Türkiye dinsizleşiyor (mu)?

Dr. Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Politika Akademisi

Türkiye henüz dinsizleşmedi, ancak Türkiye'de din ve inançla ilgili bazı sıkıntıların olduğu, gözlem yapan herkesin dikkatini çekebilecek bir gerçek.

KONDA Araştırma'nın yaptığı ve Türkiye'deki dindarlık eğilimlerini ele alan ankette, son 16 yılda inanç konusunda dikkat çekici değişimler yaşandığı ortaya konuldu.

Geniş kapsamlı olarak yapılan araştırmaya göre, kendisini "dindar" olarak tanımlayanların oranı 2008'de yüzde 55 iken, 2025'te bu oran yüzde 46'ya gerilemiş.

Buna karşılık, "ateist ve inançsız" bireylerin oranı yüzde 2'den yüzde 8'e yükselmiş.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

KONDA dışında başka araştırma şirketlerinin de yaptığı çalışmalar, Türkiye'de dindarlık konusunda bir gerilemenin yaşandığını teyit ediyor.

Aslında araştırmaların dışında da herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ya da Türkiye'yi düzenli ziyaret eden bir yabancı, çevresinde bu konuyla ilgili bir gözlem yaptığında, araştırma şirketlerinin vardığı sonuçları gözlemlemesi pekâlâ mümkün.

10-15 yıl önce, nüfusunun "yüzde 99'unun Müslüman" olduğu iddia edilen bir toplumda nasıl oluyor da birden inançsızların oranı yüzde 8'e, dindarların oranı da yüzde 46'ya geriliyor?

Toplumdaki bu sekülerleşme gündeme geldiğinde, suç genellikle AK Parti hükümetine ve bu iktidar döneminde daha görünür hale gelen dini cemaatlerin tutum ve davranışlarına yüklenir.

Şüphesiz, AK Parti'nin ve cemaatlerin yaptığı hataların bu sürecin oluşumunda payı vardır.

Ancak bu bakış açısı, sosyolojik dinamikleri göz ardı eden yüzeysel bir yaklaşımdır.

Türkiye'deki sekülerleşmenin veya dinden uzaklaşmanın temel dinamiğini, 1980'lerden itibaren yaşanan hızlı şehirleşmede ve bu dönemden itibaren Türkiye'nin temel ekonomik paradigması haline gelen neoliberal politikalarda aramak gerekir.

1980 yılında yüzde 20'lerde olan şehirleşme oranı, 2024 yılı itibariyle il ve ilçe nüfuslarıyla birlikte yüzde 93'ü aşmış durumda.

1980'de, Turgut Özal tarafından "24 Ocak Kararları" olarak bilinen neoliberal ekonomik model uygulamaya konulmadan önce Türkiye'nin ekonomik modeli, yarı devletçi, ithal ikameci ve dışa kapalı bir modeldi.

24 Ocak Kararları ile birlikte, Türkiye'de özelleştirmelerle devletçilik ortadan kaldırıldı, ihracat desteklendi ve dışa açık bir ekonomik model hayata geçirildi.

Şehirleşmenin ve dışa açık ekonomik modelin topluma yansıması; bireyselleşme, köyden kente göç ve dünyayla entegrasyon şeklinde oldu.

Bu durum, hem toplumda var olan değer yargılarının hem insan ilişkilerinin hem de eski toplumsal yapıların çözülmesine ve yerlerine bazen yeni yapıların ikame edilmesine, bazen de boşlukların oluşmasına yol açtı.

Bu yeni toplumsal gerçekliğin, dini inançlara ve bu inançlardan doğan toplumsal yapılara yansımasını, bir "değer erozyonu" olarak tanımlamak mümkün.

Şehirde yaşayan, hafta içi her gün çalışan, bir apartman dairesinde oturan bir insanın doğal olarak cemiyet ve cemaat hayatından uzaklaşması veya kopması; o cemiyetin ve cemaatin değerlerine yabancılaşmasına neden oluyor.

Bu yeni neoliberal ortam ve şehir hayatı, dindar ya da muhafazakâr bir insanın muhafaza etmek istediği değerleri aşındırarak, kişiyi geldiği köklerden koparan bir sürece yol açıyor.

Bu durum; evlilik ve boşanma oranlarından, toplumsal dayanışmaya ve akrabalık ilişkilerine kadar birçok alanda kendini gösterebiliyor.


1980'lerden sonra Batı'da ne oldu?

1980'lerden sonra benzer ekonomik modelleri uygulayan ABD, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler, Türkiye'nin bugün karşılaştığı durumla çok daha önce yüzleşmişti.

İlginç olan, 1980'lerde bu ülkelerde de iktidarların muhafazakâr partilerin elinde olmasıydı.

Bu partiler, seçim kampanyalarında ahlaki ve dini değerlere vurgu yaparak iktidara gelmişlerdi.

Örneğin, Almanya'da 1983 yılında yapılan seçimlerde Hristiyan Demokrat Parti'nin başbakan adayı Helmut Kohl'ün seçim sloganı "Manevî ve ahlaki dönüşüm" (Geistige und moralische Wende) idi.

Ancak böyle bir söylemle iktidara gelen Helmut Kohl'ün 16 yıllık başbakanlık döneminin sonunda Almanya'da boşanma oranları iki katına çıktı, dindarlık azaldı ve eşcinsellik toplumda daha meşru hale geldi.

Ayrıca, Kohl'ün uyguladığı neoliberal politikaların yol açtığı toplumsal değer dönüşümü, onun ardından özünde seküler olan Sosyal Demokratların iktidara gelmesinin önünü açtı.

Benzer süreçler, başta ABD ve İngiltere olmak üzere aynı neoliberal modeli benimseyen diğer Batılı ülkelerde de yaşandı.

Bu sekülerleşmeyle birlikte toplumsal dönüşümü rakamlar üzerinden de görmek mümkün.

Örneğin, 1980'lerde ABD gibi aslında dindar Protestanlar tarafından kurulmuş bir ülkede, pazar günleri kiliseye gidenlerin oranı yüzde 40'ların üzerindeyken, günümüzde bu oran yüzde 20'lere düşmüş durumda.

Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ise bu oran yüzde 5–6'lara kadar gerilemiş.

Benzer bir yükseliş de "Nones" olarak adlandırılan, herhangi bir dine mensup olmadığını beyan eden kişilerde görülüyor.

1980'lerde bu gruba dahil olanların oranı yüzde 1-3 civarındayken, günümüzde bu oran yüzde 20'leri aşmış durumda.

Yukarıda belirtildiği gibi, neoliberal politikaların sonucu olarak bireyselleşen ve şehirleşen toplumlarda sekülerleşme ve inançsızlık artıyor.

KONDA'nın araştırması da -her ne kadar biraz gecikmeli olsa da Türkiye'deki dinî yapıdaki bu dönüşümün, Batılı ülkelerde yaşananların bir benzeri olduğunu ortaya koyuyor.

Yani, benzer toplumsal süreçler, benzer sonuçları doğuruyor.


Peki, bu sürece karşı rahatsızlık duyanlar ne yapmalı?

İnançsızlık sürecinin gelişmesinden rahatsız olan kesimler, cemaatler ya da ilgili devlet kurumları ne yapmalı?

Yoksa aslında bir Cumhuriyet projesi olan bu sekülerleşme sürecinden rahatsız olmadan, onun ilerlemesini mi desteklemeli?

Öncelikle, inançlı bir insanın bu süreçten rahatsız olması doğal.

Bugünkü hükümetin de bu süreçten memnun olduğunu söylemek, hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz.

Dolayısıyla, bu süreçten rahatsızlık duyanların bir şeyler yapması gerektiği ortada.
 


Asıl soru: Ne yapılmalı?

Her şeyden önce, İslam'ı anlatmayı ve yaşamayı kendine misyon edinmiş cemaatler, tarikatlar ve ilgili toplumsal kesimler; söylemlerini ve dini anlatılarını değiştirmeli.

Köyden kente göç sürecinde, Anadolu'daki hâkim dini söylemlerle büyük şehirlerde dini anlatmak ve bu anlatıdan bir karşılık görmek mümkündü.

Sosyalleşmesini köyde yaşamış bir insan, köy ortamı için geliştirilmiş dini bir söylemle şehirde karşılaştığında, bundan manevi anlamda etkilenebiliyordu.

Nitekim başta Menzil cemaati/tarikati olmak üzere bazı cemaat ve tarikatların büyük şehirlerde mürit ve mensup bulabilmelerinin arkasında bu tür bir sosyolojik süreç yatıyor.

Fakat Türkiye nüfusunun artık büyük çoğunluğu sosyalizasyonunu büyük şehirlerde geçirdi.

Dolayısıyla, köy ortamı için geliştirilmiş dini söylem, artık daha kentli bir dile evrilmeli.

Yani köylerde ninelerimizin, hocalarımızın, şeyhlerimizin bize anlattığı; mantık sınırlarını zorlayan evliya menkıbelerine dayalı bir dini söylem ile insanları dine yaklaştırmak bir yana, dinden soğutmak daha olası.

Yeni söylem; dünya ile entegre olmuş çocuk ve gençlerin mantığı ve anlayışı çerçevesinde şekillenmeli.

Cumhuriyet döneminde kentli İslam söylemini geliştirebilmiş dini cemaatler, tarikatlar ve entelektüeller -sayısı az da olsa- temayüz ettiler.

Nurettin Topçu, İskender Paşa Cemaati'nin 1950 sonrası lideri Mehmet Zahit Kotku veya Cerrahî Tarikatı bunlardan bazıları.

Özellikle Kotku, dönemin üniversite gençliği üzerinde söylemiyle oldukça etkili odlu; tekkesinden, başta Erbakan ve Özal olmak üzere dindar ve okumuş bir neslin yetişmesine katkıda bulundu.

Bu nedenle, onların başlattığı kentli İslam söylemini, mevcut yapılar kendilerini dönüştürerek geliştirmeli.

Aksi takdirde, bu yapıların marjinalleşmeleri kaçınılmaz olacaktır.

İnsanın fıtratında var olan inanma ihtiyacına İslami cemaatler cevap vermezse, insanlar bu ihtiyaçlarını ezoterik inançlar üzerinden karşılamaya başlar.

Son yıllarda ABD ve Avrupa'da yaygınlaşan Scientology Cemaati bunun sadece bir örneği.

Manevi eksiklik, özellikle gençler üzerinde başta uyuşturucu bağımlılığı olmak üzere birçok olumsuz sonuca yol açıyor.

Dindarlığın artması ve kentli bir İslami dilin geliştirilmesi konusunda belediyelere, Diyanet İşleri Başkanlığı'na ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'na da önemli görevler düşüyor.

Ancak bu kurumlar aksiyona geçmeden önce, ellerindeki maddi imkânlarla yapacakları ve yaptıracakları araştırmalarla öncelikle sorunu iyi tespit etmeli ve bu sorunun çözümüne katkı sunabilecek akılcı stratejiler ile dinî kaynaklar geliştirmeli.

Tüm bunların ötesinde, Türkiye'deki Sünni Müslümanlar teorik olarak itikatta aklı ön planda tutan Maturidî mezhebine mensuplar.

Ancak tarihçilerin belirttiğine göre, Selçuklu Veziri Nizamülmülk tarafından heterodoks İslami akımlara karşı kurulan Nizamiye Medreseleri ile birlikte ve Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra, itikatta Eş'arî mezhebine mensup Arap asıllı İslam âlimlerinin Osmanlı medreselerinde ağırlık kazanmasıyla birlikte, nakilci temellere dayalı bir din anlayışı yaygınlık kazandı.

Kentli bir İslami dil geliştirirken, aklı daha fazla ön plana çıkaran Maturidî itikadının merkeze alınması bu anlamda süreci kolaylaştıracaktır.

Eğer Türkiye'deki İslami kurumlar ve kişiler, İslami anlamda zihinsel bir yenilenme yaşayıp bunu yaygınlaştırmazlarsa, muhtemelen 20 yıl sonra KONDA veya başka bir araştırma şirketi Türkiye'de inançsızların oranının yüzde yirmileri geçtiğini tespit edecektir.

Dindarlığın azalmasından memnuniyet duyan kesimler de fazla sevinmemeli.

Zira değerleri ve inançları erozyona uğramış bir toplum, Avrupa ve ABD'de gördüğümüz gibi, daha mutlu bir toplum değil.

Dini gelişmenin önünde bir engel gibi gösterilen 19'uncu yüzyıl ideolojisi olan pozitivizmi de tarihsel gerçekler çoktan çürütttü.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU