmıştır.

Anadolu'da Hıristiyanlara, Kürtlere ve Alevilere uygulanan zulüm siyasetinin kaynağı, cumhuriyetin bu kurucu kodlarıdır.

Cumhuriyetin bu kurucu kodları tasfiye edilmeden, Türkiye'de demokratik bir cumhuriyete ulaşmak mümkün görünmüyor.

Nazi faşizmi, ikinci dünya savaşı sonrası ideolojik bir kırılmayla resmi ideolojiden tasfiye edildi.

Bu tasfiye sayesinde Almanya liberal demokrasiye ulaşmayı başarabildi.

Alman yenilgisi sonrası Türkiye ne yaptı?

Nazi rejimine benzer ırkçı kurucu kodlara dayanan resmî ideolojisini koruyarak, bu rejime çok partili bir "demokratik" eklenti yapmakla yetindi.

Devlet kadrolarının seçiminde ırkçı eleme sağlayan bürokratik mekanizmalara dokunulmadı; böylece rejimin devamlılığı sağlandı.

Bu ırkçı eleme mekanizmalarının, "güvenlik soruşturması" adı altında yürürlükte olduğunu bilmek gerekiyor.

Yüksek kademede devlet görevlilerinin soy-sop araştırması ile Türklüğünden şüphe duyulmayanlardan seçilmesi yasal prosedürün bir gereğidir.

Kemalist rejimin bazı bakımlardan Nazi rejimine benzerlikler gösterdiği ifadesi, bizzat bu rejimin kurucu önderleri tarafından bir övgü vesilesi olarak dile getirilmiştir.

Mahmut Esat Bozkurt'tan, 1930'larda bizzat Atatürk tarafından, üniversitelerde okutulmak üzere "İhtilalin Hukuk Tarihi" adıyla bir kitap yazması istenir.

M. Esat Bozkurt'un bu kitapta yer alan bir değerlendirmesi şöyledir:

Zamanımızın bir tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi baştır ki bizde 'şef' denir.

 

(Devam edecek...)

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU